Devrim bir zorlamadır; zamanını doldurmuş bir düzeni yıkma, aşılması zorunlu bir durumu aşma, tarihin çarkına çomak sokarak ona yeni bir yön çizme girişimidir. Devrimci devrimi beklemez onu örgütler. Bu içinde yaşadığı koşullara ve kendine bilinçli bir müdahaledir. Kişi, ortamı altüst ederken kendini de altüst eder. Bu bir süreçtir. Bu iki yönlü bir akıştır. Birincisi kendiliğinden, devrimcinin iradesi dışında oluşan çelişkilerin olgunlaşma, toplumsal kaynaşma sürecidir; ikincisi devrimcinin bu olgunlaşma sürecini hızlandırma, bu sürece bir bilinç, yön ve hedef kazandırma çabasıdır. Bu çaba özünde pratiktir. Bu pratik, akışa dahil olmakla sınırlandırılamaz, başta da belirtildiği gibi devrim bir zorlamadır, bu aynı zamanda kitle hareketini, bilincini devrim yönünde zorlamak anlamına gelir. Bu iki yönlü akış iç içe geçmiş tek bir süreçtir. Birinin diğerini öncelemesi gerekmez. Kitle hareketi bazen sıçrar ve devrimci örgütler onun bir hayli gerisine düşebilir, bazen kitle hareketi uzun bir durgunluk dönemine girer ve bu durumda devrimci çalışma dar bir alana sıkışabilir. Önemli olan duruma göre kendini yeniden düzenlemektir. Kitle hareketi yükselirken hareketi devrime doğru yönlendirmek, hareketin durgunluk döneminde bu durgunluğa teslim olmayıp onu kırma yönünde çabalamak gerekir.
Bunlar yine de kolay pozisyonlardır. Saflar az çok belirgindir. Böyle zamanlarda kimin ilerici kimin gerici olduğu kadar, kimin devrimci kimin reformcu olduğunu ayrıştırmak da görece kolaydır. Ancak süreç olgunlaşıp devrimci bir duruma evrildiğinde oluşan yeni koşullar yeni pozisyonlar gerektirir. İlericilik gericilik kadar devrimcilik reformculuk ayrışması da eskisi kadar belirgin değildir. Çünkü bir altüst oluş yaşanmaktadır ve bu altüst oluştan ilericilerin, devrimcilerin etkilenmemesi düşünülemez. Dünün klasik ideolojik yaklaşımları, politik tutumları, teorik analizleri yetersiz kalır, şimdi yeni şeyler söyleme zamanıdır.
Hele hele Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlar için böyle zamanlarda devrimci dengeyi sağlam tutmak hiç de kolay değildir. Bir yandan toplum yatay olarak keskin bir sınıfsal ayrışma, ama aynı zamanda dikey olarak keskin bir ulusal, dinsel ve mezhepsel bölünmüşlük içindedir. “Saf sınıfsalcık” adına bu ikinci bölünmüşlüğü hesaba katmayan politik akımlar kendilerini birden saha dışında bulabilir. Emperyalistlerin petrol yataklarına hakim olma çabası ve rekabeti, yüz yıldan fazladır bölgenin kan ve ateş içinde kalmasının başlıca nedenidir. Emperyalistler bir yandan en gerici diktatörlüklerin hamisi kesilirken diğer yandan ulusal, dinsel, mezhepsel ayrışmaları rakiplerinin pozisyonunu sarsmak için kaşımaktan çekinmemişlerdir.
Emperyalistlerin bu ayrışmaları kendi lehine kullanma çabası karmaşık ilişkilerin, politik pozisyonların, iç içe geçişlerin doğmasına neden olmuştur. Bu durum, bölgedeki kendini Marksist olarak tanımlayan hareketlerin kafasını genellikle karıştırmıştır. Ulusal, dinsel, mezhepsel ayrışmaların emperyalizm tarafından yaratılmadığı genellikle unutulur. Onlar zaten vardır, emperyalistler bu çelişkilere müdahale etmek isterler, ama onların bu müdahale isteği bu çelişkilerin gerçekte olmadığı anlamına gelmez. Örneğin Ermeni ler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler ulusal ve dinsel baskı altındaydılar. Onları ezen de Osmanlı Devleti’nin Türk hakim sınıflarıydı. Onların, Türk hakim sınıflarına karşı başkaldırıları haklı ve meşruydu. Osmanlı Devleti’ni yıpratmaya çalışan emperyalist devletlerin bu halkları şu ya da bu biçimde desteklemiş olmaları, bu haklılığı ve meşruluğu gölgelemez. Elbette emperyalizmin ikiyüzlülüğü teşhir edilmeli ve emperyalistlerden medet ummanın ezilen halklara fayda getirmeyeceği belirtilmelidir. Ama ezen ulusun devrimcisine düşen asıl görev bu mudur? Emperyalizmin teşhiri, ancak ve ancak bu ezilen halklarla ittifak içinde kendi egemen ulusuna karşı savaşmakla birleşirse anlamlı olur. Gerisi, solculuk adına hakim sınıfların çıkarlarını korumak ve egemen ulus milliyetçiliği yapmaktır.
