Hem burjuva liberaller, hem reformist sol kesimler, hem de devrimci sosyalist güçler, birkaç yıldır ve farklı kavramlaştırmalarla, neofaşizmin gelişimini tartışıyorlar. Son on yıla baktığımızda, gerçekten de, faşist partilerin ve faşist liderlerin, art arda birçok ülkede, devlet başkanlığı, başbakanlık, koalisyon ortaklığı gibi pozisyonları ele geçirdiklerini veya en azından ciddi oy artışları gerçekleştirdiklerini görüyoruz.
Macaristan’da 2010’dan beri hükümet partisi olan Fidesz’in lideri Viktor Orban, ırkçı ve göçmen karşıtı devlet politikalarını, burjuva demokratik hakların adım adım ortadan kaldırıldığı bir dikta rejimine yürüyüşün basamağı yapıyor. Orban, ırkçı faşist kulvarda, Hitler’den ilham alan Jobbik partisiyle yarış halinde.
Hindistan’da 2014’ten beri tek başına hükümet eden Bharatiya Janata Partisi’nin lideri Narendra Modi, fanatik bir hinduizm savunucusu. 2002’de Gujarat’ta Müslümanların maruz kaldığı kitlesel katliamın sorumlusu, kendi ifadesiyle “dış güçlerin inşa ettiği bir sapkınlık olan laik cumhuriyeti tarihe gömme” misyonunun taşıyıcısı.
“Amerika’yı yeniden güçlü yapın” diye bağıran Donald Trump, Beyaz Saray’a yerleştiği 2016’dan itibaren, Latin Amerikalı göçmenlerin önünü kesmek için Meksika sınırına duvar örmekte ve Ortadoğulu göçmenlerin ülkeye ayak basmalarını yasal bir zorbalıkla engellemekte ısrarcı. ABD’nin Müslüman vatandaşları için, adeta Ku Klux Klan jargonuyla, “Onlar içimizdeki truva atı” diyor. Kadınları her fırsatta aşağılamaktan geri durmaması, toplumsal ve siyasal düzeyde erkek gericiliğinin neredeyse eksiksiz bir sembolü kılıyor onu.
Brezilya’da Ekim 2018’de başkanlık seçimini kazanan Jair Bolsonaro, askeri diktatörlük döneminin işkencecilerini övüyor, “çetelere ve teröristlere karşı milleti silahlandırmak”tan bahsediyor, polisin yetkilerini genişletmeyi vadediyor. Siyahları, akademisyenleri, muhalif gazeteci ve sendikacıları, lgbti+’ları “kızıllar” olarak kodlayıp, “ülke tarihinde görülmemiş bir temizlik” yapmakla tehdit ediyor. Bir kadın milletvekiline “tecavüze bile değmez” diyecek kadar kadın düşmanı, dedesinin Hitler ordusundaki hizmetleriyle gururlanacak kadar Nazi hayranı.
Tayyip Erdoğan, Haziran 2018’deki seçimin ardından, başkanlık formundaki faşist şeflik rejimini kurumsallaştırıyor. Türk burjuva devletinin resmi ideolojisi faşist politik islamcı nitelikte ve kurumsal yapısı sarayda merkezileştirilen biçimde dönüşüme uğruyor. Türkiye’de faşist devlet terörü, Kürdistan’da sömürgeci ve işgalci savaş gitgide tırmanıp yayılıyor.
İki faşist figür daha: Filipinler’in sosyalist söylemli bir geçmişe sahip olan ve şimdiyse çetecileri kanunsuz ortadan kaldırmakla övünen yeni diktatörü Rodrigo Duterte, Polonya’nın yargıyı hükümetin dolaysız kontrolü altına alma veya eğitim müfredatından evrim teorisini çıkartma gibi arayışlarıyla dikkat çeken başbakanı Jarosław Kaczynski.
Fransa’da Ulusal Cephe, Almanya’da AfD, İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi, İtalya’da Kuzey Ligi, İspanya’da Vox, Yunanistan’da Altın Şafak, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Belçika’da Flaman Blok, Hollanda’da Özgürlük Partisi, Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi, Norveç’te İlerleme Partisi, Ukrayna’da Svoboda ile Sağ Sektör ve daha başkalarını da tabloya ekleyelim. Avrupa’nın bu ırkçı faşist partileri, katıldıkları seçimlerde genellikle oylarını yükseltmekle ve burjuva parlamentolara girmekle kalmıyorlar, yer yer koalisyon hükümetlerinde de bulunuyorlar.
Irkçı faşist partiler burjuva siyaset sahnesinin artık kabul gören oyuncuları. Ve faşist liderleri bazı bakımlardan klonlanmış gibiler.
Faşizmin Tarihsel Gelişimi
Bugünün faşist partileri ve liderleri, iki dünya savaşı arası dönemin faşizmiyle önemli bazı benzerlikler gösteriyorlar. Hatta kimisi, 1930’lardaki İtalyan ve Alman rejimlerine öykündüğünü saklamaya bile gerek duymuyor.
Bilindiği gibi faşizm, emperyalizm ve proleter devrimler çağının ürünü olarak ortaya çıkmıştı.
Kapitalist dünya, paylaşım savaşı sonrası siyasi karmaşa ve iktisadi kriz içindeydi, üstelik Ekim devrimiyle uluslararası bir deprem yaşıyor ve Avrupa’nın hemen her ülkesinde işçi hareketlerinin ve komünist partilerin gelişimiyle yüzleşiyordu. Geleneksel burjuva partiler siyaseten iflas etmişler, burjuva parlamentolar herhangi bir ümit vadetmez olmuşlar, burjuva devletler hegemonya krizine tutulmuşlardı. Almanya savaş teslimiyetini mühürleyen Versay Anlaşması’nın boyunduruğu altında, İtalya savaş ganimeti bölüşümünde kenara itilmenin kızgınlığı içindeydi. İşsizlik ve yoksulluğun pençesindeki işçiler, mülksüzleşip yıkıma uğrayan orta sınıf mensupları, geleceğini karanlıkta gören milyonlar tepki ve arayış halindeydiler. Egemen sınıflar cephesindeyse milliyetçiliğin, dışta yayılmacılığın, rejim biçimlerinde sertleşmenin tırmanması söz konusuydu.
