Fransa’da Geleceğin Ayak Sesleri

Fransa, tarihte sarayları gibi isyanları da ün kazanmış, şarap ve peynirden[1] aşk ve şiire kadar kendine özgü bir büyüye sahip olmuş o memleket, Fransız devriminden bugüne “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik”le anılırken, günümüzde de grevdeki milyonlarca işçisi ve sokaktaki yüzbinlerce öğrencisiyle, halen mücadeleci ruhunu kaybetmemiş görünüyor.

Canlı ve uzun bir mücadele tarihine sahip olan Fransa işçi sınıfı birçok öncü çıkışa imza atmış, cesaretini ve militanlığını defalarca kanıtlamıştır. Lyon işçi ayaklanmasıyla[2], 1848 devrimiyle ve elbette 1871 Paris Komünü’yle bugünümüze silinmez izler bırakmıştır. Dünya çapında bir isyana dönüşen ‘68 hareketi, Paris’te “Barikat sokağı tıkar ama yolumuzu açar” sloganı eşliğinde kurulan Mayıs barikatlarıyla tarihte yerini almıştır. “Bütün iktidar hayal gücüne” çığlığı, 1968’de yine Paris sokaklarından çıkıp 2014’te Miştenur tepesinde yankılanmış, Fransa’dan Ortadoğu’ya uzanan geleceğe adeta bir köprü kurmuştur.

Nicholas Sarkozy 2007 cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, “Bu seçimlerde 1968 Mayıs'ını sonsuza dek bitirmeliyiz" demişti. Fakat ne Sarkozy ne de sonradan gelenler Fransa'daki isyan ruhunu bitirebildiler.

'68'in 50. yıldönümünde yine üniversiteler alevlendi ve yine işçi grevleri ülkeyi sarstı.

Uzlaşma Zemini Ortadan Kalkınca

Bundan 50 sene önce, antikapitalist öğrenciler isyanın fitilini yakmış, sendikalarsa sonradan harekete katılmışlardı. Sendika yöneticileri pazarlıklar sonucu anlaşmaya evet dediler ve ancak tabandan gelen baskı nedeniyle mücadeleyi birkaç gün daha sürdürmek zorunda kaldılar. Genelde işe geri dönüşler başlamasına rağmen polis saldırıp iki işçiyi katlettiğinde[3] mücadele kararlığı yeniden arttı. Fakat sınıf uzlaşmasına yatan sendikalar ısrarla işe geri dönüş çağrıları yaptılar ve Mayıs sonlarında halen 9 milyon işçinin grevde olduğu tarihin en büyük genel grevlerinden biri Haziran’ın ortasına doğru sönümlendi.

Sendika yönetimlerindeki baskın tutumların bugün çok farklı olması beklenemez, ancak ‘68 grev hareketinin sönümlenmesinde büyük rol oynanan kapitalistlerin tutumunun bugün temelden farklı olduğu açık. Öyle ki ‘68’de çalışma bakanı, sendikalar, patronlar ve hükümet arasındaki pazarlıklarda sendikayı şaşırtan, bütün beklentileri aşan tekliflerle gelmişti. “Grenelle Anlaşmaları” olarak bilinen o yatıştırma paketi, asgari ücrette yüzde 35’lik bir artış sağlamak, sağlık hizmetlerinde hastanın ödediği katkı payını yüzde 5’e düşürmek, tüm ücretlere 1 Haziran’dan itibaren yüzde 7 ve 1 Ekim’den itibaren de yüzde 3 zam yapmak gibi, sendikanın o anda talep etmeyi bile aklına getirmediği iyileştirmeler içeriyordu. Ama 1968’den sonra doğmuş olan ilk cumhurbaşkanı Emmanuel Macron aynı yöntemi uygulama şansına sahip değil. Çünkü kapitalizmin değişen koşulları altında burjuva devletin artık böyle bir manevra marjı kalmamış, sınıf uzlaşmanın ve “refah devleti”nin dayandığı zemin çoktan tarihi karışmış durumda.