Ermeniler gibi Araplar da emperyalizmle işbirliği yapmakla itham edilmemişler midir? Osmanlı Devleti’nin zalim politikaları bir yana bırakılır ve dikkatler İngiliz Lawrence hikayelerine çekilir. Böylece Araplar bir iradeden yoksun, onun bunun oyuncağı olmaya meyilli bir ulus olarak resmedilir ve aşağılanır. Tam bir hakim ulus tavrı bu. Sanki Arap ulusal sorunu yokmuş da, Osmanlı zalimliğine karşı Araplar isyan halinde değilmiş de Lawrence denen bir İngiliz ajanı durup dururken onları kışkırtmış gibi yansıtılarak Arap ulusal kurtuluş mücadelesi yok sayılır.
Tıpkı Kürt ulusal mücadelesine kimi çevrelerin yaklaşımı gibi. Kürtler, hakim ulusun politik temsilcileri tarafından işbirlikçi aşiret reislerinin peşine takılan cahiller olarak hikaye edilmedi mi? Hakim ulusun solcuları da yıllarca aynı teraneyi okumadılar mı? Mesela Şeyh Sait isyanı, Dersim isyanı, Ağrı isyanı, dönemin TKP’si tarafından gerici ayaklanmalar olarak nitelendirilerek Kürtlerin soykırımdan geçirilmesi ilericilik adına alkışlanmadı mı? Bu sıradan bir değerlendirme hatası mıydı, yoksa hakim sınıfların suçuna ortak olmak mıydı?
Ne yazık ki daha inceltilmiş biçimler alsa da bu suçu işlemeye devam edenler var hala. Günümüz TKP kanatları ve Halk Cephesi’nin Kobane direnişine karşı tutumları tam da bu anlama gelmiyor mu?
Bunlar bir yana, kapitalist emperyalizmde meydana gelen değişimleri hesaba katmayanlarda zemin kaymalarının yaşanması kaçınılmazdır. Dün antikomünizm temelinde dizayn edilmiş bir kapitalist emperyalizm vardı. Sömürgecilik yıkılsa da yerini emperyalizme bağımlılığın yeni biçimi olan yeni sömürgecilik alıyordu. Buna karşın emperyalizmden bağımsız, “ulusal kalkınmacı” bir ekonomik düzeni, hiç değilse belli bir müddet yürütmenin koşulları henüz vardı. Bu nedenle bu tipten bir “ulusalcılık” temelinde antiemperyalist karakterli burjuva, küçük burjuva politik akımların, sosyal kurtuluş mücadelelerinin doğması normaldi. Doğal olarak, antikomünizme kapılmayan ve yeni sömürgeci bağımlılık ilişkilerini reddeden ülkeler ve politik akımlar antiemperyalizm temelinde değerlendiriliyordu. Kuşkusuz işgalciliğe ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden ya da halkçı bir ulusalcılığı program edinen bu tür akımlar bugün de var ve doğabilir ama görünüşte şu ya da bu emperyalist devletle çatışmaya girse de bugün pek çok “ulusalcı” akım, emperyalist küreselleşmeye gerici bir tepkinin ürünüdür, bunların pek çoğu burjuva milliyetçi gerici ve faşist karakterlidir.
Günümüzde siyasi zemini antikomünizm olan emperyalist devletler ve ona bağımlı ülkeler yok. Onun yerini sermayenin özgürce dolaşımının önündeki engelleri kaldıran hakim emperyalist devletler ve tekeller ile onlara kapılarını açan bağımlı ülkeler zinciri var. Emperyalizm, bir dış olgu olmanın ötesinde bir iç olgu haline gelmiş durumda. İç hakimiyetleri sarsılan kimi burjuva sınıf tabakalarının emperyalist küreselleşmeye tepkisi gerici-faşist bir ulusalcılık olarak siyasi bir kimlik kazanabiliyor; konumları sarsılan küçük burjuvalar ve emekçi tabakalar bu gerici siyasi akımın etrafında toplanabiliyor. Bu değişimleri görmeyenler, emperyalist küreselleşmeye duyulan bu gerici “ulusalcı” tepkiyi antiemperyalizm olarak yorumlayabiliyor, sırf hakim emperyalist devletlere karşı çıkmak adına bu gerici burjuva milliyetçi güçleri destekleyebiliyorlar. Bugün Esad’a antiemperyalist payesi biçerek ona sahip çıkan TKP kanatları ve Halk Cephesi bu durumda değil mi?
Bu her iki yanılgı, devrimcisinden reformcusuna pek çok sol akımın hakim ulus milliyetçiliğinin ve gerici burjuva ulusçuluğunun dümen suyuna girmesine neden oluyor. TKP kanatlarının ve Halk Cephesi’nin içine düştükleri trajik durum bunun çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor.
Hakim Ulus Kibri Sömürgeci Aklı
Sol.org’taki tartışmalara şöyle bir göz atmak bile hakim ulus kibrinin nasıl hala canlı olduğunu anlamaya yeter.
Yazarlardan biri (Müge Tanbay Erdem) “Bıji Serok Obama” koymuş yazısının başlığını. Koca bir halkın aklından başlıktaki bu sözlerin geçtiğini iddia edebiliyor. Yüz yıldır başkaldırı halindeki bir ulusa söyleniyor bunlar, yüz yıldır soykırımlardan geçirilmiş bir halkın aklı böyle okunuyor işte. Yüz yıl önce emperyalizm tarafından dayatılan sınırları parçalamak için var gücüyle savaşan, parçalanmış yurtlarını yeniden birleştirmek için çarpışan, ülkesini emperyalizmin onayı ve himayesi altında sömürgeleştiren bölgedeki sömürgeci devletlere karşı yediden yetmişe başkaldıran bir halka yapılıyor bu hakaret. Solculuk adına bir ulus böyle aşağılanıyor.