Emperyalist kapitalizmin genel bunalımını işaret eden bu koşullar, faşist hareketlerin de boy verip hızla büyümelerine fırsat sundu. İtalya ve Almanya’da faşistler, başlangıçta, çökmekte olan küçük ve orta burjuvazinin çıkarlarını program edindiler. Orta sınıflara dayanarak, işçi sınıfına seslenerek ve bilhassa lümpen proletaryayı paramiliterleştirerek siyasi güçlerini artırdılar.
Mussolini’nin 1919 tarihli faşist programı ya da Nazilerin 1920 tarihli yirmi beş madde programı benzer toplumsal vaatler ileri sürüyordu: işçilere istihdam güvencesi, ücretlerin yükseltilmesi, küçük esnafın korunması, büyük mülk sahiplerine daha fazla vergi, fiyatların kontrolü, devlet yatırımlarının artırılması, toplumsal hizmetlerin yaygınlaştırılması. Politik ajitasyonları sermayedarlardan ve onların oyuncağı olmuş siyasetçilerden nefreti içeriyor, ülkelerini ulusları için müreffeh kılma ve dünyada hak ettiği yere kavuşturma hedefini temel alıyordu.
İdeolojik planda, devrimci tarihsel özne olarak proletaryanın karşısına, faşist tarihsel özne olarak ulus konuluyordu. Faşistler ulusal birliği sağlayacaklar ve düşmüş olan ulusu tekrar ayağa kaldıracaklardı. “Faşist devrim” miti, Mussolini’de Roma İmparatorluğu’nun ve Hitler’de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun dirilişi metaforlarında, “Yeni İtalya” ve “Yeni Almanya” söylemlerinde karşılık buluyordu. Ulusun faşist yeniden tanımlanışı için, yani alt ve orta sınıflardan yığınların ırkçı şoven zehirlenmeyle saflara çekilmesi için gereken düşman dışsallık ise Yahudiler idi.
Kapitalizmin genel bunalımını ulusun şanlı geçmişini dirilterek aşma amacındaki faşistler için, onu ulusu sınıflara bölerek aşma amacı taşıyan ve gitgide güçlenen komünistler baş düşmandı. Üstelik komünistler, mevcut siyasi kaosun öncelikli müsebbibiydiler ve derhal ezilmeliydiler.
Faşist paramiliter örgütlenmeler, İtalya’da Mussolini’nin Kara Gömleklikleri, Almanya’da Hitler’in Hücum Kıtaları ya da Romanya’da Antonescu’nun Demir Muhafızları olarak sahneye çıktılar. Devrimci işçi hareketine ve komünist partilere saldırmaya giriştiler. Buna karşılık, sosyal demokrasinin işçi sınıfına ihaneti ve komünistlerin antifaşist cepheleşmede gecikmesi, faşist hareketlerin yığınsallaşıp iktidara yerleşmelerini kolaylaştırdı.
Tekelci burjuvazinin hem emperyalist iştahını doyurmaya, hem egemenliğinin yığınsal dayanaklarını yeniden kurmaya, hem de proleter devrim hareketlerini terörle bastırmaya ihtiyacı vardı. Faşistler, yığınsal saldırganlıklarıyla burjuva devletin zorla bastırma işlevini yerine getirdikçe, burjuva sınıfla ve devletle organik ilişkilerini geliştirdiler.
Burjuvazi yönetilenleri eskisi gibi yönetemedikçe, bütün diğer burjuva partiler tükendikçe ve burjuva demokratik devlet yapılanışı devrimci kabarışı absorbe edemez oldukça, nesnel bakımdan, burjuva siyasal egemenliğin yeni biçimlerine gereksinim arttı. Politik iktidarı talep edecek denli güçlenen faşizm ise bu gereksinime dolaysız yanıttı. İtalya ve Almanya’da egemen sınıflar, devrimci kaos ile faşist düzen arasındaki ikilemde, iktidarı faşizme emanet etmeyi seçtiler. Böylece, burjuva devletleri faşistleşti ve faşizm devletleşti.
İtalya ve Almanya’nın yanı sıra, iki dünya savaşı arası dönemde faşist diktatörlükler, farklı yollardan kurumsallaşarak, Bulgaristan, Macaristan, Avusturya, Portekiz, İspanya, Japonya, Romanya ve Hırvatistan’da hakim oldular.
Faşist rejim, burjuva siyasi yürütme organı olarak hükümetin el değiştirmesinden öte, burjuva devletin siyasi ve hukuki yapılarının, yasama ve yürütme ilişkilerinin, devlet ve parti bağlantılarının, anayasal kabuk korunduğunda dahi, köklü biçimlerde değişime uğratılmasıyla meydana geldi. Sosyalizm burjuva demokrasisinin düzen dışı yadsınışıyken, faşizm onun düzen içi yadsınışıydı. O, kriz içinde debelenen kapitalist sistemi ve toplumsal-siyasal temelleri çöküşe geçen burjuva devleti kurtarmak için, burjuva demokratik temsili devlet yapısını ortadan kaldırdı. Yürütme parlamenter denetimden kurtuldu ve devlet aygıtları alabildiğine merkezileştirildi, o kadar ki, nihayetinde devlet ile lider özdeşleştiridi.
Faşistler, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelelerini acımasız bir karşıdevrimci şiddetle bastırmaya, bütün burjuva muhalefet unsurlarını dağıtmaya, toplumda ırkçı ve şoven bir ideolojik hegemonya tesis etmeye giriştiler. Emperyalist rekabet ve savaş arenasında da, iktisadi ve askeri güç ve imkanların yeniden örgütlenmesiyle, yeni sömürgeler ve nüfuz alanları elde etmeye soyundular.