Sermaye, neoliberal kuralsızlaştırma, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, piyasaların finansallaştırılması, eğitimin ve sağlığın ticarileştirilmesi, sosyal hakların gasp edilmesiyle ‘refah devleti’nin ruhuna fatiha okudu. O, sermaye birikiminin önünde artık tahammül edilmez bir engel haline geldiğinden, cenazesi sermayenin ideologlarınca sevinç çığlıklarıyla ve çoktan kaldırıldı.”[4] Bu gerçek, bir yandan SNCF (Fransız devlet demiryolu şirketi) “reform”larının arka planını oluşturan ve başka özelleştirmeleri de kapsayan AB’nin neoliberal direktiflerinde, diğer yandansa gündemdeki eğitim “reform”larının ilham kaynağı olan ve eğitimi sermaye tekellerinin boyunduruğu altına sıkıştıran Bologna yönergelerinde somutlaşıyor.

2018 yıllında, Fransa gibi emperyalist bir ülke bile, işçi sınıfını rüşvetle satın alıp sus payı veremeyecek duruma geldi. Macron’un, ‘68’teki egemenlerden farklı olarak, “geri adım atmama kararlılığı”nı biraz da bu zeminde değerlendirmek gerek. Bugün artık gelişmiş kapitalist ülkelerde işçiler için, sınıf tarihlerinin en iyi zamanlarını yaşadıkları ‘60’lı-70’li yıllar çok geride kaldı. “Burjuvazinin manevra kabiliyeti dip noktasında. Eskisi gibi, sıkıştığında taviz siyaseti izleyerek rıza üretme koşulları son derece sınırlı. Dünyaya çeki düzen veremiyor. İşlerin düzeleceğine dair umut üretemiyor. İşçi sınıfı çocukları, ebeveynlerinden daha eğitimli olmalarına karşın, ilk kez onlardan daha iyi bir hayat yaşayacaklarına dair bir umut beslemiyor. Bugünkü işçi kuşağı bir öncekinden geri koşullara mahkum ve yarınki kuşak bugünkünün koşullarını arayacak.”[5] Bundan böyle emperyalist kapitalizmin "iktisadi bakımdan gelişmesinin sınırlarına dayandığı için politik manevraları hep kısmi, sınırlı ve kısa vadeli, ideolojik argümanları dayanaksız, somut siyasi ve iktisadi gelişmelerle kısa sürede boşa çıkan karakterde olacaktır.”[6] Bu açıdan Macron'un "reform hırsı"nın hiç de kişisel olmadığı açık olmakla birlikte, artık mücadelelerin uzlaşmayla sonuçlanması da hayli zor görünüyor. Bu elbette tek taraflı bir gelişme değil. Sosyal güvenlik yerini gittikçe sosyal yıkıma, kronikleşmiş işsizliğe, yoksulluğa ve sefalete bırakırken, kuşkusuz işçilerin ve ezilenlerin tepkileri de artıyor. Bugün sınıf bilinci ve mücadele düzeyi henüz düşük olsa da, son yıllarda sosyal hareketlerin Fransa’da neredeyse hiç durmaması dikkat çekici.

‘68 hareketine kıyasla bu yıl süren eylemlerde özgürlük talebi henüz daha muğlak olsa da, hoşnutsuzluğun kapsamı ekonomik konuları çoktan aşmaya başladı. 22 Mart 2018 Paris yürüyüşünde taşınan bir dövizde yazılı “Biz pastanın daha büyük bir parçasını istemiyoruz, biz bütün fırını istiyoruz!” sloganı, benzer birçok örnekte olduğu gibi, bu durumun bir ifadesiydi ve kapitalizme karşıtlığı dile getiriyordu.

Bazıları yenilgilerle sonuçlanmış olsa dahi son yıllarda sosyal haklar için mücadeleler Fransa’da küçümsenemez bir politik birikim sağladı ve bir süreklilik ortaya koydu. Sermaye-emek ve devlet-halk çelişkilerinin gittikçe keskinleşmesine yol açan sosyal kesintilere ve neoliberal saldırılara karşı Fransa’da sayısız direniş ve protesto gerçekleşti.

