“Gerçek şu ki, bir kadın olarak benim ülkem yok. Bir kadın olarak bütün evren benim.” Virginia Woolf
Aydınlanma döneminin yazarlarından Thomas Hobbes, insan doğasının sürekli savaş halinde olduğunu, bunun için güçlü bir yapının onu yönetmesi gerektiğini söylemişti. Esasında Hobbes, kapitalizmin bir sonucu olan ve burjuvazinin kendi pazarını çevreleyip güvenceye almasının kurumsal yapısını ifade eden ulus-devlet olgusunu teorize etmişti. Onun “Leviathan - Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti” adlı eserinde sistematikleşen bu teorinin, faşizmin temel ideolojik kaynaklarından biri olduğu tespit edilebilir.
Biyolojik determinizmden beslenen “güç” kavramsallaştırması, “zayıf” olan her şeyin üzerinde bir iktidar kurulmasını gerektirmekteydi. Nitekim kapitalizmin ilksel sermaye birikimini güvencelemesi ve bu noktada ulus-devleti hedeflemesi ile birlikte, bu kez sermaye kadını metalaşmaya, kapitalizm için işgücü yetiştirilmesi ve bakımına, ucuz işçiliğe mahkum etti, ataerkilliği bu amaçla devam ettirdi. Bu bağlamda ataerkilliğin de kapitalist sisteme varoluşsal bir zemin sağladığını eklemek gerekir. Zira “zayıf cins” olarak kadını baskı altına alıp köleleştirmeyen hiçbir sömürücü sistemin yaşama şansı da kalmaz.
Dahası, modernizm ile birlikte din de, sistemin kalıplarına göre şekillenip kadının “zayıf” doğasını tanrısal boyutta kutsamaya devam etti. Buna göre, kadının üreme organlarının tek işlevi çocuk doğurmaktı. Bunun dışına taşanların akıl almaz vahşetle yok edilmelerinin gerekliliği de böylece ortaya konulmuş oldu. Milyonlarca kadının “cadı avı” adı altında yok edilmesiyle ulus-devlet temeline güçlü bir harç taşındı. Kadınların binlerce yıldır oluşturduğu bilgi birikimi ve görece özgür alanları da büyük oranda yok edildi.
Tabii, sermaye ve ulus-devletlerin ideolojik yapısını milliyetçilik ve ırkçılık oluşturur. Tıpkı “erkek”te cisimleşen “güç” kavramı gibi, “ırk” kavramı da aynı çerçevede ele alınmalıydı. “Güçlü”, “uygar”, “yetenekli” kavramlarının pazarda alıcı bulmasının koşulu, “zayıf”, “barbar”, “yeteneksiz”lerin var olmasıydı. Bundan dolayı da ortaçağın karanlığına ışık taşıyan David Hume’dan Montesquieu ve Hegel’e kadar nerdeyse bütün idealist felsefeciler, siyahları ve öteki halkları beyazlardan aşağı gördü. Cadı avlarında “bilim insanları” ne işlev gördülerse, antropologlar da ulus-devletin harcına öyle katkı sundular. Amerika kıtasında Kızılderililere uygulanan soykırım ve siyahların ölesiye çalıştırılması da bunlardan beslendi.
Bu bakımdan faşizm ne öncesiz ne de sonrasızdır. Tarihin belirli bir anına sıkıştırılmış ve sistemden sapan bir olgu hiç değildir. Bizzat kapitalist-ataerkil sistemin bünyesine ait organik bir gerçektir. Irkçılık ve cinsiyetçilik de bu anlamıyla topluma dayatılan bir savaş halidir. Faşizmin kapitalizmin emperyalist aşamasında temel bir olgu olarak belirginleşmesi de rastlantısal değildir. Ekim devrimiyle somutlaşan ezen-ezilen çelişkisinin keskinleştiği kriz ve devrimci tehlike koşullarında burjuvazinin egemenliğini sürdürmenin yeni rejimi faşizm oldu. 1929 büyük ekonomik buhranının bütün dünyanın ekonomik-mali sistemini sarstığı ve siyasal düzlemde burjuvazinin derin bir yönetememe krizine düştüğü ortamda, sermaye düzenini faşizm kurtarabilirdi.
Proleter devrimler çağının koşullarının oluştuğu bu dönemde faşizm de ortaya çıktı. Öyle ki, koşulların geldiği düzey sosyalizm ve faşizm kutuplaşmasını da çıplak hale getirdi. Rosa Luxemburg’un “ya barbarlık ya sosyalizm” çağrısı, bu anlamıyla bir hakikate işaret ediyordu. Aynı zamanda, Avrupa’da kitle tabanı geliştirmiş, devrimi güçlendirmek için de fazlasıyla nesnel zemine sahip komünist partilere bir çağrıydı. Nihayetinde burjuvazi, salt devlet şiddetiyle istediği bu barbar rejimi inşa edemezdi. Sistemden kopmaya başlamış olan ezilenleri faşizm aracılığıyla baştan çıkararak yedeklemek zorundaydı. Bu amaçla toplumsallaştırma demagojisine bile başvurmaktan geri durmadı.