Başka partilere, sendikalara, faşist korporatif örgütlenmeler dışında toplumsal ve siyasal örgütlenmelere, faşist çizgi dışında basın ve yayın organlarına yer yoktu; kültüründen cinselliğine, sanatından hazlarına, eğitiminden ailesine, dinlenme mekanlarından tıbbi kurumlarına ve nüfus planlamasına değin toplumsal hayatın bütün unsurları faşist ideolojik normlara göre şekillendirilmeliydi. Irkçı, şoven, cinsiyetçi, heteroseksist, disiplinci, saldırgan, tekçi bir propaganda sağanağı toplumu kuşattı. Lidere sadakat gösterisi, sadece devletin resmi siyasi organlarında değil, üniversitelerde, gazetelerde, sanatevlerinde ya da sosyal hizmet kurumlarında, yani toplumsallığın bütün yapılarında zorunluydu.
Faşistlerin iktidar oldukları yerde, alt ve orta sınıfların çıkarlarını seslendiren egemen sınıf karşıtı söylemleri ile alt ve orta sınıfların çıkarlarına karşıt egemen sınıf çıkarlarına angajmanları arasındaki çelişki, nesnel olarak, kitle tabanlarında parçalanma eğilimini geliştirdi. Fakat gerek emperyalist savaşla estirdikleri ırkçı şoven rüzgarın etkileri, gerekse devlet harcamalarını artırmanın ve soykırıma uğrattıkları ulusal topluluklardan servet transferinin getirileri, söz konusu parçalanma eğiliminin tüm sonuçlarıyla gerçekleşmesini frenleyici oldu. Almanya’da 1933’te Hitler iktidara adım attığında 6 milyonu bulan işsiz sayısının 1938’de sıfırlanmış olması, Nazilerin kanlı iktidarının dayandığı yığın desteğinin neden eriyip gitmediğinin bir göstergesiydi.
Gerek egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çelişkilerin gerekse egemen sınıf ile ezilen sınıflar arasındaki çelişkilerin son derece keskinleşmiş olduğu olağanüstü koşullarda, faşistleşen burjuva devlet, ideolojik-politik bakımdan sınıflardan özerkleşmiş gibi görünüyordu. Bu, bir yere kadar, söz konusu çelişkilere sonuç alıcı ideolojik-politik müdahaleler için zaten zorunluydu da. Dahası, alt ve orta sınıfların kendilerini faşist devletle, “milli irade”yi temsil eden faşist liderle özdeşleştirmelerini, böylece devletin ve liderin kültleşmesini kolaylaştırdı. Fakat sınıflardan özerklik görüntüsünün altında, faşist devletin mali oligarşiyle bin bir bağ kurması, büyük burjuvazi için sermaye birikim modelini olağanüstü elverişli kılması, tekelci sermayeye yeni dış pazarlar ve sömürge sahaları açmaya yönelmesi gerçeği yatıyordu.
Bundan dolayı, Komintern, Dimitrov’la hatırlanan meşhur tanımlamasında, “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür” dedi. Bu analiz, faşist diktatörlüğün sınıfsal niteliğini ve emperyalist kapitalizm bünyesindeki siyasi işlevini açıkça sergiliyordu.
Askeri Faşist Darbeler Dönemi
Antifaşist savaş niteliğine bürünen 2. Dünya Savaşı’nda faşist blokun yenilgiye uğratılmasının ardından dünya iki düşman kampa ayrıldı. Kapitalist kamp ile sosyalist kamp arasında doğmuş olan ve ABD ile SSCB arasındaki Soğuk Savaş’ta simgelenen dünyasal çelişki, sonraki bütün bir döneme damgasını vuracaktı. Bir yandan Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki halk demokrasileri ile Çin devrimi sosyalist kampı güçlendirirken, diğer yandan sömürgelerin siyasi bağımsızlığına uzanan ulusal kurtuluş savaşları kapitalist dünyayı sarsıcı sonuçlar yarattı.
ABD yörüngesinde birleşen kapitalist kamp, SSCB’nin etki alanlarının genişlemesini durdurma, kapitalist ülkelerde devrim ve sosyalist iktidar tehlikesini bertaraf etme amacındaydı. Burjuva devlet aygıtları içinde gizli faşist kontrgerilla örgütleri kurmak, bu amaçla bağlı başlıca bir yöntem oldu. İki dünya savaşı arası dönemin faşist kadroları, burjuva devletlerin istihbarat örgütlerinde ve kontrgerilla oluşumlarında görevlendirildi. Kısaca Gladio diye adlandırılan faşist kontrgerilla, Batı Avrupa burjuva demokrasisine içsel bir unsur olarak, NATO eliyle böyle yapılandırıldı. Sosyalizmin karşısında burjuva demokrasisi ve “refah devleti” bileşimiyle duran Batılı emperyalist merkezlerde mali oligarşi, antikomünist vurucu gücü olarak kontrgerillayı, olağanüstü dönemler için elinin altında tuttu.
Kontrgerilla teşkilatı, yeni-sömürge ülkelerde yine ABD tarafından örgütlendi. Emperyalizmin kontrolündeki bu gizli faşist yapı, dünyanın neredeyse bütün bağımlı kapitalist ülkelerinde antikomünist faaliyetlerin odağıydı. Devrimci gelişmeye karşı sabotaj, suikast, provokasyon ve dezenformasyon onun tezgahında üretiliyordu. Kontrgerilla karargahı, yerine göre paramiliter çeteler örgütlüyor, olası iç savaşlara karşıdevrim merkezi olarak hazırlanıyordu.