Son Yılların Mücadelelerinden Kareler

Bugün olduğu gibi, işçi-öğrenci birliği yakın geçmişin direnişlerinde de önemli bir rol oynamıştı. 1986’da tarihin en uzun demiryolları grevini ve yine 1995’te yüzbinlerce işçinin 3 buçuk hafta süren ve Fransa’ya felç eden grevini, öğrenci gençlik sokakta yalnız bırakmamıştı. Otobüs ve metro ulaşımını da kapsayan grev günlerinde, Paris’in etrafında sabahları 500 km’ye varan araba kuyrukları oluşmuştu. Ağırlığını ulaşım, elektrik, postane, belediye ve devlet işletmeleri işçilerinin oluşturduğu hareket, dönemin hükümetinin emeklilik haklarına saldırısını kısmen de olsa geri püskürtebilmişti.

2003’te emekli maaşlarını yüzde 30 azaltmayı öngören emeklilik “reform”una ve eğitim alanındaki kapsamlı saldırılara karşı yine grevler patlak verdi. Sendika mekanizmalarını aşarak kendiliğinden başlayan ve yayılan grevler, daha sonra sendika tarafından durduruldu. Öğretmenler başta olmak üzere devlet işletmelerinden ve özel sektörden milyonlarca işçi ve emekçi sokaklara aktı. Ancak bu sefer hükümet geri adım atmadığı gibi, sendikalar da mücadeleci bir tutum sergilemeyince, hareket yenilgiyle sonuçlandı.

Fakat aynı yıl, ABD ve İngiltere’nin Irak işgaline karşı birçok kentte kitlesel katılımla yapılan görkemli protestolar, Ağustos’ta Güney Fransa’da 300 bin kişinin katılımıyla gerçekleştirilen “küreselleşme karşıtları” kampı ve üç ay sonra Paris’te yapılan Avrupa Sosyal Forumu gibi çeşitli toplumsal hareketler de grev dalgalarıyla birleşti.

2004’te enerji şirketi EDF’nin özelleştirilmesine karşı patlak veren protestolarda, öğretmenleri ve başka meslek gruplarını da kapsayan kitlesel yürüyüşlerin ve merkezi garların elektriğini kesme eylemlerinin yanı sıra, dikkat çekici yeni eylem biçimleri de ortaya çıktı: “Operasyon Robin Hood”. 2004 yılında Fransa’da, faturayı ödeyemedikleri için 250 bin evin elektriği kesilmişti. Sendikaların bu ailelerin elektriğini parasız açma çağrısı üzerine, grevde olan EDF işçisi “Robin Hoodlar”, Haziran 2004’e kadar 8 bin evi ziyaret edip elektriği açtılar. Ayrıca, eylem günlerinde 300 bin kadar eve de gündüzleri daha ucuz olan gece tarifesi uyguladılar. Halk arasında büyük sempatiyle karşılanan bu “gerilla tarzı eylemler” elbette burjuvaziyi çileden çıkardı.

2006’nın başında bir tarafta burjuva devlet ve neoliberal saldırı politikaları, öbür tarafta CGT, CFDT, FO[7] gibi işçi sendikaları, FSU, l’UNSA, l’UNEF[8] gibi üniversiteli öğrenci sendikaları ve ezilen halklar, bir kez daha sert bir çarpışmaya girdiler. Hükümetin gençler için uygulamaya sokmak istediği ve işçileri kolaylıkla işten çıkarmanın yolunu açan CPE adlı özel bir iş kontratını yasalaştırma girişimine karşı eylemler patlak verdi. Yeni işe başlayacak gençler ve işçiler için çalışma koşullarını ağırlaştıracak bu saldırıya karşı tepkiler hızla yayıldı. Öğrenciler okulları, üniversiteleri, sokakları, demiryolları ve otobanları işgal ederek polisle yoğun çatışmalara girdiler.