“Kobane’nin ideolojik duruşunu nasıl kodlarsınız?” diye soruyor yazar ve devam ediyor: “Benim aklıma sadece IŞİD karşıtlığı geliyor. Mesela toptan bir gericilik karşıtlığı yok. Emperyalizm karşıtlığı yok. Hükümet karşıtlığı yok.”
Bir insanın bunları yazabilmesi için aklının kör olması ya da beynini sömürgecilere kiralamış olması gerekiyor. Çünkü gerçekler, ancak bu kadar görmezden gelinebilir ya da çarpıtılabilir. IŞİD saldırmadan çok önce Kobane kantonu kurulmuştu. Peki nasıl olmuştu bu? Esad diktatörlüğüne karşı başkaldıran Arap halkına Kürtler de katılmıştı ve Suriye’nin ilerici bölükleri ile ortak bir cephede buluşmuşlardı. Ne var ki emperyalistler ve bölgedeki gerici devletler, halk hareketine müdahale ederek onu kendi çıkarlarına alet etmek istediler. Bu müdahaleyle birlikte halk hareketi üçe bölündü, bir bölümü emperyalistlerin ve bölgedeki gerici devletlerin işbirlikçisi haline geldi, bir kısmı emperyalistlerin işe karışmasına tepki koymak adına Esad’la ittifak yaptı. Merkezinde Rojava Kürtlerinin durduğu diğerleri ise ne emperyalistlerin güdümüne girdi, ne de Esad gericiliğine boyun eğdi; bunlar üçüncü bir yol açtılar. Üstelik bu salt emperyalizm, Esad ve her türden gericilik karşıtlığı olmanın ötesinde ilerici, sosyalizan temelde yeni bir toplum inşasına yönelen bir yoldu. Rojava tüm gerici güçlerin karşısına dikilmiş, emperyalistlerin, bölgedeki gerici devletlerin ve gerici çetelerin planlarına çomak sokmuştu.
Peki sömürgeci Türk burjuva devletinin/hükümetinin pozisyonu neydi? Gerici çeteleri Rojava’ya saldırtarak devrimi daha doğum aşamasında boğmak değil miydi? Tampon bölge dayatmasıyla Rojava’yı işgal etme hevesinde değil miydi? Rojava direnişi, bu sömürgeci hevesleri boşa çıkarmadı mı?
Tüm bunlar henüz IŞİD Kobane’ye saldırmadan gerçekleşmişti. Yani, daha IŞİD gündemde değilken Rojava Kürtleri emperyalizme, Esad’a, Türk devletine ve her türden gericiliğe kafa tutuyordu. IŞİD sonraki hadise. Kobane’deki büyük direniş dünyanın gündemine oturdu, emperyalistler Kobane’ye saldırı halindeki IŞİD mevzilerini bombalamaya mecbur edildi. Başlangıçta ne emperyalistler ne de Barzani, Kobane’ye yardım çağrılarına yanıt vermişti. Onlar için Kobane’nin hiçbir önceliği yoktu. Dahası Kobane ve Rojava’daki yeni oluşumun yıkılmasını ya da kendi istekleri doğrultusunda yeniden şekillenmesini istiyorlardı. Kobane ve Rojava yönetimi en zor anlarında dahi bu şantaja boyun eğmedi. Sonuçta emperyalistler de Barzani de Rojava halkının iradesini tanıyarak yardım etmeye mecbur kaldı, aksi takdirde Barzani Kürt halkı nezdinde, ABD de dünya halkları nezdinde rezil rüsva olacaktı.
Bakûr (Kuzey Kürdistan) bu sürece serhıldanlarla katıldı, Sömürgeci burjuva Türk devletinin hükümetine karşı ayaklandı. Kobane’nin düşmesine Rojava’nın yıkılmasına izin vermedi. Faşist devletin kontra güçlerinin ve işbirlikçi gerici çetelerin ayaklanmayı kanla bastırma girişimlerine rağmen geri çekilmedi, hükümetin planlarını boşa çıkardı.
Tüm bunları bir TKP’li kafa nasıl okuyor yukarıda gördük. Öyle anlaşılıyor ki cumhuriyet sonrası 1920’lerin 30’ların TKP’sinden bugüne değişen pek bir şey olmamış: hakim ulus kibri/sömürgeci akıl.
Öneri: Cumhuriyete teslimiyet Önerilerinde de bir değişiklik yok. O gün de Kürt isyancılarını cumhuriyete teslim olmaya çağırıyorlardı, bugün de.
Bir başka yazar (Ahmet Çapar) yine Sol.org’da şunları yazıyor: “Haziran’la Kobane buluşur mu bilmem. Ama buluşurlarsa tarihsel kazanımlar en asgari ideolojik nokta kabul edilmeli. Zemin sağlamsa ancak ileriye sıçrayabiliriz”.
Neymiş bu tarihsel kazanımlar, bakalım: “laiklik, cumhuriyet, bağımsızlık”. İşte “sağlam zemin”!!!
Cumhuriyet laikliğinin ne menem bir şey olduğunu geçelim. Hazirancılara ve Kobanecilere önerilen cumhuriyet nasıl bir cumhuriyettir? Bu cumhuriyetin hiç değilse 1930’larda alenen faşist bir diktatörlüğe dönüştüğünü artık bilmeyen kaldı mı? 1925’ten itibaren politik özgürlüğün kırıntılarının dahi ortadan kaldırıldığı bir cumhuriyet değil miydi bu? Bu dönemde kafatası ırkçılığı şaha kalkmamış mıydı? Kürtlerin dilini bu cumhuriyet yasaklamamış mıydı? Kürtlerin ulusal varlığı bu cumhuriyet tarafından yok sayılmamış mıydı? Kürt ulusu soykırım ve sürgünlere tabi tutularak Kuzey Kürdistan toprakları bu cumhuriyet tarafından sömürgeleştirilmemiş miydi?
Şu “sağlam zemin”e bakın hele!
Irkçı faşist sömürgeci cumhuriyet, Haziran’cılarla Kobane’cilere buluşma zemini olarak öneriliyor, hem de solculuk adına, komünistlik adına.
Hazirancılarla Kobaneciler bu zemine ancak tiksintiyle bakabilirler. Onların yegane buluşma noktası bu zemini birlikte yıkma girişimidir. Ancak bu zemine ortak saldırıda buluşabilirlerse aynı amaç doğrultusunda birleşmiş olurlar, çünkü onları bir birınden koparan, ayıran bu zemindir.
Mesele Ne?
“Mesele bir kaç sandık silah ve ilaç değil” diyor, Aydemir Güler.
Oysa pratikte mesele tam da bu. Kobane kuşatma altında. Halk canını dişine takmış direniyor. IŞİD çeteleri ağır silahlarla saldırıyor, direnişçilerde ise yeterince hafif silah bile yok.
En büyük ihtiyaç silah ve yaralılar için ilaç. Ancak Türkiye üzerinden bir koridor açılabilirse bunlar ulaştırılabilir. O nedenledir ki silah, ilaç ve koridor açılması talebi yükseltildi. Ama sömürgeci Türk burjuva devleti bu talebe sonuna kadar direndi, Kobane direnişinin kan içinde boğulmasını bekledi. Emperyalist koalisyon da bu talebe başlangıçta kulak tıkadı. Ama talep dünya halklarına mal olunca dikkate almak zorunda kaldılar. Mesele bu!
Ne ki, A. Güler ve partisi için mesele başka. Onlar sömürgeci Türk devletinin sınırlarını, çıkarlarını ve varlık hakkını korumanın derdinde.
Kobane serhildanı sonrası yaptıkları resmi açıklama bunu kanıtlıyor.
11 maddelik Merkez Komitesi açıklamasında neler var?
“IŞİD, ÖSO vb. örgütlerle mücadele konusunda Şam yönetimiyle işbirliği yapılmalıdır; IŞİD ile mücadelede Şam’ı dışarıda tutacak planlara ve bu yöndeki taleplere son verilmelidir” deniyor. Açıklama bu minvalde devam ediyor.
Ne zaman ve ne için yapılıyor bu açıklama? Kobane için yapılan 6-78 Ekim ayaklanmasının hemen ardından. Ayaklanmanın başlıca talebi neydi? Kobane’ye acilen silah, ilaç ve yiyecek ulaştırılması ile bu ulaşımın gerçekleşmesi için Koridor açılması.
Gel gör ki, KP’nin açıklamasında bu talebin izi bile yok. Belli ki onların böyle bir derdi yok. Onların yegane meselesi “Cumhuriyeti korumak”, sömürgeci sınırlara sahip çıkmak;
Kobane’nin savunulmasıymış, ilaçmış, silahmış onların derdi değil. Kürt halkı vahşi bir soykırım tehdidi ile karşı karşıya iken, onlar silah ve ilaç isteğinin altında komplolar arayacak kadar bilinç felcine uğramış durumdalar.
Evet doğru, mesele yalnızca bir kaç sandık silah ve ilaç değil, mesele onur ve özgürlük için can bedeli savaşan bir halktan yana emperyalizme ve sömürgecilere kafa tutmak, hakim ulus çıkarlarına karşı ezilen ulusun yanında saf tutmaktır. Gel gör ki Gülerlerin böyle dertleri yok, onların varsa yoksa derdi sömürgeci cumhuriyetlerini korumak.
Kargalar Kime Güler?
Sol.org’un bir başka yazarı (Erhan Nalçaer) bakın neler diyor. Yazar, ABD’nin işlediği suçları arka arkaya sıraladıktan sonra devam ediyor; “Ve Kobane’ye yukarıdan silah yardımı yapıyor. Barzani Türkiye yoluyla Kobane’ye asker gönderiyor. Bunun enternasyonalizm olduğuna mahallesinde makul bir kütüphane bulunan herhangi bir karga bile güler. Buna enternasyonalizm değil emperyalizm deniliyor biliyorsunuz.”
Bunun enternasyonalizm olduğunu kim söyledi?
ABD silah yardımı yapmaya mecbur kaldı, Barzani de asker göndermeye. Peki, TKP kanatları neden silah yardımı ve asker gönderme talebini yükseltmedi? Tartışılması gereken asıl konu bu değil mi?
ABD yardımı enternasyonalizm olmuyor, bu doğru da, TKP kanatlarının pozisyonu, Kürtlerin soykırımına, Rojava’daki ilerici toplumsal inşanın yerle bir edilmesine seyirci kalmak ne oluyor? Cumhuriyeti korumayı, stratejisinin odağına koyan bir partinin enternasyonalizmden dem vurmasına kargalar ne der acaba bir sormalı.
Abd Niçin Silah Yardımı Yaptı?
Kobane kuşatma altında varlık yokluk savaşı verirken dünya halklarının yükselttği yardım çağrılarını Obama “Kobane stratejik önceliğimiz değil” diyerek geçiştirmişti. Yine Dışişleri Bakanlığı sözcülerinden biri “kimse Kobane’nin düşmesini istemez ama önceliğimiz petrol rafinerileri gibi yerlerin kontrolünü sağlamaktır” demişti. ABD yönetimi bu tutumunu haftalarca sürdürdü. ABD emperyalizminin pozisyonu buydu.
Ne var ki ABD, pozisyonunu değiştirmek zorunda kaldı. Bir Pentagon yetkilisi bu zorunda kalmayı “YPG savaşçılarının cesaret ve yiğitlikleri, onlara silah yardımı yapmamıza yol açtı. Çünkü YPG güçlerinin yürüttükleri savaş ve direniş tüm dünyanın gözlerini buraya çevirdi” sözleriyle izah etmişti.
Hiç kuşkusuz ABD’yi ilgilendiren YPG’lilerin cesaret ve yiğitlikleri değildi. Rojava’nın üçüncü bir yolu seçerek ABD öncülüğünde oluşturulan koalisyona katılmaması ABD’nin planlarını bozduğu için, Kobane’nin düşmesiyle Kürtlerin koalisyona katılmaya mecbur kalması ABD’nin başlıca beklentisiydi, onun emperyalist çıkarı bu yöndeydi. Ama direniş ve silah talebi dünya halklarına öyle mal oldu ki, ABD buna bir biçimde yanıt vermeseydi rezil rüsva olurdu. Ezidi katliamına seyirci kaldıktan sonra Kobane’ye yardım etmeyerek muhtemel bir soykırıma ortak olmakla itham edilmek, ABD’nin emperyalist çıkarlarına uygun olmayacaktı.
Halk Cephesi Hangi Cephede?
Halk Cephesi de TKP kanatları gibi sosyal şoven ulusalcılık kulvarında yol almaya devam ediyor. Kobane’ye karşı takınılan tutum bu gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. Kobane kuşatma altındayken uzun müddet sesi bile çıkmadı bu akımın. Ancak olaylar Türkiye’de bir ayaklanma hali aldıktan sonradır ki bi zahmet kendilerini gösterdiler. O da nasıl bir gösterişse varlıkları ile yoklukları bir oldu. Çatışmaların şiddetli anında ortalıktan kayboldular. Tabi ki bu çatışmaktan duydukları korkudan değildi, ama çok daha derin, iliklerine kadar sinmiş bir başka korkunun esareti altındaydılar: Kürt kuyrukçusu olma korkusu.
Nedense hakim burjuva ulus milliyetçiliğinin kuyrukçusu olmaktan korkmadılar hiç. Oysa onların kuyruğuna takılmış gidiyorlar. Daha kötüsü bunun farkında bile değiller. Onlar hala en ilkeli devrimci duruşu sergiledikleri kanısındalar.
Hakim burjuva ulus milliyetçiliği, burjuva Türk ulusalcılığı ile sınırlı olmadığı gibi yeni de değil. Miloseviç Yugoslavya’daki Müslümanları soykırımdan geçirirken onlar Miloseviççi idi. Derken Kürtleri soykırımdan geçiren Saddam’ın savunucusu olarak çıktılar karşımıza. Bu tutumlarından hala övgüyle bahsedebiliyorlar. Onlara göre denklem basitti: Emperyalizm yeterince hakim olamadığı devletleri ulusal, dinsel ve mezhepsel ayrılıkları kışkırtarak parçalamak istiyordu. Klasik böl-parçala-yönet stratejisi devredeydi. Bu durumda, ulusal ya da dinsel-mezhepsel hakları için ayağa kalkanlar emperyalizmin hizmetinde ya da ondan medet uman küçük burjuva-burjuva milliyetçisi oluyordular, onlara karşı devlet terörü uygulayan gerici faşist rejimler de antiemperyalist oluyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, ABD karşıtlığını merkeze koydular. Bu merkezde kalarak politik pozisyonlarını belirlediler. Bu merkezden kim uzaksa onları emperyalizmden medet ummakla itham ettiler.
Oysa sağlarına sollarına biraz baksalar kimlerle yanyana düştüklerini görür belki kendilerine gelirlerdi.
Antiabd’cilik Antiemperyalizm Değildir
Halk Cephesi ve Yürüyüş dergisi, antiABD’ciliği politik pozisyonlarının merkezine oturtmuş durumdalar. İttifak politikalarını bu pozisyon belirliyor. Onları bataklığa sürükleyen de bu tutumları oluyor.
ABD’nin emperyalist olduğu açık da, her ABD karşıtının antiemperyalist ya da ilerici olmadığı da açık. Miloseviç ya da Saddam bir dönem zorunlu olarak ABD karşıtlığına kaydılar, bu onları kendi başına ne antiemperyalist ne de ilerici yapar. Her ikisi de halk düşmanı birer diktatördü. Esad’ın konumu da onlardan farklı değil. Bir dönem ABD ile uzlaşı içinde iktidarlarını sürdüren bu diktatörler, bu uzlaşının koşulları ortadan kalktığında kendi burjuva gerici diktatörlüklerini sürdürmek adına ABD ile karşı karşıya geldiler.
Bir kısım Ergenekon’cu da Türkiye’de aynı pozisyona düşmedi mi? ABD’nin dünkü en has uşakları birden “ortak düşman Amerika”cı kesilivermedi mi?
Yalnızca Ergenekon’cular değil, Türk burjuva ordusu ve iktidar partisi AKP de Rojava ve Kobane söz konusu olduğunda bölgesel hegemonya düşleri ve Kürt Özgürlük Hareketine duydukları düşmanlık nedeniyle ABD’nin zorunlu kaldığı yeni politikalara muhalefet etti; IŞİD’e el altından yardımları sürdürdü, Koridor açılmasına uzun süre direndi.
TSK’nın tutumunu emekli orgeneral Emin Başer “Türk silahlı kuvvetleri ABD planına karşı koyuyor” diye yazarak duyuruyordu (Hürriyet, 22 Eylül 2014).
Perinçek konuya dair şu değerlendirmeyi yapıyordu: “TSK ve sermaye sınıfı dahil milli güçler, Türkiye’nin ABD planına teslim olmasına karşı çıkıyor. Çünkü bu sürecin Türkiye’yi kargaşalığa ve bölünmeye götüreceğini saptıyorlar.”
İşte, TKP kanatları ve Halk Cephesi nesnel olarak bu şoven gerici burjuva Türk ulusalcı cepheyle aynı siperde buluşuyorlar. Perinçek’in deyimiyle “milli güçler”in çekim alanına kayıyorlar.
Emperyalizm Kadiri Mutlak Mı?
“Emperyalistler uzun süren görüşmelerden kendi politikalarına destek almadan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir parçası olmayı kabul ettirmeden hiçbir yardımda bulunmazlar” diyor, Yürüyüş.
Niye öyle olsun. Emperyalistlerin, gerici bölge devletlerinin bir iradesi, gücü varsa ezilenlerin de bir iradesi, gücü var. Ezilenlerin bu gücü ve iradesi belli koşullar altında emperyalistleri hiç de istemedikleri bir tutum almaya zorlayabilir. Devrimciler emperyalistler arasındaki, emperyalistlerle gerici bölge devletleri arasındaki, gerici güçlerin birbiri arasındaki çelişkileri devrim lehine bir olanağa çevirebilir. Nitekim olan da budur. Kapitalizm can çekişiyor. Burjuvazi iktisadi, siyasi ve ideolojik bunalım içinde debeleniyor. Bu koşullar altında emperyalizme pekala geri adım attırılabilir, emperyalistler zevahiri kurtarmak için kimi tavizler vermek zorunda kalabilir. Kobane’de yaşanan budur.
Yürüyüş’e kalırsa IŞİD “emperyalistlerin yarattığı ve besleyip büyüttüğü” bir oluşumdur. Emperyalizm böyle güçlüdür işte! İstediği zaman istediği büyüklükte bir örgüt yaratabilir, onu besleyip büyütebilir ve çıkarları doğrultusunda istediği gibi kullanabilir; işi bitince de buruşturup çöpe atabilir. Oysa IŞİD gerçeği durumun hiç de bu kadar basit olmadığının kanıtı. Konuyla ilgili ayrıntılar yandaki sütunlarda ve diğer yazılarda okuyucuya sunulduğu için geçelim. Herşeyi emperyalistlerin komplosuyla açıklamak bazen insanları ve örgütleri en uç noktalara savurabiliyor. Mesela ulusalcı faşistlerden Soner Yalçın’a göre “IŞİD; Büyük Kürdistan’ı kurmak için var gücüyle çalışıyor”. Yani, aslında her şey tezgah, her şey oyun.
Kim Çareyi Nerede Görüyor?
Yürüyüş sosyal şoven burjuva Türk ulusalcılığı bataklığına iyice gömülmüş durumda. Yürüyüş Marksist Leninist komünistleri faşizmden, emperyalizmden medet ummakla eleştirecek kadar batmış halde. “Marksist Leninist komünistler çareyi yine de AKP’de görüyor... Yani, daha açık bir deyişle çareyi faşizmde görüyor, emperyalizmle kurulan ilişkilerde görüyor.” (26 Ekim 2014, Yürüyüş internet sayfası)
Kobane’de, Şengal’de YPG saflarında IŞİD çetelerine karşı savaşmak, Rojava devrimine, 6-8 Ekim serhıldanına katılmak Yürüyüş dergisine göre faşizmden ve emperyalizmden medet ummak demektir.
Yazık!.. Gerçekten yazık!
Eğer denklem böyle kurulacaksa insana sorarlar: Rojava devrimini kim yerle yeksan etmek istedi? AKP, TSK, burjuva gerici Türk ulusalcı faşistleri. Bu çevrelerin hepsi YPG’yi, Rojava yönetimini ABD işbirlikçiliği ile itham ederek, asıl amacın ABD kuklası bir Kürdistan kurmak olduğunu ileri sürmedi mi? Halk Cephesi ve Yürüyüş de YPG’yi işbirlikçilikle, Rojava yönetimini ve Kobane direnişini BOP’a teslim olmakla suçlamadı mı?
Şimdi üstüste koyalım bakalım: bu cephe neyin cephesi? Halk Cephesi kiminle yanyana?
Yine de biz denklemi böyle kurmuyoruz. Bu yanyana gelişin bilinçli bir tercihin ürünü değil siyasi bir yanılgının sonucu olduğunu düşünüyoruz. Halk Cephesi bu yanılgıdan kendisini hızla sıyırmaldır. Aksi takdirde bugünkü nesnel yanyana düşme hali yarın çok daha derin ve içinden çıkılmaz boyutlar alabilir ve bir bilinç biçimine dönüşebilir.
Kobane Devrimdir
Rojava ve Kobane, Türkiye ve Kürdistan devriminin bir parçası; Ortadoğu devriminin bir adımı, dünya devriminin bir üssüdür. Marksist Leninist komünistler bu bilinçle katıldılar devrime. Bu devrime katılmayanlar devrimin dışına düşmüş olacaklar, sözleri ne denli sert olursa olsun, bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Işid Gerçeği
IŞİD nasıl oldu da bu kadar büyük bir güce ulaştı?
IŞİD nasıl oldu da bu kadar saldırganlaştı?
Emperyalist koalisyonun bombardımanına rağmen, IŞİD nasıl oluyor da aynı anda bir kaç cephede savaşmaya devam edebiliyor?
Bu sorulara genellikle iki yanıt veriliyor.
İnsanların en çok hoşuna giden ve en yaygın yanıta göre; IŞİD’i emperyalistler yarattı, ama yarattıkları bu canavar sonradan kontroldan çıktı, emperyalistler de şimdi onu yeniden kontrol altına almaya çalışıyor. Tipik bir Frankenştayn hikayesi.
İkinci yanıt, nesnel olguları hesaba katan bir açıklamayı içeriyor olma iddiasında: Deniyor ki, ABD öncülüğündeki emperyalist güçler Saddam rejimim devirince bir otorite boşluğu ortaya çıktı, devlet egemenliği yerini mezhep egemenliği uğruna çatışmalara bıraktı. Sistemden dışlanan Sünniler IŞİD önderliğindeki silahlı kuvvetlerin toplumsal dayanağını oluşturuyor.
Her iki açıklama da kimi olgulara dokunsa da gerçeği bütünüyle ortaya sermekten uzak.
Birinci yaklaşım, emperyalistlere olmadık bir güç atfediyor, onları her şeye kadir, istediği zamanda ve istediği yerde oyuncaklar yaratan, ya da herkesi oyuncağa çeviren bir oyun kurucu olarak resmediyor. Hiç kuşkusuz ABD ve bölgedeki kimi gerici devletlerin Suriye’deki Esad rejimini yıkmak için savaşan güçleri birleştirmeye çalıştıkları, onlara para, silah ve askeri danışman desteği verdikleri doğrudur. Tüm bu desteklerden IŞİD’in de faydalandığı açıktır. Bilhassa Türkiye devletinin IŞİD’e büyük destek verdiği de inkar edilmez bir gerçek. Fakat bunlar, IŞİD’in kontrolden çıkmış bir oyuncak olduğunu kanıtlamaya yetmez, olsa olsa emperyalistlerin ve gerici bölge devletlerinin IŞİD’ı kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri bir oyuncu haline dahi getiremediklerini gösterir. IŞİD, emperyalistlerin ve işbirlikçi devletlerinin gücünün değil güçsüzlüğünün ifadesidir.
İkici yaklaşım, gerçeğe biraz daha dokunuyor gibi. Ortada bir devlet otoritesi boşluğu olduğunu, mezhepler üzerinden bölgesel hegemonya mücadelesinin şiddetlendiğini kim inkar edebilir? Ama bunlar IŞİD’in ortaya çıkmasının nedenleri değildir, çünkü otorite boşluğu ve şiddetlenen hegemonya mücadelesi de belirli koşulların yarattığı bir sonuçtur. IŞİD de bu sonuçlardan biridir. Dolayısıyla, IŞİD’i ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ve mali-ekonomik sömürge haline getirmesinin bir sonucu olarak açıklamak yetersiz olur, çünkü bu açıklama dünya çapında meydana gelen değişimleri hesaba katmaktan uzaktır.
İki Yeni Olgu
2008’den bu yana kapitalist emperyalizmin günümüzdeki ifadesi olan emperyalist küreselleşme, iktisadi, siyasi ve ideolojik bunalıma saplanmıştır. Bir başka deyişle kapitalizm bir genel bunalımın, bir varoluş krizinin pençesine yakalanmıştır. Bu krizin dolaysız sonucu kapitalist ekonominin bir avuç ultra zengin dışında kimseyi tatmin etmemesi, emperyalist devletlerin ve işbirlikçilerinin eskisi gibi yönetememesi ve burjuva ideolojisinin eski hegemonyasını yitirmesidir. Kapitalizm güç kaybettikçe, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin otoritesi zayıflamaktadır. Bu, dünya çapında bir olgudur. Bu olgunun öncelikle sınıfsal ve toplumsal çelişkilerin en keskin olduğu yerlerde uç vermesi doğaldır.
İkincisi, kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ve bunu çeşitli türden başkaldırılarla dile getirmesidir. Bu da, kapitalizmin varoluşsal krizinin dolaysız sonuçlarından biridir. Bu başkaldırıların bazen barışçıl büyük kitle gösterileri, bazen kitle şiddeti ve öfke patlamaları, bazen de doğrudan silahlı mücadele biçimi aldığı görülüyor. Bu da dünya çapında bir olgudur. Çelişkilerin en keskin olduğu yerlerde bu olgunun en şiddetli biçimde uç vermesi kaçınılmazdır.
Bu iki belirleyici olgu, hesaba katılmadan yapılan hiçbir açıklama diğer olguları ne denli hesaba katıyor olursa olsun nesnel gerçeği yeterince ifade etmeyecektir.
Kurtuluş Arayışı
Belirli bir toplum biçimi varoluşsal bunalıma saplandığında o toplum biçimini o güne kadar ayakta tutan iktisadi, siyasi ve ideolojik biçimler hegemonik işlevini yitirmekle yüz yüze kalır. Böyle bir durumda egemen sınıfın tüm gücüyle mevcut durumu korumaya çalışacağı açıktır. İşsizlik ve yoksulluk artıkça yürürlükteki ideolojik aygıtlarının etki gücü zayıflayan egemen sınıf siyasi gericiliğe daha sıkı sarılacaktır. Buna karşın, aynı bunalım koşullarında ezilenler arasında iki tür kurtuluş arayışı boy verecektir. Bunlardan birincisi tarihin derinliklerine dönmektir, ikincisi ise yeni bir toplumsal düzen arayışıdır. Birincisi gerici, ikincisi aynı duruma ilerici bir tepki hareketidir.
Feodal dönemin çöküş çağı bunun en tipik örneğidir. Kokuşmuş feodal hegemonyaya karşı ezilenler arasında iki eğilim boy vermişti: Birincisi Hristiyanlığın doğuş çağındaki yaşam tarzına ve toplumsal hayata özlem, ikincisi toplumsal demokrasi arayışında ifadesini bulan yeni bir toplum kurma isteğiydi. Nihayetinde her ikisi de mevcut durumdan hoşnutsuzluğun ürünüydü, her ikisi de varoluşsal krize saplanmış olan feodal toplum biçiminden kurtuluş arayışıydı, her ikisi de daha eşitlikçi bir düzen isteğini dile getiriyordu. O dönem egemen Hristiyanlığın karşısına dikilen kurtuluşçu Hristiyan akımların yoksullar arasında büyük ilgi görmesinin nedeni buydu.
Bir başka deyişle; ezilenlerden bir bölümü tarih çarkını geriye çevirerek kurtulabileceklerini düşünüyor, diğerleri ise mevcut tarihi yıkarak yeni bir tarihsel süreç yaratmaya yöneliyorlardı.
Radikal İslami akımların son 20-30 yılda hızla güç kazanması da çürümekte ve kokuşmakta olan yürürlükteki kapitalist emperyalist dünya düzenine tepkinin ifadesidir. İçten içe çürümüş ve gerçekte sosyalizmi inşayla ilişkisi kalmamış Varşova Paktı’nın çökmesi, onun dışındakilerin de kapitalist yola dümen kırması, yığınlar nezdinde sosyalizmi bir kurtuluş yolu, ideolojisi olmaktan çıkarmıştı. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte bağımlı ülkeler için burjuva modernleşme yolunda kalkınma imkanı da ortadan kalkmıştı, çünkü sermayenin dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılması, iç pazarın bütünüyle emperyalist tekellerin denetimine geçmesi anlamına geliyordu. Bu koşullar altında, Müslüman halklar arasında radikal politik İslam hızla yükselişe geçti.
Bir zamanlar emperyalist devletler ve onların uşakları Müslüman halkların sosyalizme yönelmelerini engellemek için politik İslamı akımları desteklemiş ve teşvik etmişlerdi. Yine de bugünkü yükselişi bununla izah etmek yanlış olur. Kuşkusuz bu dönemin bir birikimi var ama bugün belirleyici olan yukarıdaki yeni koşullardır.
Kobane: Umut Çiçeği
Rojava devrimi ve Kobane direnişi, özgürlük ve toplumsal kurtuluş özleminin yeniden cisimleşmesidir. Bu nedenle bu sıradan bir direniş değil, ezilenlerin, işçi sınıfının tarihe bir müdahalesidir. Önüne gelen herşeyi ezip geçen IŞİD’in Kobane duvarına çarpmasının asıl nedeni budur. Şimdi yeni bir tarih yazılıyor. Sosyalistler, komünistler, ilericiler bu tarih yazımına tüm fiziksel ve zihinsel yetenekleri ile katıldıkları ölçüde kapitalist emperyalizmle birlikte tarih tekerleğini geriye çevirmeye çalışanları da yerle yeksan edecektir.