- Dünya Savaşı’nı takip eden dönemin yeni faşist diktatörlükleri, tipik olarak, işte bu kontrgerilla teşkilatlarınca tezgahlanan Amerikancı faşist askeri darbelerin eseriydiler. İran, Brezilya, Endonezya, Yunanistan, Filipinler, Şili, Uruguay, Arjantin, Türkiye, Pakistan ve başka ülkelerde, art arda askeri darbelerle faşist rejimler kuruldu. Derin iktisadi ve siyasi bunalımlar ile büyüyen devrimci hareketlere sahne olan yeni-sömürge ülkelerde, yani emperyalist zincirin bu zayıflayan halkalarında, ABD hegemonyasının ve burjuva egemenliğinin devamı için askeri darbeler imdada koştular.
Yeni-sömürgelerde askeri faşist iktidarlar, emperyalist oligarşinin ve işbirlikçi burjuvazilerin açık terörist diktatörlükleri olarak, olanca güçleriyle devrim tehdidini bastırmaya giriştiler. Bulunduğu kadarıyla burjuva demokratik nitelikteki siyasi kurumların tasfiye edilmesi, siyasi iktidar işlevlerinin yürütme organında aşırı merkezileştirilmesi, devrimci ve demokratik tüm güçlerin vahşice ezilmeye çalışılması, milliyetçi şoven ve antikomünist bir resmi ideolojinin yerleştirilmesi, böylelikle faşist devlet terörünün “milli irade” ile özdeşleştirilip meşrulaştırılması ve anti-Sovyet dış ilişkilerin pekiştirilmesi, bu ülkelerde iktidardaki faşizmin ortak özellikleriydi.
İlk faşizm dalgası, kapitalizmin merkez ülkelerinde, proleter dünya devriminin yükselişine tekelci sermayenin yanıtı olmuştu. Bu ikincisiyse, Soğuk Savaş dengeleri ve ulusal kurtuluş zaferleri ortamında, bu kez kapitalizmin çevre ülkelerinde, tekelci sermayenin yine devrimci kabarışlara karşı gerçekleştirdiği bir hamleydi. Her iki faşizm dalgası da, emperyalizmin sistematik olarak siyasi gericilik ürettiğine işaret eden Lenin’i doğruluyordu.
Varoluşsal Krizin Siyasi Eseri
1990’ların başında dünya burjuvazisi, Sovyet Bloku’nun çökmesi ve devrim tehdidinin ötelenmesiyle zafer naraları atarken, faşist kontrgerilla teşkilatlarına ve faşist askeri darbelere artık daha az gereksinim duyuyordu. Son yıllarda Mısır ve Tayland’da örneklenen türde faşist askeri darbeler ve diktatörlükler seyrelirken, seçim sandıklarında boy gösteren faşist hareketler artık öne çıkıyordu.
Bu yeni tarihsel dönemde sahne alan yeni tip faşizm, ayırt edici özellikleriyle, emperyalist küreselleşmeye özgüdür ve günümüzdeki gelişmesini kapitalizmin varoluşsal krizine borçludur.
Sermaye birikim modelinde “refah devleti” döneminde yaşanan yapısal tıkanma, neoliberalizmle aşılma yoluna sokuldu. Eğitim ve sağlık alanları, tüm kamu hizmetleri sermayenin genişlemesinin hizmetine sunuldu, devlet işletmeleri özelleştirme yağmasına açıldı. Sermaye hareketlerinde iki eğilim baskın oldu: ucuz işgücü ülkelerine yatırım ve finansal işlemlere yatırım. Çünkü düşük kar oranları ancak böyle yükseltilebilirdi. Sermaye birikim süreci finansallaştıkça ve spekülatif sermaye başat hale geldikçe, bir kutupta kronik aşırı sermaye fazlalığı, diğer kutuptaysa kronik aşırı işgücü fazlalığı birikti. Ve bu ikisi gitgide buluşamaz oldu.
Dünya tekellerinin “dünya fabrikası” inşa etmeleri, sermayenin küresel dolaşımı önündeki her türlü ulusal çitin kaldırılmasını dayatmaları, mali oligarşinin çıkarına uluslararası yasaları devreye sokmaları ve kapitalizmin çevre ülkelerinde de içsel bir olguya dönüşmeleri, nihayetinde burjuva ulus-devletin ayağını bastığı toplumsal maddi temeli çekip aldı. Yeni-sömürge ülkeler mali-ekonomik sömürgelere dönüşürken, Batılı kapitalist ülkelerde işçi sınıfının emperyalist sömürüden nemalanmasına da nokta konuldu. Bu süreçte mali-ekonomik sömürgelerde yaşanan şiddetli sınıfsal yıkım, Batılı kapitalist merkezlere emekçi göçünü alabildiğine artırdı. Ortadoğu’da yayılan emperyalist saldırganlık ve savaşlar ise, devasa bir yoksul Müslüman nüfusun Avrupa’ya akışını tetikledi.
İşçilerin sosyal hakları budandı, ücretleri düşürüldü. Taşeronlaştırma, örgütsüzleştirme ve güvencesizleştirme alabildiğine yayıldı, işsizlik çığ gibi büyüdü. Sermayenin ucuz işgücü ülkelerine kayışı, kapitalist merkezlerdeki işçileri, ücretlerin düşmesi veya işsizlik ikilemiyle yüz yüze bıraktı. Küçük mülk sahiplerinin mülksüzleşmeleri ve proletarya saflarına itilmeleri ivme kazandı. Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum hızla ve misliyle büyüdü. “Refah devleti” uygulamaları tarihe karıştıkça, sermaye-emek ve devlet-halk çelişkileri keskinleşti.
2008’de patlak veren büyük mali-ekonomik bunalım ise, kapitalizmin varoluşsal krizinin dışavurumu oldu. Sermayenin, üretici güçleri geliştirme yeteneğini bütünüyle yitirdiği, böylece toplumsal ilerlemenin mutlak prangasına dönüştüğü açıkça ortaya çıktı. Öyle ki, kapitalist metropollerde dahi işçiler ve emekçiler sermaye düzeninde bir gelecek ümit edemez duruma düştüler. 2015’te Avrupa’da yapılan bir araştırma, ailelerin büyük çoğunluğunun çocuklarının daha iyi bir dünyada yaşayacağına inanmadığını gösteriyordu. İnanmayanların oranı, Fransa’da yüzde 85’i, İngiltere’de yüzde 68’i, Almanya’da yüzde 58’i buluyordu. Söz konusu olan, ekonomik, politik, ideolojik ve ekolojik boyutlarıyla bütün bir toplumsal formasyonun, tarihsel varoluşunun sonuna varmasıydı.