Son yıllarda öne çıkan hareketlerden biri de, Mart 2016’da başlayan ve esasen El Khomri[9] iş yasasını hedef alan, meydan işgal hareketi “Gece Ayakta” (Nuit debout) oldu. Kasım 2015’ten beri süren OHAL koşulları altında, Paris’in kalbinde bulunan Republique Meydanı’nı altı hafta boyunca binlerce kişiyle işgal eden ve sayısız kente, hatta başka ülkelere bile sıçrayan hareket, Avrupa’da bir nevi Gezi rüzgarı estirdi. Toplumda boy veren değişim isteğini dile getiren bu rengarenk hareket, her akşam meydanda toplanan kitlenin genel meclis gibi doğrudan demokrasi araçlarına baş vurmasıyla, insanların kendi kendilerini yönetme arzularının dışavurumu oldu. Rojava ve Filistin dahil çeşitli enternasyonal mücadelelerle dayanışmaya da yer vererek, sayısız komisyonlar, çalışma grupları ve etkinliklerle, adeta bir halk kabarışına dönüştü. Ne ki, somut alternatifler ve sonuç alıcı yöntemler geliştirmede zayıf kalması sonucu, protestonun merkezinde duran iş yasası “reform”unun 10 Mayıs 2016’da burjuva parlamentodan geçmesini engelleyemedi.

Meydan işgal hareketinde işçilerin temsiliyeti görece zayıftı ve CGT ancak yasa geçtikten sonra Mayıs’tan itibaren greve gitti. Bu grevde tır şoförlerinin rafinerileri ve depoları da bloke etmeleri sonucunda, bazı kentlerde ciddi benzin kıtlığı yaşanmaya başladı. Fakat geç kalmış olan bu hamle, işçi sınıfının geniş kesimlerinin eylemleriyle birleşemeyince, tayin edici bir etki yaratamadı.

Fransa’nın toplumsal mücadele dinamiklerinden başka bir kare, uzun soluklu ve başarıyla sonuçlanan ZAD (Zone à Défendre, “Savunma Bölgesi”) direnişidir. Ülkenin batısında bulunan Nantes kenti yakınlarındaki Notre-Dames-des-Landes kasabasında havalimanı projesine karşı direnişin süresi 50 yılı aştı. Yerel halkın ve sol güçlerin birliğine ve elbette ülke içinde ve dışında dayanışmanın gücüne dayanan direniş, 2018’de nihayet havalimanı projesinin iptal edilmesiyle zafer kazandı.

Bu direnişin özgün yanı, 2009’da alanı işgal eden yerel aktivistler ve iklim eylemcilerinin, orada adeta bir alternatif yaşam alanı kurmalarıydı. Zamanla öz-örgütlenme ve kolektif karar alma yapıları hayata geçirildi, binlerce ziyaretçinin ötesinde bir komün halinde sürekli Savunma Bölgesi’nde yaşayan 200 insan var oldu. 2012 sonbaharında ZAD komünü militan mücadele konusunda iyi bir sınav verdi. Fransız devleti binden fazla asker, helikopterler ve zırhlı araçlar eşliğinde bölgeyi ele geçirmeye kalkınca, son derece kararlı bir direnişle karşı karşıya geldi. Birkaç hafta süren çetin bir mücadeleden sonra, devlet güçleri saldırıyı durdurmak zorunda kaldı ve ZAD polislerin yıktığı alternatif yaşam alanını yeniden inşa etmek için kitlesel bir eylem çağrısı yaptı. ZAD, Fransa’nın göbeğinde hayal gücünü ve alternatif arayışlarını büyüten küçük bir ada olarak direnmeye devam ediyor, başka yerlerde protesto hareketleri başlayınca desteğini esirgemiyor.

Keza Şubat 2017’de günlerce süren şiddetli protestolarla bir kez daha açığa çıkmış bir başka mücadele dinamiği de banliyölerde birikmeye devam ediyor. Özellikle Fransa’nın eski sömürgelerinden gelen ve emperyalizmin vahşi talanı nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan yoksul insanların kaç kuşaktır kaldığı bölgeler büyük kentlerin etrafını kuşatıyor. Banliyölerin gençliği, çeteler ve uyuşturucu aracılığıyla boyun eğdirilmeye, işsizlik ve geleceksizlik bataklığına batırılmaya çalışılsa da, bir türlü zapt edilemiyor. Çoğu zaman kendiliğinden öfke patlamalarıyla sınırlı kalmasına, kendi örgütlerini kurma ve diğer toplumsal hareketlerle birleşme eğilimi gelişmemiş olmasına rağmen, hakikaten “kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” bu “lanetliler” yığını burjuva düzene karşı ciddi bir potansiyel tehdit teşkil ediyor. Belki de “beyaz ve kültürlü Fransız” protesto hareketlerinin şimdiye dek en büyük eksikliği, banliyölerdeki bu yıkıcı potansiyeli görememeleri veya hatta görüp de oraya el uzatmayı göze alamamaları oldu.