Faşizmin Cinsiyeti Erkektir
Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı faşist rejimin ideolojik temellerinden biridir ve varoluş zemininin bir boyutudur. Nazilerin ya da diğer partilerin özgün bir cinsel politika yürüttükleri söylenebilir.
Faşistler, kadınların oy hakkı mücadelesinin yükseldiği ve politik alanlara katılım taleplerinin arttığı bir dönemde, kadının toplumda oynadığı özgün role vurgu yaparak, bunun kendileri için ne kadar önemli olduğunu göstermişlerdir. Aileyi özel alanla somutlaştıran yaklaşımı aşarak, onu devletle doğrudan özdeşleştirmişler ve “her ailenin ulusun bir kalesi” olduğunu işleyerek kadınları etkilemeye çalışmışlardır. Cinsel işbölümünü derinleştiren söylemler üzerinde durmuşlar, kadın emeğini yüceltseler dahi kadının başlıca rollerini aile içinde tanımlamaya dikkat etmişler, eşitsizliğin doğallığı üzerine teori yapmışlardır. Fakat kapitalizmin ihtiyaçları, zorunlu olarak kadının çalışmasını getirmiştir.
Faşist rejimin kadına karşı ideolojik ve politik savaşımının önemli boyutlarından biri de, “annelik” nosyonunu güçlendirmesidir. Özellikle savaş sırasında yaşanan nüfus kaybı ve sermayenin işgücüne duyduğu ihtiyaç bunu koşullasa da, anneliğin bir ideal olarak parlatılıp “ulusun inşası” bakımından yaşamsallığının vurgulanması, faşizmin kadın teorisinin odaklandığı boyut olmuştur. Kaldı ki, toplumsal cinsiyetin kendini yeniden üretmesinde annelik kritik bir noktada durur ve kadın cinsinin toplumsal olarak tanımlayıcı öğesi durumundadır. Kadın, “annelik” dolayımıyla varoluşunu tamamlar ve “toplumsal kadınlık” bilinci buradan oluşturulur. Faşist rejimlerin bunu özel olarak ele alması bu nedenledir.
Naziler için elbette bu politikanın hedef kitlesi, “Alman ulusu”ndan kadınlardır. Anneliğin kamusal bir hizmet, tüm ulusa karşı bir görev olarak ele alınması, kadın kitleleri bakımından da karşılığını bulmuştur. O dönemde bu politikadan etkilenme düzeyini, Hermynia Zur Mühlen “Nazi Kızları” kitabında ortaya koymuştur. Kitapta dikkat çekici bir başka yan, Sosyal Demokrat Parti tabanının da bu söylemlerden etkilenmesidir.
Buradan hareketle, ataerkilliğin bin yıldır kadının bilincinde yarattığı etkilerin faşist partilerce dikkatle ele alındığı söylenebilir. Kadın cinsin kölelik koşullarına duyduğu öfke “kendiliğinden” bir bilinç yaratmaktadır. Buna rağmen kadınlar hayatı tek başlarına yaşamaktan büyük oranda çekinirler ve özgüvensizlikleri bundan dolayı derindir. 20. yüzyılda komünist partilerin kadının bu yönlerini ele aldıkları özel örgütlenme çabaları vardır. Ancak ataerkilliğin kapitalizmle kurduğu bağ doğrultusunda kendini yeniden üretme zemini görülmemiştir. Dolayısıyla, kadının toplumsal konumuna dair eleştirellik de zayıf kalmış ve kadın devriminin bütünsel boyutta gereklilikleri ortaya konulamamıştır. Kadın devriminin programatik, teorik, politik ve ideolojik boyutlarının zayıf olması, faşist partilerin kadınları yedeklenmesine oldukça önemli bir alan da sunmuştur. 20. yüzyılın faşist hareketlerinin kadınların öfkesini ulus-devlet görev ve tahayyülleri içinde rejimi savunmaya kanalize etme başarılarını da temel olarak bu gerçeğe bağlamak, gelecek için ders çıkarmak açısından önemlidir.
Kadının tek başına yaşama korkusu ve özgüvensizliğinin “güçlü erkek”, “sert asker”, “kadri mutlak lider” üzerinden derinleştirilmesi, toplumsal cinsiyet sisteminin hangi ince yöntemlerle işlendiğini ortaya koymaktadır. Mussolini ve Hitler (ya da muadilleri) kişiliklerinin abartılması, miting meydanlarında bu kişiler üzerinden “baba”, “erkek lider” kült figürlerinin güçlendirilmesi de amaçlanmıştır. Bir anlamda, aile içinde her erkek bu kişiliklerin siluetini taşımıştır. Faşist partilerin toplumu homojenleştirme çabalarının sonuçları da buradan açığa çıkmaktadır. İtalya’da kadınların alyanslarını devlete bağışlayarak savaşa “katkı” sunmaları ve devletle sembolik bir evliliğe gitmelerini de aynı noktadan okumak gerekir.