İş ve yaşam koşulları hızla kötüleşen, işsizlik ve yoksulluk girdabına sürüklenen emekçiler, karşılarında programları da söylemleri de aynılaşan geleneksel burjuva partileri gördükçe, mevcut burjuva siyasi düzene daha fazla tepki duymaya başladılar. Hem neoliberalizme koşulmuş ana akım burjuva partiler, hem de sütunlarını onların meydana getirdiği burjuva demokratik parlamentolar olağanüstü bir güven erozyonuna uğradılar. Burjuva egemenliği, dönemin liberal demokratik normlarıyla, başlıca ideolojik varyantlarıyla, emekçiler nezdinde rıza üretme, hegemonya tazeleme imkanlarını gitgide yitirdi. Bütün bunlar, toplumda artan siyasal uçlaşmayı beraberinde getirdi.
Yeni faşist hareketler, kapitalist ülkelerin pek çoğunda, 2008 bunalımından bugüne hızlanan bir büyüme seyri izlediler. Ve bu, yukarıda ana hatlarıyla çizilen tablodan da anlaşılacağı gibi, hiç de rastlantısal değildi.
Madalyonun bir yüzünde, sınıfsal ve siyasal çelişkilerin keskinleşmesinden, emperyalistler arası rekabetin şiddetlenmesinden dolayı, burjuva devletlerin zaten burjuva demokratik yasaları tırpanlıyor, giderek daha otoriter yönetim biçimlerine yöneliyor oluşları gerçeği yer alıyordu. Fransa’nın Sosyalist Parti yönetiminde olağanüstü hale geçmesi, Rusya’da Putin’in katı merkeziyetçi ve baskıcı yönetiminin pekişmesi ya da Çin’de Şi Jinping’e ömür boyu başkanlık yolunun açılması bu gerçeğin farklı yansımaları oldu.
Madalyonun diğer yüzünde ise, DAİŞ’in ABD ve Avrupa’da halktan insanları hedef alan katliamcı saldırıları duruyordu. DAİŞ saldırganlığı Müslüman göçmenlere karşı tedirginlik ve düşmanlığın yayılmasına yol açarken, aynı zamanda, Ortadoğu’da emperyalist yağma savaşlarından ya da emperyalist metropollerde toplumsal dışlanmışlıktan mustarip yoksul Müslüman yığınlar arasında DAİŞ’in tabanı muazzam bir genişlik kazandı.
Sermayenin neoliberal politikaları tarafından örgütlenmesi parçalanan, Sovyet Bloku’nun çöküşüyle ideolojik kırıma uğratılan işçi sınıfı içinde, Batılı kapitalist ülkelerde, önceki dönemin hayat standartlarını kaybetmenin faturasını göçmenlere kesen kör bilincin yayılması zor olmadı. Ücretlerin düşmesinin, işlerin yitirilmesinin, yaşam koşullarının kötüleşmesinin, sokaklarda çeteleşmenin boy vermesinin sorumluluğu yoksul göçmenlere yüklendi. Hemen her yerde alt ve orta sınıflar arasında, işlerin ve sosyal güvencelerin kaybı iktisadi güvensizliği, burjuva parlamenter temsil krizi siyasi güvensizliği, DAİŞ saldırganlığı ya da mafyatik şiddetse fiziki güvensizliği günden güne körükledi. Bu yığınsal güvensizlik psikolojisi, güçlü ulus-devletin koruyuculuğuna duyulan gerici özlemin zemini oldu.
Yeni faşist partiler ve hareketler, ayaklarını bastıkları bu toplumsal zeminde, hızla güçlenme imkanları buldular.
Yeni Faşizmden Çizgiler
Faşizm, doğal ve kaçınılmaz olarak, doğduğu ülkedeki toplumsal ve siyasal geleneklere, tarihsel ve kültürel etmenlere, hem alt sınıfların hem de orta ve üst sınıfların özgün yapısal özelliklerine, baskın olan toplumsal ve siyasal çatışkı noktalarına, dahası, sermaye birikim modelindeki ve teknolojik yapıdaki değişimlere, belirli bir dönemdeki somut sınıfsal ve siyasal güç dengelerine, devletler sisteminde mevcut ilişkiler hiyerarşisine göre şekillenir. Ayrıca bu şekillenme, başlı başına bir süreç, bir oluş halidir, hem de iktidarda bulunma safhası ile iktidar öncesi safha arasında köklü farklılar gösterir. Dolayısıyla, günümüzün faşist hareketleri ve liderleri, hem 1930’ların veya 1970’lerin faşizmlerinin tıpkıbasımı olamazlar, hem de bugün birbirleriyle tamamen aynılaşamazlar. Yani belirli bir faşist harekette, ulusal diriliş motifi, yayılmacılık, milliyetçilik, biyolojik ırkçılık, militarizm, antikomünizm, liderlik kültü, demokrasi karşıtı söylem, tek parti rejimi savunusu, parti devleti modellemesi, paramiliter örgütlenme, korporatizm, kadın düşmanlığı, heteroseksizm, homofobi, entelektüelden tiksinti gibi karakteristik unsurların hepsinin bir arada bulunması söz konusu olmaz. Hareketin faşist niteliğini, onun ideolojik dokusunun, politik amaç ve işlevinin, pratik varoluş tarzının genel doğrultusu belirler.