Irkçı polis terörü geride kalan yıllarda banliyölerde sayısız can aldı. Kasım 2017’de 21 yaşındaki Nicolas Manikakis Thonon-les-Bains’de polis kurşunuyla öldürüldü. Aynı gün 19 yaşında olan Joaïl Vienne ise polis kontrolünden kaçarken hayatını kaybetti. Sonraki geceler şiddetli protestolara tanık olundu. Bundan birkaç gün önce de Paris yakınlarındaki Mantes-la-Jolie’de polis işkencesini protesto edenlerin gösterileri ve polisle çatışmaları günlerce sürmüştü. 15 Aralık 2017’de 20 yaşındaki Selom Donato ve 18 yaşındaki Mathis Bengabsia polis kovalaması sonucu trenin altında kalıp yaşamlarını yitirdiler. Lille’de yaşanan bu polis şiddetini takip eden geceler, protestocuların çıkardıkları yangınlar ve çatışmalarla aydınlandı. Polisin ırkçı şiddeti, işkencesi, cinsel saldırı ve infazları bu kadar somut ve yakıcıyken hiçbir ilerici politik öznenin buna karşı herhangi bir kampanya gündeme almaması olgusu, halkların renklerini ve ezilenlerin öfkesini henüz yeterince kapsamayan Fransız toplumsal hareketlerinin değişim geçirmesi gerektiğine işaret eden çarpıcı bir gerçek.

İşçiler Ve Öğrenciler Sokakları Terk Etmiyor

Bu yıl yaşanan işçi ve öğrenci hareketi, son yılların söz konusu ettiğimiz birikiminden kopuk olmadığı gibi, önceki hareketlerle önemli benzerlikler de taşıyor. İki eksende gelişen kitlesel protestolar, yine esasen öğrenci hareketi ve işçi grevleri temeline dayanıyor. Bir tarafta öğrenciler, Şubat ortasında kabul edilen ve Eylül’de uygulamaya konması öngörülen, üniversiteye giriş koşullarını kökten değiştiren ORE yasasına[10] karşı Mart’tan itibaren ülke çapında fakülteleri işgal dalgasına giriştiler. Öbür tarafta Fransız demiryolu şirketi SNCF işçileri başta olmak üzere, pilotlar, sağlık işçileri, elektrik işçileri, temizlik işleri, Carrefour gibi mağazaların işçileri ve daha başkaları çeşitli sektörlerde grevler gerçekleştirdiler.

Macron’un güncel neoliberal saldırısı şu anda öncelikle demiryolu işçilerinin haklarını hedef alsa da, bunun daha kapsamlı saldırılara başlangıç olduğu ortada. Demiryolu işçileri mücadeleci karakteriyle tanınıyor ve demiryolu sektöründeki işçi hakları eski dönem kazanımlarının son önemli kalıntıları arasında bulunuyor. Yani bu kale düşerse başka neoliberal saldırıların yolunun açılacağını iki taraf da iyi biliyor.

3 Nisan’da başlayan demiryolu grevi, Temmuz’a değin her beş günden ikisini kapsadı. Fakat zaman geçtikçe grevin etkisi düşüş gösterdi, bir rutin oluştu ve trafiğin yoğun olduğu günün en kritik saatlerinde grev kaynaklı aksamalar azaldı. Fakat tabandaki öfkenin henüz dinmediği çok açık, zira grev günlerinde yapılan yürüyüşlerde hemen her defasında canlı bir kitle sokağa döküldü ve polisle çatışmalar istisna olmaktan çıktı. Sendikaların merkezleri ağır ve temkinli hareket etseler de, işçi tabanında gelişen öncü inisiyatifler bir başka dinamiği temsil ediyorlar.