Faşist rejimlerin annelik nosyonu üzerinden aileyi güçlendirme amacında oldukları ortaya çıkmaktadır. Ancak bu, kadının hepten eve kapandığı anlamına gelmez. Zira sermayenin ucuz işgücüne duyduğu ihtiyacın yanıtı kadın işçilerdir. Kapitalizmin ataerkillikle kurduğu bağdaki bu gerçek, aynı zamanda bir çelişkiye, sermaye düzeni ile erkek egemenliğinin çelişkili birliğine işaret eder. Kuşkusuz ki, faşist rejimin amacının odağında kadının ailedeki rolünün güçlendirilmesi vardır. Ancak kadının hepten aileye hapsedilemeyeceğini bilecek kadar da gerçekçidirler. Zira 1. Dünya Savaşı’nda erkek nüfusunun kaybı, ancak hem doğum oranlarının yükseltilmesiyle, hem de kadın işgücünün sermaye birikim sürecine daha fazla içerilmesiyle aşılabilecek bir sorundur. Bu bakımdan faşist partiler, ataerkil kapitalizmin stabilizasyonu için etkin bir politik hat kurmak zorundaydılar. Nihayetinde faşistler, kadını aile ve eve sıkıştırma teorilerine rağmen, Almanya ve İtalya’da kadınların işgücüne katılım düzeyini düşürememişlerdir.
Kadının yeni ücretli emekçi olarak üretime dahil olması, nesnel olarak, “annelik” olgusunun temelini zayıflatır. Bunu engellemenin koşulu, yeniden üretimi güçlendirecek politikaları devreye sokmaktır. Bunun için doğum oranlarının artırılmasına dair ekonomik teşvikler gündeme girmiştir. Faşist partilerin anneliği yücelten, kutsallaştıran, kamulaştıran söylemlerinin karşılığı olmuştur. Ancak teşviklerle beslenmeyen bir politikanın etkisi de zayıftır. Bundan dolayı, faşist partilerin iktidara gelmesiyle, aile yardımı, işyerinde kreş açılması, emzirme odalarının kurulması, doğumdan önce ve sonra ücretli izin, çok çocuklu ailelere sosyal yardımın artırılması gibi uygulamalar devreye girmiştir. Bu politikalarla aile kurumu güçlendirilirken, erkeğin hegemonyası da tesis edilmektedir.
Faşist rejimlerin kadınları parti örgütlerinde toplamaları ve aynı zamanda özgün kadın örgütlerini kurmaları, politikalarının uygulanabilirlik zeminini de güçlendirmiştir. Örneğin, İtalya’da genç kadınlar için “Giovani Fasciste”, kentli orta sınıflardan kadınlar için “Fasci Femminili”, köylü kadınlar için “Massaie Rurali”, işçi kadınlar için “SOLD” gibi örgütlemelerin sınıfsal konumlara göre yapılandırılması dikkat çekicidir. Almanya’da ise Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin kuruluş dönemlerinde feminist örgütlerin güçlü bir tabanı vardı. Faşist partiler, kendi kadın örgütlenmelerinin yanı sıra, feminist örgütlere de sızarak, Yahudi kadınları ve feminist yöneticileri çeşitli ayak oyunlarıyla veya satın almalarla saf dışı etmişlerdir. Ama faşist partilerde milyonlarca kadın örgütlenmesine rağmen, parti yönetimleri (hatta kadın örgütü yönetimleri de) esas olarak erkeklerin ellerinde olmuştur.
Irkçılık Ve Cinsiyetçilik
Kapitalist ataerkil sistemin ve özellikle de finans kapital egemenliğinin sürdürülebilmesi için cinsiyetçiliğin ırkçılıkla organik birleşiminin güçlendirilerek ezilenlerin sisteme karşı öfkesinin farklı halklara ve inançlara kanalize edilmesi, faşizmin ideolojik önceliği ve aynı zamanda hayatta kalma koşuludur. Irkçılık ve cinsiyetçiliğin bu rolü, kapitalist ataerkilliğin ontolojisinde kritik noktada durur. 20. yüzyıl ulus-devlet yapılanmalarının temelinde de, “üstün ulus”un dışındaki halkların soykırıma uğratılması vardır. Soykırım rejimi, iç krizlerin bertaraf edilmesi bakımından da her daim güncelliğini korumuştur.