İki dünya savaşı arası dönemde İtalya ve Almanya’da doğan faşizm başlangıçta nasıl kapitalizmin genel krizinin yıkıma uğratıp güvensizleştirdiği orta ve küçük burjuvazinin çıkarlarını programlaştırdı ve işçi sınıfı yığınlarını etkilediyse, bugünkü faşizm de ya mülksüzleşen orta sınıflara ve işsizleşen işçi sınıfına dayanıyor ya da en azından bu sınıfların çeşitli talepleriyle demagojik bağlar kuruyor. Tekelci sermayenin ayrıcalıklarına, geleneksel burjuva siyasetçilerin yozlaşmışlıklarına, entelektüellerin sahtekarlıklarına karşı politik ajitasyon, dünkü ve bugünkü faşist liderlerin dillerinde hayli benzeşiyor.
Antikomünizm yeni faşizmin de yapısal ideolojik ve politik bir özelliği. Fakat bugün daha fazla öne çıkan, ırkçılıkla birleşmiş göçmen düşmanlığı oluyor. Faşistler, tırmanan yoksulluğun ve sefaletin sorumlusu olarak, “ulusun kanını emen parazitler” diye göçmenleri ya da “ulusun düşmanları” diye farklı ulusal ve inançsal toplulukları işaret ediyorlar. Sermayenin neoliberal politikalarıyla yarattığı sosyal yıkım sonucu birikmiş öfkeyi göçmenlere veya ezilen ulusal ve dinsel topluluklara kanalize ediyor, böylece sınıfsal karşıtlıkların konusu olmaktan bir çırpıda çıkarıyorlar.
Orta sınıflardan kaynaklanan gerici ulusalcılık, emperyalist küreselleşme politikalarına bir reaksiyon. Yeni faşist partiler, açıkça “refah devleti” dönemi politikalarını savunmuyorlar. Ama ulus-devletin yeniden güçlendirilmesi, ulusal korumacı ekonomi politikaları, AB karşıtlığı gibi savunuları, orta sınıflardan emperyalist küreselleşmeyle çelişkili kesimlerin siyasi eğilimine tekabül ediyor. Bu savunulara bağlı olarak ülkede yatırımı ve istihdamı artırma vaatleri, işçi sınıfı ve yoksullar arasında da cezbedici olabiliyor. Faşistler, sınıfsal konumlarını, hatta onurlarını ve hayallerini kaybedenlerin, kaybettiklerini tekrar kazanmak amacıyla ırkçı ve ulus-devletçi bir siyaset mevzisinde toplanmalarını sağlayabiliyorlar. Emekçilerin “refah devleti” dönemi kazanımlarının gasp edilmesi ile ulus-devletin “ulusal” erimesi zamandaş olunca ve geleneksel burjuva partiler birbirlerinin adeta kopyasına dönüşüp “ulusal” özelliklerini yitirince, bunlara tepkinin ulus-devleti diriltme özlemi doğurmasında şaşılacak bir şey yok. Keza Le Pen’in Fransa’da sanayinin taşındığı, istihdamın dibe vurduğu ve yoksullaşmanın tırmandığı bölgelerden büyük oy alması ya da İngiltere’de aynı türden bölgelerin Brexit’ten yana ağırlık koyması tesadüf değil.
Hitler ve Mussolini, derin bir sarsıntı geçiren burjuva toplumdaki eskiye özlemi seslendiriyor, ulusun dirilişini vadediyor, ırkçılığı ve şovenizmi “faşist devrim” reçetesinin en başına yazıyorlardı. Şimdi Trump ve Modi, tüm ırkçı şoven argümanlarıyla, güçlü ulus-devlete dönüşün bayraktarlığını yapıyor, yitip giden gerici değerlere ve geleneklere tam bir tutuculukla yapışıyorlar. “Ari ırk” Almanların ya da “uygarlığın öncüsü” İtalyanların üstünlüğü, beyaz evanjelik Amerikalıların ya da yukarı kasttan Hinduların üstünlüğü; tarihler ve ülkeler değiştikçe, elbette ırkçılığın biçimleri de değişiyor. Dün dışsallaştırılanlar Yahudiler ve Çingenelerdi, bugünse Afro-Amerikalılar, Müslümanlar ya da Latin Amerikalılar dışsallaştırılıyor.
Günümüzde de, faşistlerce tek millete, tek lidere, tek devlete, tek bayrağa, tek dile yapılan vurgular, içte ve dışta düşmanlarla ve tehditlerle kuşatılmışlığa çözüm sayılıyor. Kimi zaman şeytanlaştırılan Batı dünyası, kimi zaman gerçek içeriğinden soyunan uluslararası sermaye ve emperyalizm, genellikle göçmenler ya da farklı ulusal ve dinsel topluluklar, sıklıkla da eşcinseller ya da ateistler düşman olarak imleniyor, böylece yeni “milli kimlik” inşasına dayanak kılınıyor. Faşist meşrulaştırma kavramı olarak “milli irade”, kendi içeriğini “vatan hainleri”, “teröristler”, “bölücüler”, “dış mihraklar ve onların uzantıları” karşısındaki retorikle kuruyor.
Faşizm, erkek egemenliğinin mızrak ucu olmaya devam ediyor. İdeolojik planda, kadınlığın “annelik” ve “eşlik” üzerinden tarif edilmesine karşılık, erkekliğin güvenilirlik ve güçlülükle özdeşleştirilmesi; söylemde, kadını aşağılayan erkek egemen dilin pervasızca kullanılması; politikada, kürtaj hakkı başta olmak üzere, kadınların kazanılmış yasal haklarına göz dikilmesi ve kadına yönelik şiddetin kışkırtılması, hem tarihsel hem de güncel olarak, faşizmin karakteristik unsurları. “Savaş erkeğe aittir, annelik kadına” diyen Mussolini ile kadınlara durmaksızın daha çok doğurmayı öğütleyen Erdoğan nasıl da birbirlerine benziyorlar!