Fransa’da sendika hareketinin özgün bir geleneği, “intersendikal” olarak adlandırılan grev koordinasyonlarının mevcut olması. Genelde sendikal yapılardan ziyade otonom grev koordinasyonlarını veya bir mücadele esnasında bir işyerinde farklı sendikalardan işçilerin ve sendikasız işçilerin bir araya gelişlerini içeren bu intersendikal koordinasyonlar, bizzat işçileri örgütleyen ve onlara inisiyatif kazandıran önemli araçlar. Fakat bu tür örgütlenme araçları tabanda yaygınken, kentler arasında olduğu gibi daha geniş çapta koordinasyon işleri merkezi sendika yapılarına kalıyor. Dolayısıyla, işyerlerinde kendi başına hareket eden komiteler kurma geleneği yaygın olsa da, hareketi bütünsel açıdan yönlendirebilen ve yerel ufuk darlığından kurtaran bu çeşit örneklere pek rastlanmıyor. Buna rağmen söz konusu taban örgütlenmesi geleneği, işçilerin sendika bürokrasisinin hegemonyasına takılıp kalmamalarına, özgüçlerine dayanarak örgütlü hareket etmelerine ve güçlerinin bilincine varmalarına önemli imkanlar sunuyor.

Fransa’daki sendikaların grev esnasında işçilere destek sunmak üzere “grev kasaları” olmadığı için uzun grevler işçileri ekonomik olarak zor durumda bıraktığında, dayanışmanın gücü devreye giriyor. Birkaç kentte sendikanın dışında, grevci işçilere maddi destek sağlamak amacıyla, Jean-Luc Mélenchon’un[11] “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketi, Olivier Besancenot önderliğindeki Yeni Antikapitalist Parti (NPA)[12] ve Fransa Komünist Partisi gibi sol güçlerin kurduğu dayanışma komiteleri var. Ayrıca bazı ünlü sanatçılar, yazarlar vb. online bir grev fonu oluşturup bir milyon eurodan fazla destek topladılar.

Öğrenci hareketi ile işçi hareketi arasında politik dayanışma ve birleşik mücadele ‘68’de çok büyük bir rol oynadı ve bugün de mücadelenin gelecek umudu bu ittifakta. Geride kalan süreçte grevci işçi heyetleri üniversitelerde konuşmalar yaptı, öğrenciler işçi yürüyüşlerine katıldı, ortak açıklamalar gerçekleştirildi. Ama birbirine paralel akan ve yer yer kesişen bu iki hareketin ortak hedefinde Macron’un saldırıları olmasına rağmen, işçi hareketi ve öğrenci hareketi henüz birleşip büyük bir nehre dönüşemedi. Oysa Fransa’da öğrencilerin yarısından fazlası geçimini sağlamak ve harçlarla baş edebilmek için çalışmak zorunda. Dolayısıyla işçilerin ve öğrencilerin yaşam koşulları benzeşiyor, öğrenci gençliğin ana gövdesi işçi sınıfıyla artık toplumsal kader ortaklığı yapıyor.

Bugünkü öğrenci hareketinin gelişimi eğitime dair taleplerle sınırlı değil. İşçi grevleriyle dayanışmanın yanı sıra mültecilerin durumu da dile getiriliyor ve antiemperyalist damar kendini sürekli gösteriyor. Nasıl ki dün Cezayir kirli savaşına karşı tepki ‘68 protestolarına önemli bir itilim sağladıysa, bugün de Fransa’nın Mali başta olmak üzere eski sömürgelerine karşı uyguladığı saldırgan dış politika tepki çekiyor. Nasıl ki dün Vietnam direnişi mücadeleyi ateşleyip bir umuda dönüştüyse, bugün de Rojava devrimi niye benzer bir rol oynamasın? Haftalarca işgal altında tutulan Paris Üniversitesi’nin bir bölümü olan Tolbiac okuluna “Özgür Tolbiac Komünü” adı verildi ve oradaki genel meclisin gündeminde Kürdistan’la dayanışma ve Filistin’e özgürlük gibi enternasyonal konular hiç eksik olmadı.

Açık oylama yöntemiyle karar veren meclislerde, daima bir kadın ve bir erkeğin sırayla söz alması kuralı benimsendi. Uyku tulumu ve çadırlarla bir taraf yatakhane olarak düzenlenmişken, kahve otomatlarının bulunduğu bölüm de mutfağa çevrildi. Duvarları “Kapitalistler fazla masraflı” sloganları veya ayrıntılı molotof kokteyli kılavuzları süsledi. Okullar açıkça kolektif yaşam alanlarına çevrildi. Örneğin Bordeaux’da öğrenciler, polis saldırılarını da püskürterek, bir buçuk ay süresince neredeyse okullarından çıkmadılar.