Faşist örgütlerin cinsel politikası, “ari ırk” yaratma amacıyla bağlı bir toplum mühendisliği yaklaşımı da taşımaktadır. Egemen ulustan kadınların doğum oranlarını artırmak için çalışmalar yürütülürken, diğer halklara tersten bir politika uygulanmaktadır. Faşizmin iktidarlaşmasıyla birlikte, kürtajın yasaklanması, cinsel yaşamın sansür edilerek cinselliğin üremeye endekslenmesi, kadınların devlet görevlerinden uzaklaştırılarak yerlerine erkeklerin getirilmesi, erkeklerin işlerinde terfi ettirilerek aile içinde hegemonyalarının güçlendirilmesi gibi uygulamalar devreye girmiştir. Kürtaj hakkının yasaklanmasının yanı sıra, kürtaj “devlete karşı işlenmiş bir suç” olarak ele alınmıştır. Suçun karşılığının idam cezası olması da, rejimin “rıza” politikasını şiddet politikasıyla nasıl tamamladığını göstermektedir.
Bu yönüyle “Kinder-Küche-Kirche” (çocuk-mutfak-kilise) olarak formüle edilen cinsiyetçi söylemin güçlü bir şekilde işlendiği görülmektedir. Dahası, faşizm “ari ırk” projesinin önemli ayaklarından biri, bütün hayatın kontrolüdür. Örneğin, Alman kadınların diğer halklardan erkeklerle cinsel ilişkisinin yasaklanması da bunun yansımasıdır. Ancak “ari ırk” yaratma politikasının temelini, uygulanan soykırım rejimi meydana getirmiştir. Bunun bir ayağını, Alman kadınlar dışındaki Yahudi, Çingene ve diğer halklardan kadınların kısırlaştırılması oluşturmuştur. Nazilerin kadınların üreme yetilerini hedeflemesi, esasında cinsiyetçiliğin ırkçılıkla tamamlandığı noktadır. Nazi doktorlarınca “bilim” adına yüz binlerce kadın kısırlaştırılmıştır. Nihayetinde Nazilere göre, “güçlü ulusun” yaşamasının koşulu “zayıf ulusun” soykırıma uğratılması, yeniden üretiminin mümkünse kurutulmasıdır. Önce gettolara kapatılarak tecrit edilen Yahudiler, sonra kitlesel olarak gaz odalarında katledilmiştir. Bunların üçte ikisinin kadın olması da tesadüf değildir.
Naziler bu politikayla, ırkçılık nosyonu üzerinden “karşıt kadınlıklar” yaratmayı amaçlamışlar ve kadınlar arasındaki dayanışma ve birlikte mücadele zeminini hedeflemişlerdir. Alman kadının aile içindeki rolünün stabilizasyonu sağlanırken, bunun dışındaki halklarda ailenin temeli adeta dinamitlenmiştir. Bu politika, aynı zamanda kadınları karşı karşıya getirerek, ataerkil sermaye düzenine olan kadın öfkesinin de biçim değiştirmesini ve gericileşmesini amaçlamıştır.
Nazilerin Yahudi ulusunun varlığını hedeflemesinin birçok yönü mevcuttur. Burada sermayenin el değiştirerek iktidardakilerin tekeline alınması söz konusudur. Öte yandan, Yahudi kadınların kadın özgürlük mücadelesinde oynadıkları rol de faşist erkek egemenliğinin hedefindedir. Zira meslek eğitimi ve çalışma hakkı başta olmak üzere kadın haklarının tanınması için, Yahudi kadınların Almanya’daki kadın hareketine önemli katkıları olmuştur.
Faşist partilerin “ulusun yeniden inşası”nın “sorunlu” yanını teşkil eden seks işçilerine yönelik şiddet kampanyası da, kadınlara karşı yürütülen savaşın başka bir boyutunu ortaya koymuştur. Toplumun “steril”leşmesi için seks işçilerinin tutuklanması ve toplumdan uzaklaştırılması söz konusudur. Fakat aynı rejim, örneğin, ordunun “ihtiyacı” için seks işçiliğini teşvik de etmiştir.