Yunanistan’da Altın Şafak veya Ukrayna’da Sağ Sektör gibi öncelikle sokakta siyasi etkinliklerini büyütmeyi temel alan faşist hareketler de var, Fransa’da Ulusal Cephe veya Avusturya’da Özgürlük Partisi gibi seçim başarılarına öncelik veren de. Her halükarda yeni faşizm, tıpkı feyz aldığı tarihsel deneyimlerde olduğu gibi, hem sokağa, hem sandığa, hem de gündelik hayata nüfuz etme yönelimde. Faşist paramiliter çetelerin henüz ortalıkta öyle yaygın kol gezmemeleri, bunların politik mücadelelerdeki sertleşmeye bağlı olarak yayılıp güçlendirilmeyeceklerinin kanıtı değil.
Kapitalist gelişmenin henüz görece alt seviyede olduğu ve dinin toplumsal ve siyasal etkisinin halen diri durduğu ülkelerde, modern seküler burjuva ideolojiler gözden düştükçe, faşizm bir ayağını politik dinsel zemine basarak yürüyor. Örneğin, Erdoğan’ın İslama ve Modi’nin Hinduluğa referans veren faşist çizgileri, hem saldırganlık ve katliamcılık, hem tekçilik, hem de “eski”yi diriltme iddiası bakımından iki savaş arası dönemin faşizmini andırıyorlar. DAİŞ, Taliban, El Kaide, Boko Haram gibi politik islamcı örgütlerin gerek yığınsallaşma deneyimleri, gerekse hakimiyet kurdukları bölgelerdeki yönetim pratikleri, Doğu’da faşizmin genellikle politik islamcılıkla iç içe geçerek gerçekleşeceğine işaret ediyor. Yoksulların ve yurdundan edilmişlerin zenginlere ve zenginlerin devletine, emperyalizme ve emperyalist yağma savaşlarına besledikleri öfke ve nefret, bunlar eliyle, “kafir”lere yönelik hınca dönüştürülüyor.
Yeni faşizmin henüz iktidara gelmeden izlediği ideolojik-politik çizgi ve yükselttiği program, çoğunlukla, dünya tekellerinin çıkarlarıyla örtüşmüyor. Ulusal korumacı önlemler, finansal işlemlere kontroller, sermaye ihracına sınırlamalar, istihdam artırıcı devlet yatırımları mali oligarşinin neoliberal ekonomi politikalarıyla uyumlu değil. Hatta, tekelci sermaye işçi sınıfı ve emekçilerin düpedüz suyunu çıkarma arayışındayken, faşist liderler sermayenin işgücü sömürüsünü kurallara bağlamayı vaaz edebiliyorlar. Kimi mali-ekonomik sömürge ülkelerde faşist iktidarlar, örneğin Duterte, Erdoğan ya da Modi, ABD’nin emperyalist hegemonyasının çözülmeye uğradığı uluslararası koşullarda, emperyalizmle sürtüşmeli politikalar izlemeye fazlasıyla cesaret edebiliyorlar.
Yeni faşist parti ve hareketler, devrimci veya reformist solun ciddi bir yükseliş içinde olduğu ülkeler bir yanda tutulursa, mali oligarşi tarafından ne doğrudan yönlendiriliyorlar, ne de iktidara davet ediliyorlar. Fransa’da Le Pen’in burjuva devletin başına geçmesini engellemek için burjuvazinin birleşmesi veya ABD’de birçok tekelci patronun ve kıdemli burjuva siyasetçinin Trump’a karşı direnişten bahsetmesi böyle bir anlam taşıyor.
Buna karşın faşist partiler ve liderler, iktidara geldikleri ülkelerde, ister gönüllü isterse gönülsüz olsun, emperyalist küreselleşme politikalarının da uygulayıcılığını üstleniyorlar. Zira başka çareleri yok. Orban, Modi ya da Bolsonaro bunun tipik örnekleri. Bu politikaların yol açtığı sosyal yıkımı, devletin altyapı yatırımlarıyla, sosyal yardımlarla veya “hayırsever” kuruluşlarla telafi etme yöntemleri de, önceki egemen sınıf karşıtı söylemleri ile şimdiki egemen sınıf yanlısı politikaları arasındaki tutarsızlığın yığınsal tabanlarında parçalanma eğilimi yaratmasının önüne geçemiyor. Dahası, özellikle mali-ekonomik sömürge ülkelerdeki faşist iktidarlar, gerek emekçi taleplerini asgari ölçüde karşılamak bakımından iktisadi hareket sahalarının, gerekse askeri ve iktisadi kapasite bakımından yayılmacılık sahalarının çok sınırlı oluşundan dolayı, yığınlara dönük ideolojik ve politik söylemlerinin iktidardaki vasatlıklarıyla oluşturduğu çelişkiye çarpıp duruyorlar. Bu yönüyle çok daha avantajlı olan Trump bile, bir yandan tekelci burjuvazinin bir bölümünün çıkarlarını güder ve diğer yandan alt ve orta sınıflara seslenirken, bu iki karşıt kutup arasındaki gerilim sarkacında imkansız bir oyunu sürdürmeye çalışıyor.
Bütün bunların ötesinde, yeni faşizm, sermayeye iki boyutlu güncel bir politik imkan sunuyor. Faşist partiler, hem mali oligarşinin politikalarına tepkili emekçi yığınların arkaladıkları bölümünü ideolojik-politik bakımdan kapitalizm sınırları içinde tutuyorlar, hem de burjuvazinin bu yığınların diğer bölümünü “faşizm tehdidi” sayesinde burjuva liberal kurumlara sahip çıkmaya yöneltmesine “günah keçisi” yapılıyorlar. Demek ki, neoliberalizme karşı çıkmadan neofaşizme karşı çıkmanın, kapitalizmin üzerinden atlayarak faşizmi durdurmayı ummanın vardığı yer, burjuva sınıf egemenliğinin yeniden tesisi oluyor. Bunun en çarpıcı örnekleri, faşizmi durdurmak adına, Trump’a karşı Clinton’ı ya da Le Pen’e karşı Macron’u destekleme tutumlarında görülüyor.
Faşizm, İç Savaş, Devrim
Yeni faşist parti ve hareketlerin, genellikle henüz mali oligarşinin dolaysız güdümüne girmediklerini tespit etmek ne kadar doğruysa, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimci mücadelelerinin yükselişi ve komünist partilerin burjuva düzenin temellerini tehdit edecek denli güçlenişi halinde, mali oligarşinin antikomünist vurucu gücü, açık terörist diktatörlüğü olarak işlevlendirileceklerini öngörmek de o kadar isabetli olur.
Brezilya’dan güncel bir örnek: Sol reformist İşçi Partisi’nin sermayenin çıkarına neoliberal politikalar ile emekçilerin çıkarına bazı sosyal projeleri bir arada uygulamasına dahi tahammül edemeyen, hele de İşçi Partisi yönetimi altında Brezilya’nın Küba ve Venezuela’yla ittifak kurmasından kuduran Amerikalı sermaye tekelleri ve Brezilyalı işbirlikçi burjuvazi, önce iki aşamalı bir nevi darbeyle devlet başkanları Dilma Rousseff ve Lula da Silva’yı saf dışı bırakmayı, ardından Bolsonaro gibi pervasız bir faşisti devlet başkanlığı koltuğuna taşımayı başardılar. Tam bir faşist diktatörlük heveslisi olan Bolsonaro, mali oligarşi için, hem İşçi Partisi iktidarından arta kalanları temizlemekte, hem de neoliberal politikaları uygulamakta eşsiz bir figür olacağını gösterdi.
Ekim 2018’de, Meksika’nın yeni başkanı sosyal demokrat Lopez Obrador’un neoliberal politikalara mesafeli sözleri üzerine Meksika’da hisse senetlerinin yüzde 17,9 oranında düşüş yaşadığı ve tahvil faizlerinin tavana vurduğu günlerde, Brezilya’nın yeni başkanı faşist Bolsonaro’nun solu tamamen yok edeceğini söylemesiyle Brezilya’da hisse senetleri yüzde 19,4 oranında yükseliş kaydediyor ve finans piyasaları adeta kutlama yapıyordu.
Brezilya örneği, bize, yalnızca reformist bir sol iktidar alternatifinin dahi mali oligarşinin faşizmi devreye sokmasını getirebileceğini, faşist hareketin de mali oligarşinin sınıfsal çıkarına koşulmuş böyle bir siyasal iktidar görevine pekala hazır olacağını, devrim ile karşıdevrim arasında şiddetlenen çelişkinin tekelci sermaye ile yeni faşizm arasındaki açı farkını gidereceğini yeterli açıklıkta anlatıyor.
Son olarak, faşizm tartışmasına başka bir açıdan bakalım: Kapitalizmin varoluşsal bunalımı sonucunda toplumda siyasi uçlaşma eğilimi güçleniyorsa ve bu uçlardan birini yeni faşizm meydana getiriyorsa, diğer uçta da gelişen antikapitalist ve antifaşist hareketler bulunuyor. Yani dünyada, sadece “neofaşist rüzgar” esmiyor, aynı zamanda “antifaşist rüzgar” da esiyor.
ABD başkanlık seçiminde Trump’ın karşısında parlayan, işçi sınıfının taleplerini savunarak ve sosyalizan bir söylem tutturarak muazzam bir halk desteği kazanan, ama Demokrat Parti’nin burjuva kulislerinde saf dışı edilen Bernie Sanders. Brexit kararının gerici ulusalcı yankılarının sürdüğü İngiltere’de, yine sosyalizm argümanlarını yükselten, işçi kitlelerinin genişleyen ve coşkulu desteğiyle önümüzdeki seçimlerde başbakanlığı kazanması beklenen ve bu defa İşçi Partisi’nin burjuva kulislerinde ayağı kaydırılamamış olan Jeremy Corbyn. 2000’li yıllar boyunca, Venezuela’dan Ekvator’a, Bolivya’dan Uruguay’a, Paraguay’dan Honduras’a kadar Latin Amerika’nın çok büyük kısmında hükümet olan halkçı demokratik partiler ve liderler. İşçi sınıfı ve ezilenler arasındaki siyasi kaynaşmanın sonucu olan bütün bu reformist sol gelişmelerden elbette çok daha önemlisiyse, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Arap halk isyanlarında, Rojava devriminde, Yunanistan’da Syntagma başkaldırısında, İspanya’da Öfkeliler ve ABD’de İşgal Et hareketlerinde, Türkiye’de Gezi-Haziran ayaklanmasında, Fransa’da Sarı Yelekliler dalgasında ifadesini bulan, her biri kendinden sonraki bir başka büyük çıkışı mayalayan, işçilerin ve ezilenlerin artık yatıştırılması imkansız arayışlarını yansıtan kitlesel mücadeleleri.
Tekelci burjuva egemenliği toplumsal rıza üretmekte olağanüstü zorlanıyor ve ideolojik hegemonyasını koruyamıyor. Emekçi insan için kapitalist toplum bünyesinde özgür ve onurlu bir gelecek umudu beslemenin nesnel dayanakları kalmadı. İşçiler ve ezilenler, kapitalist düzen içi reformlarla manevra yapma imkanları gitgide eriyen burjuva egemenliğiyle bağlarından ideolojik ve politik kopuşlara yöneliyorlar. İsyanlar silsilesi içinde yollarını arıyorlar. Ama siyaseten bütün ara yollar tükendi. Venezuela, Yunanistan ya da Brezilya’ya bakalım; toplumsal reformlar yoluyla barışçıl ilerleme çabalarının nasıl hızla sınırlarına dayanıp püskürtüldüğünü, iç savaş koşullarının ve kuvvetlerinin nasıl hızla olgunlaşmakta olduğunu göreceğiz.
İsyanlar nihayetinde iç savaşlara kapıyı açacak. Ve şüphesiz ki iç savaş, devrimci güçler ile faşist güçlerin olanca şiddetiyle karşı karşıya gelişlerine sahne olacak