Öğrenci hareketlerinde yıllar içinde üç aşamalı bir örgütlenme biçimi oturmuş ve yeni kuşaklara bilinen bir repertuvar sunulmuş durumda. İlk olarak genel meclisler gerçekleştiriliyor, buralarda birer temsilciler komitesi seçiliyor. Her komite de ülke çapında çalışmaları ve eylemleri koordine etmek için delegeler belirliyor. Öğrenci sendikaları bu mekanizmalara dahil olsalar da, bu tür koordinasyonlar genellikle bağımsızlıklarını koruyorlar. Son öğrenci hareketi dalgasında, Fransa çapında onbinlerce öğrenci günlük yapılan genel meclis toplantılarına katıldı ve bütün kararlar bu meclislerde taban demokrasisine başvurularak alındı. Örneğin, sadece Rennes Üniversitesi’nde yapılan genel meclise 2 bin 500 öğrenci katılıyordu.

Yüzü kapalı öğrencilerin okuduğu bir işgal komitesi mesajı Youtube’ta izlenebilir: “Dün genel meclisimiz Paris Üniversitesi/Tolbiac’ta süresiz işgale karar verdi. Biz Emmanuel Macron’un istifa etmesini ve yüksekokula giriş yasasının geri çekilmesini talep ediyoruz. Maske taktık, çünkü resmi sözcüler olmak istemiyoruz, önemli olan bireysel değil kolektif olandır. Biz bütün öğrencileri ve Fransa’nın tüm halkını kendi yakınlarındaki ya da başka yerlerdeki üniversiteleri işgal etmeye davet ediyoruz –birlikte yaşamak, birlikte mücadele etmek ve normalde sadece öğrencilere açık olan eleştirel bilgiye birlikte ulaşabilmek için.

Üniversiteleri işgal edip ders yaptırmama eylemleri Paris’te Nanterre, Saint Denis, Tolbiac ve Clignancourt’a, Fransa çapında ise Lille, Toulouse, Rennes, Straßburg, Metz, Nancy, Montpellier, Lyon, Bordeaux gibi 20’yi aşkın kente yayıldı. Ders ve sınavları online yapmak gibi grev kırıcı yöntemler uygulanması, sınav döneminin başlaması ve 20 Nisan Tolbiac’ta olduğu gibi polisin vahşice saldırması sonucu üniversite işgalleri süreğen kılınamasa da, Mayıs sonunda halen 14 fakülte doğrudan öğrencilerin elindeydi.

Bordeaux’da ilk işgalcilerin arasında olan sosyoloji öğrencisi Telma işgale ilişkin şöyle diyordu: “Gerçekten sesimizi duyurulabilmek için yürüyüşlerden daha radikal eylemler yapmak şart. Eninde sonunda üniversiteyi kaybedeceğimizin tabii ki farkındayız, bir gün polis geri gelecek. Ama bizim için orada bitmeyecek!

2017’de yapılan son seçimlerde geleneksel burjuva partiler dibe vururken[13], Fransız burjuvazisi Macron’da geçici bir çare buldu. Peki işçilerin, öğrencilerin, ezilenlerin çaresi ne olacak? Henüz tek tek kıvılcımlar yangına dönüşmemiş olsa da, her yeni eylem süreciyle, her yeni protesto dalgasıyla politik bilinç biraz daha gelişiyor ve nesnel koşullar büyük bir toplumsal patlama için gitgide hazır hale geliyor. Sermaye düzenini ve burjuva iktidarı kökten hedef alan büyük toplumsal değişim hareketleri için elbette devrimci öznelerin meydana çıkmaları gerekiyor. Şu anki sosyal hareketlerin yaşadıkları devrimci öncülük boşluğunu dolduracak somut bir güç henüz görünmüyor, fakat ‘68 hareketi de kendi devrimci öznelerini sokaklarda, barikatlarda yaratmadı mı? Siyasi canlılık ve mücadele dinamizmi sürdükçe, devrimci öznelerin gelişme koşulları daima vardır. Fransa’da hala duyulan devrimci geçmişin yankıları, açık ki, gelecek devrimci isyanların ayak sesleridir.