Faşizmin soykırımcı ve toplumsal dokuyu bozan politikalarının cinsiyetçiliğe bağlanarak ontolojik bir zemine oturduğu görülmektedir. Nazi rejimi, devletin tüm organlarının propaganda araçlarını elinde toplayarak, “bilimsel” çalışmaların gerekliliklerini bunun üzerinde yoğunlaştırmıştır. Nazi doktorları “kısırlaştırma cinayetini” tıbbi gerekçelerle açıklanmış ve Nazi antropologları ırkların “temizlenmesinin” ve “yaşamasının” koşulunu sosyal darwinizmle temellendirmiştir. Oysa yeryüzünde saf ırkın olmadığını genetik bilimi çoktan ortaya koymuştur. Dahası, yeryüzünde bulunan bütün ulus-devletlerin tek ulus, tek din, tek dile dayanmadıkları da gün gibi ortadadır. Faşizm bu noktada “ari ırk” tahayyülünü gerçekleştiremeyeceğini elbette bilmektedir. Asıl amaç, emperyalist politikaların başarısı için ulus-devlet sınırlarının içinin her zerresine kadar dizayn edilmesi, “tek”lik ideolojisinin toplumsal yapıya sistematik olarak katılmasıdır. Nasyonal sosyalist yazar Wilhelm Stepel “Hristiyanlık ve Ulusal Toplumculuk” adlı yapıtında, “Ulusal toplumculuk anlaşması kolay, yalın bir akım olduğundan, onu ‘kanıtlar’la durdurmak olanaksızdır. Kanıtlar ancak bir takım kanıtlar yardımıyla kendini kabul ettirmiş olsaydı işe yarardı” derken, bu sürecin nasıl işlediğini açıkça vurgular. Montagu’nun “insanların en tehlikeli miti” olarak ele aldığı bu yaklaşımın, hiçbir bilimsel ve toplumsal temeli olmadığı halde taban kazanması da, ideolojisinin faşist partiler bakımından işlevselliğini gösterir.
Fakat burada, rejimin bütün toplumu yedeklediği söylenemez. Nihayetinde, faşist partilerin iktidara gelmesiyle birlikte hayal kırıklığına uğrayan sayısız kadın antifaşist mücadeleye katılmıştır.
Faşizmin Erkeklik İnşası
Birinci emperyalist paylaşım savaşından yenik çıkan ülkelerde, erkekler sadece nüfus olarak değil, aynı zamanda konum olarak da kayıp yaşamışlardır. Savaştan önce özellikle Almanya’da “imparatorluk” kimliğinin erkekliğe yansıması güçlüdür. Bu noktada “ele geçirme”, “fethetme” teması erkekliğin yüceltilmesine de dayanak olmaktadır. Ancak savaş sonucunda yaşanan hayal kırıklığının, savaş sırasında değişime uğrayan cinsiyet düzeniyle birlikte bir erkeklik krizine dönüştüğü söylenebilir. Zira erkeklerin cepheye gitmeleriyle, kadınlar yaşamın her alanında ağırlıklarını koymuşlar, daha önce ulaşamadıkları alanlara girerek özneleşmişlerdir. Bütün sektörlerde çoğunluğu oluşturarak toplumsal cinsiyet düzenini sarsmışlardır. Claudia Koonz'a göre, bu durum kadınları gerçek anlamda cüretkar yapmıştır. Öyle ki, C.P. Gilman “erkeksiz bir dünya” tasavvurunu içeren “Herland/Kadınlar Ülkesi” adlı ütopik romanını bu dönem yazmıştır.
Yaşanan erkeklik krizi, faşizmin hayat bulmasının zeminidir aynı zamanda. Bu yüzden faşistler, toplumun her hücresine hükmetmeyi bir erkeklik ittifakıyla başarmaya çalışmışlardır. Faşist parti, tanrı, devlet, aile ve insanlığın bilgi birikimini “tek”lik üzerinden inşa ederken, esasen bunu erkekte somutlar. Cins kırımlarının, ister kitlesel isterse bireysel boyutlarda olsun, sistematik olarak güncellenmesi de bundan dolayıdır. Hayatın her alanında iktidarlaşan erkek olgusu, ancak kadının varoluşunun inkarıyla ontolojik temelini oluşturur. Erkeğin iktidarlaşmasının sınıf çelişkilerini örttüğü de açıktır. Adorno'nun “özne, çökerken, kendi cinsinden olmayan her şeyi yadsımaktadır” saptaması bu noktaya işaret etmektedir.
Erkekliğin yeniden inşası, sadece kadınlar dolayımıyla değil, Alman ulusundan olmayan halkların hedef alınması üzerinden de gerçekleştirilir. Savaşta yenilginin bir sebebini de buraya bağlayan Nazilerin “öteki”yi düşman ilan etmeleri söz konusu olmuştur. Yahudileri, Çingeneleri ve diğer halkları “anavatana ihanet edebilecek, güvenilmez, anormal, şizofreni genine sahip” olmakla suçlayan faşist propaganda, soykırım politikasına zemin oluşturma amaçlıdır. Bu bakımdan erkekliğin stabilize edilmesi, yeni emperyalist politikaların hayat bulmasının ön hazırlığı niteliğindedir. İkinci emperyalist paylaşım savaşına doğru bu erkekliğin cephedeki işlevi açıktır.
21. Yüzyılda Faşizm Ve Kadın
Nazilerin Avrupa'da aldığı yenilginin temelinde, uluslararası düzeyde örgütlenip etkin bir savaşım yürüten antifaşist cephenin devrimci politikaları vardır. Ve bunun sonucunda sosyalist ve kapitalist kamplar arasındaki çelişki derinleşir. Sosyalizmin etkisi Asya ve Latin Amerika'daki devrim mücadelelerinin gelişmesinde görülür. Nazilerin yenilgiye uğramasının ardından faşizmin, emperyalist kapitalist ülkelerde uykuya daldırılarak, muhafazakar ve sosyal demokrat partilerden oluşan iki kolonlu burjuva siyasal sistemle sosyalizme karşı bir koruma siyaseti de inşa edildiği söylenebilir. Bunun dışında, devrim mücadelesinin geliştiği Latin Amerika, Asya, Ortadoğu ülkelerinde ise faşist diktatörlükler askeri darbe rejimleri olarak kurulmuştur. Bu ülkelerde ırkçılık ve cinsiyetçiliğin, 20. yüzyıl ortalarındaki Avrupalı muadilleri kadar olmasa da, sistematik olarak uygulandığı söylenebilir. Bu askeri faşist rejimler, baskı ve şiddeti, devrimci mücadelenin düzeyine göre belirleyerek, zaman zaman alçaltıp zaman zaman yükseltmişlerdir.
Emperyalist küreselleşme süreciyle birlikte faşizmin ortadan kalktığı iddia edilse de, esasında faşizmin değişen yanlarından bahsedilebilir. Öncelikle, ortaya çıkan yeni üretim yöntemlerinin etkili olmasının koşulu kadın emeğinin üretime çekilmesidir. Üretimin ve artıdeğerin daha fazla uluslararasılaşmasıyla çalışmanın kuralsızlaştırılması bu ihtiyacı doğurmaktadır. Dahası, sömürgeci savaşların bölgesel düzeyde kronikleşmesi, göç olgusunun uluslararası düzeyde yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Ayrıca teknolojinin gelişim düzeyine paralel olarak iletişimin kolaylaşması da söz konusudur. Buralardan hareketle, ulus-devletin ve ailenin eski katı sınırlarının delindiği söylenebilir. Bu gelişim, 20. yüzyıl ırkçılığını ortadan kaldırmamakla birlikte, farklı özellikleri de açığa çıkarmıştır. Keza cinsiyetçilik bakımından da aynısı geçerlidir.
Diğer bir gelişme, neoliberalizmin özellikle 2000’li yıllarda sınırlarına dayanmasıyla oluşan yapısal mali ve ekonomik krizdir. Bugünkü yapısal krizin 1929 büyük buhranından farkı, kapitalizmin üretim güçlerini geliştirme kapasitesini tüketerek esasen bir varoluşsal krize dönüşmesidir. Bu durumda sosyal devletin tasfiyesi, kitlesel kronik işsizlik, ücretlerin düşürülmesi, sendikalaşma oranının alabildiğine düşmesi söz konusu olmuştur. Kadınların, yaygın olarak emperyalist küreselleşme ekonomisine entegrasyonuyla birlikte, üretim ve yeniden üretimde sömürülmesi de yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla, üretim ve yeniden üretimin birbiriyle bağı daha görünür hale gelmiştir.
- yüzyılda kapitalist sistemin yaşadığı bu kriz politik ve ideolojik alanı da kapsayarak ilerlemiştir. Finans kapitalin küresel çapta sistemini sürdürmede yaşadığı krizin yansımaları, Gezi-Haziran ayaklanmasında, Arap isyanlarında, Rojava devriminde, emperyalist ülkelerde gerçekleşen büyük kitle hareketlerinde açığa çıkmıştır. Dahası, bu hareketlerin birbirini etkileme, tetikleme imkanları güçlenmiştir.
Kapitalist toplum krizinin derinliği, bugün ırkçılık ve cinsiyetçilik nosyonunun ve bunun içeriğini dolduran olguların da farklılaşmasını getirmektedir. Uluslararası burjuvazinin ‘90'ların ortasında söylemleştirdiği “medeniyetler çatışması”, bu dönem faşist partilerce kullanılmaktadır. Müslümanlık ve Hristiyanlık arasında oluşturulmaya çalışılan düşmanlaştırma, burada temel noktada durmaktadır. Bu politika aynı zamanda, göç hareketlerinin Batılı ülkelerde oluşturduğu karmaşık toplumsal yapıyı da hedef almaktadır. Nihayetinde IŞİD gibi faşist bir örgütün ayrımcılığa uğrayan göçmenler üzerinden kurduğu siyaset de, Avrupalı faşist partilerin tabanını güçlendirmektedir. IŞİD’in Irak'tan Suriye'ye kadar işgal ettiği bölgeleri teokratik bir devlet formunda örgütlemeye çalışması ve ayrımcılığa uğrayan Müslümanlara bir “hayal ülke” propagandası yapması, Müslüman kitleleri etkilemektedir. Aynı zamanda bu faşist örgüt, 20. yüzyıl faşizmine benzer bir cinsel politika güderek, “medeniyetler çatışması” kurgusuna alan açmaktadır. Batılı kapitalist ülkelerde yapısal krizle birlikte birçok kazanımını kaybeden, finans kapitalin dişleri arasında mülksüzleşen ve yoksullaşan halkın öfkesi de, böylelikle faşist partilere kanalize olmaktadır.
Batı’da 21. yüzyıl ırkçılığının içeriğini dolduran İslam karşıtlığının kadınları etkileme düzeyi, yaşam tarzı sorununda açığa çıkıyor. Özellikle IŞİD'in kadınlara saldırısının dehşet boyutuna varmasının ve katledilen, tecavüze uğrayan, cariyeleştirilen kadınların “mağdur”, “kurban” olarak izlenmesinin iki boyutlu bir hedefle ele alındığı görülüyor.
Birincisi, Batılı kadınları bu noktada İslam karşıtlığına çekerek faşist partilere yönlendirmektir. Kadınların yaşam tarzı noktasındaki kaygılarını, Türkiye'de 2007'de gerçekleştirilen “cumhuriyet mitingleri” örneğinde de görebiliriz. Yüz binlerce kadının bu mitinglere katılması, yaşam tarzı özgürlüğünün önemini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
İkincisi ise, Batı ülkelerinde yaşayan Müslüman kadınların hedef tahtasına oturtularak, uluslararası düzeyde oluşan kadın dayanışmasının zayıflatılması hedefidir. Burada amaç, karşıt kadınlıklar yaratarak, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin toplumda güçlenmesini sağlamaktır. Üstelik göçmen kadınların yaşadıkları ülkelerdeki sömürülme koşulları, kültürel indirgemeci bir yaklaşımla gizlenmektedir. Bu yaklaşım, ataerkilliğin sermaye düzeniyle bağını silikleştirirken, toplumsal cinsiyet ayrımlarının yarattığı eşitsizliği dinsel kalıplara indirgemektedir. Böylelikle, gelişmiş kapitalist ülkelerde cinsiyet eşitliğinin sağlandığı ve Müslümanların bunu ortadan kaldırmaya çalıştığı algısı yaratılmak istenmektedir. Burada Müslüman kadınlar araçsallaştırılarak, “mağdur”, “korunması gereken” nesnelere dönüştürülmektedir. Ayrıca “ulusal kalkınmacı” yaklaşımlar, kadınlar arasında hiyerarşi oluşturarak, kadın dayanışmasını zayıflatmaktadır. Bu anlayış, bir kısım kadını erkekleştirerek ve diğer kısım kadını da “toplumsal kadınlık” formuna sıkıştırarak, emperyalist küreselleşme politikalarına alan açmaktadır. Unutmamak gerekir ki, 20. yüzyıl faşizminin yarattığı ayrımlar da bu noktaya odaklanmıştır. Irkçılık ve cinsiyetçiliğin de bu olgularla üretilmesi sağlanmıştır.
Özcesi, 21. yüzyıldaki faşist partilerin ve faşist liderlerin retoriklerinde kültürel, dinsel, cinsel öğeleri öne çıkarmaları rastlantısal değildir. ABD’de Trump ve Brezilya'da iktidara gelen Bolsonaro gibi liderlerin kadınların kazanımlarına dönük saldırıları, aynı zamanda “kalkınmacı” yaklaşımlarla kapitalist sistem arasında kurulan ittifakın da sınırına geldiğini göstermektedir. Özellikle ulus-devleti güçlendiren ekonomik ve politik söylem ve uygulamaların aynı şekilde aileyi de güçlendirdiği açıktır. Kürtajın yasaklanmasında ve nüfus artışı sağlanmasında cisimleşen bu politikaların etkinleşmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca heteroseksüelliğin tek meşru cinsel ilişki biçimi olarak kabul edilip lgbti+'ların düşmanlaştırılması da, faşizmin yeniden üretime odaklandığını göstermektedir. Faşist liderlerin, 20. yüzyıldaki muadillerini ve birbirlerini örnek alarak, yaşamın her zerresinde otoritelerini kurmak istemeleri de, kadına karşı savaşın boyutlanacağını ortaya koymaktadır.
Aile krizinin aynı zamanda bir erkeklik krizi doğurduğu açıktır. Bundan dolayı, militarizm güçlendirilerek, sömürgeci savaşlarla bir erkeklik inşası da amaçlanmaktadır. Faşist liderlerin erkekliğin ayrıcalıklarından dem vurmaları, kadını ikinci sınıf olarak gören ve hakarete varan açıklamaları da bundandır.
Polonya'da iktidara gelen Hukuk ve Adalet Partisi (PİS) öncelikli olarak kadınların kazanımlarını ve göçmenleri hedef almaktadır. Yargıdan medyaya kadar birçok kurumsal yapıyı ele geçiren parti, kürtajı tamamen yasaklayan ve bu işlemi yapan doktorların hapisle cezalandırılmasını öngören bir yasa tasarısını gündemleştirmiştir. Aynı dönemde, kadınların kürtajın yasallaştırılması için verdikleri önerge de bu partinin eliyle reddedilmiştir. Polonya'da Katolik Kilisesi'nin etkisinin güçlü olmasından dolayı, dinin egemen sınıf tarafından araçsallaştırılmasının imkanları da oldukça geniştir. Fakat Polonya'da kadın hareketinin ortaya koyduğu eylemsellik, bu süreci durduracak gücü açığa çıkarmıştır.
Polonya örneğinde kendisini ortaya koyan kadın hareketinin yaygınlığı ve genişliği sınırları aşmıştır. Aslında küresel boyutta açığa çıkan kadın direnişinin hem içeriği hem de niceliği 20. yüzyıldakinden farklıdır. Özellikle Trump karşıtı eylemlerde de görüldüğü gibi, kadın hareketi ırkçılıkla cinsiyetçiliğin kaynaştırıldığı temele saldırarak, kadınları bölen politikaları boşa çıkarıyor. Göçmen karşıtı politikalara yönelik kadınların bu mücadelesi, faşist otoriter liderlerin kitleleri etkileme düzeyini zayıflatıyor.
İkinci olarak, Dünya Kadın Grevinde açığa çıkan özneleşme boyutu, “kalkınmacı” ve “projeci” yaklaşımlara karşı ideolojik bir mücadele zeminini güçlendirmiştir. Direniş, üretim ve yeniden üretimin erkek egemen düzenleniş gerçeğini ortaya koyarak, ataerkillik ile kapitalizmin kurduğu bağı görünür kılmıştır. Bu aynı zamanda, kültürel indirgemeci anlayışla kopuşun imkanıdır. Bir başka ifadeyle, neoliberal politikalara yedeklenerek kadın hareketini zayıflatan anlayış boşa düşmektedir.
Üçüncü olarak da, 20. yüzyılda ekonomik ve politik olarak güçlendirilen erkeklik nosyonu, günümüzde kapitalist sistemin yaşadığı varoluşsal krizle beraber, kendi sınırına dayanmıştır. Aile ücreti, işgücünün erkekleştirilmesi gibi uygulamaların pratik zemini zayıflamıştır. Dolayısıyla, yumuşatılmış sınıf çelişkileri de bu bakımdan tekrar sertleşmeye doğru gitmektedir. Ezilenlerin dünya genelinde artan eylemlerinin radikallik düzeyi bir yönüyle bunu göstermektedir. Fransa'da “Sarı Yelekliler”in dinmeyen öfkesini biraz da buna bağlamak yerinde olur.
Faşist partilerin tabanlarının genişlemesi ile yukarıdaki olguların varlığı bir paradoks gibi görünebilir. Ancak İslam karşıtlığında somutlanan ırkçılığın ve “uygar olmayan” ülkelerden gelen göçmen kadınlara yaklaşımda vücut bulan cinsiyetçiliğin ekonomik ve politik zemininin zayıf olduğunu da söylemek gerekir. Küresel boyutta ortaya çıkan kadın direnişi ve ezilenlerin ayaklanmaları, Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nda somutlanan devrimci hakikat ve dünyayı etkileme düzeyi bunun göstergesidir. Yine de, faşizmin bir bütün olarak yenilgiye uğratılması için, uluslararası boyutta gelişen bu hareketlerin örgütsel formda güçlenmesi ve yeni bir yaşam tarzı da oluşturan doğrudan demokratik organların yaratılması gerekiyor.
Faşizm topluma karşı bir savaş rejimidir ve burjuva politikasının başlıca biçimi olan temsili demokrasiye dahi tahammülsüzdür. Buna karşı, doğrudan demokrasinin kanallarını açarak politikanın toplumsallaşmasını geliştirmek zorunludur. Kadın hareketinin bu noktada öncü pozisyona şimdiden geçtiği söylenebilir. Onun hem mücadelede enternasyonalleşme düzeyi hem de politik etkileme derecesi bu pozisyonunu her geçen gün daha da güçlendirmektedir. Faşist partilerin iktidarda olduğu ülkelerde faşist uygulamalara direnen ve kazanımlarını koruyan en büyük güç kadın hareketidir.
Elbette, ırkçılık ve cinsiyetçilik üzerinden güçlenen faşist partiler, kitle tabanlarını mobilize ederek paramiliter çetelerini de devreye sokacaklardır. Bundan dolayı, işçi sınıfı ve ezilenler ile burjuva devlet ve faşizm arasındaki savaşımın şiddetlenmesi öne çıkacaktır. Bu noktada komünistlerin hazırlığı kritik önem taşıyacaktır.