 

Dipnotlar

[1] ‘68 hareketi döneminde cumhurbaşkanı olan Charles De Gaulle, “Kim 246 peynir çeşidi olan bir ülkeyi yönetebilir?” demişti. Fakat ‘68 hareketi üzerinden bir sene geçmeden görevinden ayrılmak zorunda kalışının, peynirden ziyade bugün hala diri olan Fransız direniş kültürüyle alakası olmasın?!

[2] Nisan 1834’te gerçekleşen Lyon işçi ayaklanması Fransız proletaryasının ilk kitlesel ayağa kalkışlarından biridir.

[3] 1 Haziran 1968’te grevde olan Fransa’nın ikinci büyük fabrikası Sochaux Peugeot’da Fransız çevik kuvvet birimleri 2 işçiyi katletmişti.

[4] Kapitalizmin Kapitalist Eleştirisi: Bir Arayışın Çıkışsızlığı, İnan Özgür, Marksist Teori sayı 31, Mart-Nisan 2018, s. 80

[5] Kapitalizmin Varoluşsal Krizi, Arif Çelebi, Marksist Teori sayı 25, Mart-Nisan 2017, s. 8

[6] Kapitalizmin Varoluşsal Krizi, Arif Çelebi, s. 9-10

[7] En büyük sendika olan ve Fransız Komünist Partisi’ne yakın duran CGT (Genel İşçi Konfederasyonu), demiryollarında ikinci büyük sendika olan ve Hristiyan-Sağ Sosyal Demokrat çizgide duran CFDT (Demokratik Fransız İşçi Konfederasyonu), FO (İşçi Kuvveti)

[8] UNEF (Fransa Öğrencileri Ulusal Birliği)

[9] Çalışma bakanı Myriam El Khomri’nin ismiyle anılan iş yasası

[10] “Öğrencilerin yönlendirilmesi ve başarısı için yasa” şeklinde provokatif bir isim taşıyan, eğitim bakanı Vidal tarafından sunulduğu için onun ismiyle “Vidal yasası” olarak da bilen yasa, üniversiteye girişi epeyce zorlaştırıyor. Geçmişin kazanımları sonucu liseyi bakalorya denilen sınavla bitiren her öğrenci esasen istediği devlet üniversitesine gidebiliyordu, fakat yeni yasaya göre öğrencilerin internet portalı üzerinden başvurmaları gerekiyor ve kişisel başvurular notlar, tavsiye mektupları, sicil, mezun olunan okul ve sosyal arka plan gibi birçok veriyi temel alan üniversiteye bağlı bir komisyon tarafından karara bağlanıyor.

[11] Mélenchon, eskiden Sosyalist Parti’nin sol kesim liderlerindendi, 2008’de SP’den ayrıldı, Sol Parti’yi (PG) kurdu ve şu anda “La France Insoumise” (Boyun Eğmeyen Fransa) hareketinin lideridir. 2017 seçimlerinde La France Insoumise’in adayı olarak, İngiltere’de Jeremy Corbyn’in sahip olduğu programın bir benzerini ortaya koyarak, yüzde 19,5 (7 milyon) oy aldı.

[12] 2009’da kurulan NPA, sol güçleri birleştirme çağrısıyla çıktı, fakat ilk dönemden sonra üye sayısı düşmeye başladı. 2017 seçimlerinde Philippe Poutou’yu cumhurbaşkanı adayı gösterip, yüzde 1,1 (395 bin civarı) oy aldı. Başkaca troçkist örgütlerin reformist olarak nitelediği bu parti, hem sendika hareketinde hem de öğrenciler arasında belirli bir etkiye sahip.

[13] 2012-2017 arası hükümette olan Hollande’ın Sosyalist Partisi, 2017 seçimlerinde sadece yüzde 6 oy alabildi. Gençlik örgütü onu topluca terk etti ve parti artık aşılması zor bir kriz içinde. Aynı seçimlerde geleneksel sağın oyu da yüzde 20’ye düştü.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi