Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iktidarların tamamı, toplumsal cinsiyet rejimine dayalı bir politika izleyerek kadın düşmanlığını her alanda üretti. Cinsiyetçilik, militarizm ve şovenizm gibi rejimin genetik kodlarından, ideolojik kurucu unsurlarından biri oldu. Kapitalist devlet, yargısından meclisine ve okuluna kadar tüm kurumlarında kadına yönelik şiddeti üretti, kutsadı. Kadın hiçbir zaman aileden ayrı ele alınmazken, kadına yönelik şiddet de “aile” kapsamında değerlendirildi. Hiçbir hükümet de, kadın özgürlük mücadelesinin zorlaması olmadan, kadınlardan yana tek bir politika üretmedi. Devlet, yargıdan eğitime, günlük hayattan politikaya her yerde kadınların hayatı pahasına bile olsa, erkeklerin çıkarlarını gözetti. Yargı, sadece bugün değil, dün de “gerçek adaletin karşısında erkek adalet” için vardı. Devletin sahibi erkekler, kadın düşmanlığını her söz ve eylemlerinde üretmeye devam ettiler. Kadınlar bugün olduğu gibi dün de erkekler tarafından katledildi, tecavüze uğradı. Özetle, erkek kapitalist devlet, kadınlara hep düşman oldu, kadınlar da “yaşam hakkı”nın güvencelenmesi konusu dahil olmak üzere hangi hakkı elde ettiyse, erkek kapitalist devlete ve onun hükümetlerine karşı mücadele ile elde etti. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında “seçme ve seçilme hakkı” gibi kimi haklar, kadınların mücadelesinin sonuçlarının yanı sıra, kemalist rejimin hedeflediği “modern ulus devlet” inşası ve “çağdaş yaşam”ın da bir gereğiydi.
Ancak kadınların yaşadıkları kapitalist devletin yapısına içkin cinsiyetçilik ve nefret, AKP/saray iktidarı ile birlikte elbette başka bir forma taşındı. Saray rejimi, kapitalist devletin kadın düşmanlığını sürdürürken, bu düşmanlığı politik ve ideolojik çıkarlarına uygun olarak güncelledi, yeni kavramlarla teorileştirdi ve buna uygun yeni kurumlar inşa etti.
AKP’nin kadın düşmanı politikalarının ayrıntısına girmeden, Avrupa’dan Ortadoğu’ya cinsiyetçiliğin yeryüzünde arttığının altını çizelim. DAİŞ ve El Nusra başta olmak üzere faşist politik islamcı çeteler, son birkaç yıldır Ortadoğu coğrafyasında binlerce kadının canına kast etti. 2014 yılının 3 Ağustos günü Şengal’e başlayan işgal harekatının ilk mağduru kadınlardı. 3 bine yakın Êzidî kadının akıbeti hala belirsiz. Kısa bir süre önce özgürleştirilen Rakka, DAİŞ’in kaçırdığı kadınları pazarladığı bir köle pazarıydı. Zalim politik islamcı çeteler kadın bedenini fethedilecek bir toprak olarak görürken, onların şeriat hükümleri ile yönettikleri kentlerde kadınların nasıl bir zulüm yaşadığının kanıtı ise, işgalden kurtulan kadınların YPJ’li kadın savaşçılara gösterdiği sevgi oldu. Girê Spî’nin DAİŞ işgalinden kurtulmasının ardından, bir kadının rengarenk elbisesinin üzerine giymek zorunda bırakıldığı siyah çarşafı çıkartırken yaşadığı sevinç, tarihe düşülen önemli bir nottu.
Faşist dinsel gericiliğin kuşattığı sadece Ortadoğu coğrafyasında değil, “uygarlığın beşiği” Avrupa’da da kadınların kazanılmış hakları, giderek gericileşen iktidarlar ve kilise tarafından yok edilmek isteniyor. Örneğin, kürtaj hakkı hedefte. Kadınlar, kürtaj hakkına sahip çıkmak için Güvenli ve Yasal Kürtaj İçin Uluslararası Gün kabul edilen 28 Eylül’de birçok Avrupa kentinde sokağa çıktı. 25 Kasım eylemlerinde de öne çıkan taleplerden biri güvenli ve yasal kürtaj hakkı oldu. Görülüyor ki, politik islamcı faşist ya da burjuva liberal iktidarlar kadın düşmanlığında ortaklaşırken, bu düşmanlık Asya’dan Latin Amerika’ya kadın yoldaşlığının ve mücadelesinin nesnel zeminini de güçlü bir biçimde oluşturuyor.
Eşitliğe Karşı Eşdeğerlik
AKP iktidarının, kadına yönelik düşmanlık konusunda cumhuriyet tarihinin diğer hükümetlerinden ayırt edici çizgisi, kadın özgürlük mücadelesinin en temel talebi olan “eşitlik” kavramına karşı verdiği, “fıtrat, eşdeğerlik ve adalet” ile rol model olarak ileri sürdüğü “makbul kadın” yanıtı oldu. Saray rejimi, kadının yaşam alanının çerçevesini aslında bu kavramlarla belirledi. Daha önceki iktidarlar, kadın ile erkek arasındaki eşitliğe inanmadıklarını, bu dönemin yöneticileri gibi yüksek perdeden dile getirmekten hep imtina ettiler. Ancak diktatör Erdoğan başta gelmek üzere, AKP döneminin tüm yöneticileri, “kadın ile erkek arasındaki eşitliğin” mümkün olamayacağını, bunun “kadının fıtratına” aykırı olduğunu söyleyip durdular. “Balık baştan kokar” misali, yukarıdan aşağılara doğru inildikçe, eşitsizlik vurgusundan “evlilik” adı altında çocukların cinsel istismarına kadar her türlü şiddeti olağan ve meşru gören demeçlere uzanan kadın ve çocuk düşmanı, cinsiyetçi ve nefret dolu açıklamaların ardı arkası kesilmedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014 yılında, üstelik 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü’nden bir gün önce, Kadın ve Demokrasi Derneği’nin konferansında söylediği sözler, iktidarın, yeni dönemde kadın düşmanı politikalarının da özetiydi. Erdoğan’ın o günkü konuşmasının ana fikri şuydu: “Bazen erkek-kadın eşitliği diyorlar. Kadın-kadına eşitlik doğru olandır, erkek-erkeğe eşitlik doğru olandır, ancak kadının özellikle adalet karşısındaki eşitliği aslolandır. Kadınların ihtiyacı olan, eşitlikten ziyade eşdeğer olabilmektir. Yani adalettir. Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır, tabiatları farklıdır, bünyeleri farklıdır. Eşitlikten ziyade eşdeğer kavramını, yani adalet kavramını bu meselede en önemli kriter olarak görmek, en önemli referans olarak almak zorundayız.”
Erdoğan bu konuşmayı kadın gündemli bir toplantıda kadınlara yaptı ve tam da olmasını arzuladığı gibi tek bir itiraz gelmedi. Böylece, cinsiyetçi politikaları için kadınların “rızası”nı aldılar. Zaten, Kadın ve Demokrasi Derneği de bu misyonla kurulmuştu: iktidarın politikalarının kadınlar arasında meşruluğunu, kabul edilebilirliğini sağlamak. Ayrıca, Erdoğan’ın konuşmasının ardından saray medyasında yazılan çizilen bazı yazılarda, “eşitliğe karşı eşdeğerlik” kavramı, Erdoğan’ın meseleye dair teorik katkısı olarak varsayıldı. Elbette ki, bu politika Erdoğan’ın “üstün politik zekası”nın ürünü değildi. “Eşdeğerlik ya da hakkaniyet”, neoliberal ideolojinin “eşitlik” kavramının karşısına alternatif olarak getirdiği bir kavramdır. Amacı da, uzlaşmaz sınıfsal çelişkileri, eşitsizlikleri gizlemektir.
Diktatör Erdoğan ve diğer AKP’liler, “fıtrat” kelimesini daha önce de iş cinayetleri karşısında kullanmıştı. 301 işçinin canını alan Soma katliamının ardından dönemin başbakanı Erdoğan, “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” diyerek, cinayetlerin meşruluğunu sağlamayı, toplumsal rızayı oluşturmayı amaçlıyordu. “Fıtrat”ın, iktidarın elinde, işlediği her türlü suçu örtecek bir örtü haline geldiği ortada. Politik islamcı faşist AKP, bu kavramla, kadınların “doğuştan anne” olduklarını, kadın ile erkek arasında bir eşitlik ilkesi kurulamayacağını, ancak bir tamamlayıcılık ilkesi kurulabileceğini öne sürdü. Erdoğan’ın az önce alıntıladığım konuşmasında da geçtiği gibi, fıtrata göre, kadın-erkek eşitliğinden bahsetmek, kadınların gereksinimlerini yok saymak anlamına gelir. AKP/saray rejimi, “fıtrat teorisi”nden hareketle, “kadınlara eşitlik yerine, herkesin fıtratına uygun bir adaletin daha hakkaniyetli olduğunu” propaganda ediyor ve bunun politikasını oluşturuyor. Bu tez, çok açık ki, her şeyin başında kadınların yaşadığı eşitsizliği olağanlaştırırken, bu eşitsizliği ve cinsiyetçiliği bir norm haline getiriyor. Tehlikeli olan da bu. Kadınların ihtiyaçları artık bu norma göre belirleniyor ve kurumları, mevzuatı bu norma göre kuruluyor. Norm dışına çıkan ise ya en yakınındaki erkekler tarafından katlediliyor ya da devlet tarafından öldürülüyor, öldürülmeyenler ise tutsak ediliyor.
Farklılık ve tamamlayıcılık, cinsiyetçi işbölümünün merkezinde yer alan “annelik”, başka bir ifadeyle, “çalışma yaşamının annelik görevi ile uyumlulaştırılması” ile kadınların karşısına çıkartılıyor. AKP'nin, ekonomide liberal, politikada islamcı faşist, günlük hayatta ise muhafazakar bir yaşamı inşa etmek için “fıtrat”a ihtiyacı var. Alevilerden Sünni Müslümanlara ve Hristiyanlara kadar tüm topluma islam dininin kuralları ile belirlenen muhafazakar bir yaşamı dayatan AKP/saray rejimi, bedeni, kimliği ve emeğiyle kadını hedef almış durumda. Kadınların bedeni adeta bir savaş alanı. Her gün bir AKP’li, kadınlara ne yapmaması ya da ne yapması gerektiği konusunda talimat veriyor. Nasıl güleceğinden ya da gülmeyeceğinden, nasıl giyineceğine ya da giyinmeyeceğine kadar talimatların arkası kesilmiyor. Gebe kadınların sokağa çıkması, gülmek, eğlenmek kadına yasaklanıyor. Şort giymek de erkek şiddetine maruz kalmanın sebebi olabiliyor. Bir nevi “erkeksiz” ve “norm dışına çıkan” kadın, iktidarın tabiriyle “iffetsiz” görülüyor ve toplumun da böyle görmesi ve buna uygun bir tavır alması isteniyor. Kadınların bedeni, emeği, fikri, iradesi, kimliği sarayın sınırlarını çizdiği bir yaşama hapsediliyor. Kadın, iktidarın çizdiği bu hapishaneye ise “kendi bedensel eylemi” ile girecek; yani doğurganlığıyla. Kadının biyolojik evriminin doğal bir sonucu olan doğurganlığı, kendi varlığına karşı kullanılıyor. Diktatör Erdoğan, “üç” ile başladığı çocuk sayısını en son 15’e çıkardı. Kadında gördükleri bir kuluçka makinesi sanki; Allah ne verdiyse doğuracak.
Cumhuriyet tarihinde daha önce de doğum kontrolü ve kürtaj hakkı, kadınların kendi bedenleri hakkında verdikleri karar kapsamında değil, nüfus planlanmasının bir gereği olarak ele alındı. “Devletin bekası” için kadınların bedenlerine yönelik müdahalenin üç önemli dönemi oldu. AKP ile dördüncü dönem açıldı. 1930-1960 yılları arası pronatalist politikaların hakim olduğu dönemdi. O yıllarda Balkan savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Kuvayi Milliye’nin yarattığı nüfus kırımına çare olarak doğum teşvik edildi. İtalyan Ceza Kanunu’ndan uyarlanan 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nda kürtaj yasaklandı. 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, devlete doğumları artırma görevini verdi. Bu değişikliği, 1936 yılında ceza kanununda, doğum kontrolü ile ilgili bilgilerin yayılmasının yasaklanması yönünde değişiklik takip etti. Çocuklu ailelere ekonomik destek verildi.
1960-1983 yıllarında ise, iktidarın ihtiyacına uygun olarak, doğumu teşvik etmeyen bir politika izlendi. Sağlık bakanlığı, 1958 yılında adalet bakanlığından kürtaj yasağına son vermesini istedi. Ancak bu, '60 darbesinden sonra gerçekleşti. AKP’nin hükümete gelişine kadar devam eden üçüncü dönemde ise nüfus planlaması teşvik edildi. Kürtaj için “tıbbi gereklilik” koşulu kaldırılırken, doğum kontrolünde hemşire ve ebelere de rahim içi araçları uygulama yetkisi verilerek, kadınların bunlara erişimi kolaylaştırıldı. Ancak AKP/saray iktidarı, özellikle 2012’den itibaren çok sert bir dönüş yaptı. Bu sürece dördüncü dönem diyebiliriz. Bunun işareti ise, kürtajı yasaklayan yasa girişimi oldu. Diktatör Erdoğan’ın kürtaj ile ilgili “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü hala hatırlardadır. Ancak sarayın politikası kadınların direnişine çarptı, istediğini tam olarak yapamadı. Yine de AKP, pratikte kürtajı ve sezaryen doğumu neredeyse imkansız hale getirerek, kadınların iradesini tanımamayı sürdürdü.
Sarayın kadınları sürekli doğurmaya teşvik eden söz ve eyleminin ideolojik anlamı da var. Yeni toplum inşasında “güçlü aile”ye ihtiyaçları büyük. Bu ailenin kurucu unsuru da, elbette kadın, daha doğru bir ifadeyle anne ve eş. Bu nedenle, boşanmayı zorlaştırırken, evliliği kolaylaştırıyorlar. Diktatörlüğe göre, kadının birincil görev alanı ev. Kadın evde, “koca”sı karşısında “eş/karı”, “çocuğu” karşısında “anne” olacak. Bu görevlerinin yanı sıra, evin yaşlısına, hastasına, engellisine bakmak zorunda kalacak. Ancak “fıtratında olan bu görevleri” evdeki patron erkek için yerine getirirken, fabrikadaki patronu da ihmal etmeyecek, onun için de ucuz işgücü olacak.
Kısa bir süre önce kabul edilen müftülük yasası, diktatörlüğün “güçlü aile” politikasının önemli araçlarından biri. Resmi nikah kıyma yetkisinin müftülüğe (müftü ve imam) verilmesiyle, diyanet işleri başkanlığı gibi varlığı tartışmalı ve Sünni İslamın Hanefi kolunun temsilcisi olan bir kurum, medeni hukukun alanına giren “evlilik” konusuna müdahil oldu. Boşanmak isteyen kadınların eş, baba, erkek kardeş, ağabey tarafından öldürülmeleri gibi ağır bir gerçek orta yerde dururken, AKP/saray iktidarı, kadınların derdi evlenememekmiş gibi, evliliği kolaylaştırdı. Yasa, evliliği resmen müftü ve imamların müdahalesine açık hale getirirken, çocuk yaşta evlilikler ile çocuğa yönelik cinsel istismarın üzerinin örtülmesinin önünü açtı.
Bu yasanın altyapısı da 2012 yılında KESK’in büyük itirazlarına rağmen kabul edilen 4+4+4 Kesintili Eğitim Yasası ile oluşturuldu. Yasanın ardından pıtrak gibi imam hatip okulları açılmasının yanı sıra, kız çocukları için zorunlu eğitim şartı son bulmuş oldu. Kız çocuklarının ilk dört yıldan sonra öğrenimlerine “açık öğretim” ile devam etmelerinin önü açıldı. Eğitim-Sen’in 2014 yılı raporu, yasanın sonuçlarını çok açık bir biçimde ortaya koydu. 4+4+4 sistemi ile örgün eğitimdeki kız çocuklarının sayısında ciddi bir düşüş oldu. Rapora göre, 4+4+4 sisteminden sonra ortaokuldan mezun olan 36 bin 401 kız çocuğu, hiçbir kuruma kayıt yaptırmadı. Eğitim hakkından yoksun bırakılan çocuklar, müftülük yasasının ardından “evlilik” adı altında cinsel sömürü ve istismara açık hale geldi.
Yasanın ardından ilk nikah ise Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde kıyıldı. Nikah töreninin yapıldığı yer, kayyum tarafından kapatılan Nujin Kadın Dayanışma Evi’ydi. Kayyumun ilk işi, kapatılan kadın kurumunun yerine nikah dairesi yapmak olmuştu. Şiddet mağduru kadınların gittiği bir merkezin kapatılarak nikah sarayı yapılması bile, sarayın kadınların tüm kazanımlarına göz diktiğinin kanıtıdır. Sadece Bismil’de de değil, kayyum atanan tüm Kürt kentlerinde, kayyumların ilk işi kadın kurumlarının kapısına kilit vurmak oldu. Bu arada ilk müftü nikahını sarayın müftüsü kıyınca, tören sırasında 8 çocuğu olduğunu söyleyen müftü, genç çiftlere en az 5 çocuk yapmaları tavsiyesinde bulunmayı da unutmadı.
Müftülük yasasının ardından Erdoğan iktidarı, daha önce hiçbir iktidarın yapmadığı bir şeyi daha yaptı, diyanet işleri başkan yardımcılığına bir kadını atadı. İlahiyatçı Huriye Martı’nın alanı, “Sünnet perspektifinden kadın, aile ve ahlak” olunca, diyanet işleri başkanlığının önümüzdeki dönemde kadınların hayatına daha da fazla müdahale edeceğini söylemek yanlış olmasa gerek.
Diyanet işleri başkanlığının görevleri arasına “ahlak alanı ile ilgili işleri yürütmek” maddesi 1965 yılında eklendi. Bu değişiklik, inanç özgürlüğü ile taban tabana zıt olan bu kurumun, “özel alan”a müdahalesinin yolunu açtı. Çok açık ki, AKP ile bu müdahalenin gücü ve kapsamı arttı. Diyanet işleri başkanlığının adeta şeyhülislam gibi fetva verdiği günler çok oldu. 2012 yılında açılan “Alo Fetva Hattı”, sorularıyla ve sorulara verilen skandal yanıtlarıyla gündemde uzun süre kaldı. Toplumun en fazla tepkisini çeken, “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikahını düşürür mü?” sorusuna verilen yanıttı. Uzun yanıtın özeti, “Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz”dı.
Diyanet işleri başkanlığının vaaz sistemi içinde tanımlanmış sekiz ana vaaz konusundan ikisi, kadın ve aile. 2013 yılında ülke içinde verilen vaazların 47 bin 279’u aile, 10 bin 558’i kadınla ilgiliydi. Kadınla ilgili vaazların ise sadece 670’i kadına yönelik şiddete ilişkindi. Bunların da içeriği şuydu: Kalplere ancak Allah korkusu girerse, şiddet son bulur. Vaazların yanı sıra, diyanet işleri başkanlığı bünyesinde aile irşat ve rehberlik büroları oluşturuldu. Artık tüm il ve ilçelerde var olan bu bürolar, “ailenin korunması” için kadınlara sorumluluklarını hatırlatmakla, “yol göstermekle” sorumlu kılındı. “Ailenin korunması” demekse, çok açık ki, kadınların yaşadıkları şiddetin aile içinde kalmasıydı, istemedikleri evliliklere mahkum olmalarıydı.
Evde De Fabrikada Da Köle
Faşist saray rejiminde temsilini bulan yeni muhafazakarlığın hedefi, sosyal ve siyasal hak bilincinin yok edilerek, iktidarın verdiği kırıntıyla yetinilmesi ve örgütsüzlük ile tüm hakların budanmasıdır. Bu hedefin kadınların yaşamındaki karşılığı ise esnek ve güvencesiz çalışma oldu.
Devrik başbakan Davutoğlu’nun bir yıl kadar önce yaptığı, “Bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani görevini yapıyor. Doğum yapan kadınlarımızın hizmeti vatani bir hizmet gibidir ve doğum süresi o yüzden memuriyetten sayılacak” açıklaması, boş bir söz değildi. Bir yandan militarizmi kutsarken, diğer yandan bir “kadın” tarifi de yapıyor. Bu kadın “makbul kadın”dır. “Makbul kadın”, evde sunduğu ücretsiz bakım emeği ile üretici gücün/erkeğin yeniden üretiminden, hem de yeni neslin biyolojik üretimi ile yetiştirilmesinden sorumlu, kendi istek ve tahayyülleri olmayan bir varlıktır. Sadece eş, baba, devlet, ağabey, erkek çocuk, yani erkek için yaşar. Kadının görevlerinin bu şekilde tanımlanması, onun siyasetten eve çekilmesi anlamına gelir. Bunun için de kadınların tüm siyasi kurumları hedefe konuldu. Öte yandan da, kadınlar için çalışma yaşamını “anneliğe” göre düzenlediler, bunun için çokça adım atıldı. Adımların başında da esnek çalışma geldi. Böylece kadınlar, hem evdeki “kutsal” görevlerini yerine getirecek, hem de bu görevleri aksatmayacak bir şekilde istihdam edilecek. Örneğin, doğum sonrasında yarı-zamanlı çalışma hakkı tanındı. İlk bakışta işlerini kolaylaştırdığı için kadından yana gibi görünen bu düzenleme, aslında, tam zamanlı ve güvenceli çalışmayı ortadan kaldırarak, kadınları güvencesiz ve düşük ücretli yarı-zamanlı bir çalışmaya mahkum etti.
AKP/saray diktatörlüğünün, kadınların ev içindeki görünmeyen emeğine dair yaptıkları da dikkat çekici. Kadının bakım emeği ücretlendirilerek, devlet ile kadınlar arasında yeni bir ilişki biçimi kuruldu. Öncelikle, sosyal hak yerini muhtaçlık ilişkisi ile kurulan hayırseverlik ve yardıma bıraktı. Sosyal hak, sadakaya dönüştürüldü. Ancak bu “sadaka” ile kadınlar iktidara bağlandı. Söz konusu yardımların, toplumsal rızanın üretilmesinde de iktidar lehine bir rolü olduğu ortada. Çok açık ki, “sosyal devlet”in herkese eşit dağıtması gereken bu hakları alan vatandaş, almayandan ayrışarak, “ayrıcalıklı” hale geldi ve bu “ayrıcalığını” kaybetmemek için, iktidarın politikalarının toplumsal rızasının oluşturulmasında önemli bir rol oynamaya başladı.
Sosyal yardım alanlara ilişkin veriler oldukça yüksek. Yönetici sınıf halktan gasp ettiği paraları yurtdışındaki bankalarda stoklarken, ülke nüfusunun 13 milyonu sosyal yardımlardan yararlanıyor. Bu da yoksulluğun ulaştığı boyutun kanıtı. 2013 yılında yapılan gelir testiyle 17,5 milyon insan belirlenmiş, bunların yüzde 70’i asgari ücretin üçte birinin altında bir gelire sahip. Bu yardımlarla liberal ekonominin bir ilkesi de hayat buldu: krizi yönetmek. Böylece yoksulluğu yönetilebilir hale getirmeye çalıştılar.
Bu yardımların en çok göze çarpanı, bakım emeği olan evde hasta bakımı, engelli ve yaşlı bakımının yanında, şartlı nakit transferi. Aile ve sosyal politikalar bakanlığı ile sağlık bakanlığının evde sağlık ve sosyal destek protokolü, kronik hastalıklar dahil evde hasta bakımını teşvik ediyor. Ayrıca aile ve sosyal destek programına göre de, özel bakıma ihtiyaç duyan çocukların evde bakımı durumunda bakım ücreti ödeniyor. Şartlı nakit transferi ise, şarta bağlı sağlık ve eğitim yardımı. Ayrıca evlenecek genç kadınlara çeyiz yardımı ile eşi ölen kadınlara yönelik yardımlar da var. Tahmin etmenin zor olmayacağı üzere, boşanan ya da partnerlik ilişkisi olan kadınlar söz konusu yardımların kapsamında değil.
Hasta ve yaşlı bakımı için yardım isteyenlerin neredeyse tamamı kadın. Yardımların yüzde 70’i kadınlara veriliyor. Bakım emeğinin bu şekilde “ücretlendirilmesi”nin iktidar için ikili faydası var. Birincisi, hasta ve yaşlı bakımı bir kamu hizmeti olarak devletin sorumluluğunda olması gerekirken, devlet bu sorumluluktan kurtuluyor. İkincisi, cinsiyetçi işbölümünü üretmeye devam ederken, kadınlar bu sosyal yardımın bireysel sorumluluğu ile eve hapsediliyor.
Çok açık ki, kadının evde görünmeyen bu emeğine erkek tarafından el konulur. Erkek cinsi, evin içinde 7 gün 24 saat boyunca kadınların bakım hizmeti için harcadıkları emek sayesinde, bu işlerden kurtulurken, erkekler kendilerini siyasal, kültürel ve sosyal olarak geliştirmek için daha fazla zamana sahip oluyorlar. Bu durum solcusundan islamcısına tüm erkekler için değişmezdir. Bu el koymanın sonucunda erkekler siyasetin de merkezinde yer alırken, kadınlar izleyici konumunda kalıyorlar. Siyaset yapmaya başladıkları durumda da “dünyanın yükünü” omuzlamak zorunda bırakılıyorlar.
“Hastalıkta ve sağlıkta” diye kurulan evlilik ilişkisinde ve aile ortamında hayatın tüm yükünü tek başına omuzlayan kadınlar, elbette, toplumsal üretimde de eve itildi. Kadınların yüzde 25’i evlendiğinde işini bırakıyor. Kadınların işgücüne katılımı konusunda hükümet rakamlarının gerçeği yansıtmadığı yaygın kanı. Çünkü sosyal yardım alan kadınlar da “çalışıyor” kabul ediliyor. Kadın istihdam oranı 2004’te yüzde 20,8’den 2013’te yüzde 30,8’e yükseldi. Ancak gerçek rakamın bunun altında olduğu düşünülüyor. Burjuvazinin kadın emeğinden tamamen vazgeçtiğini söylemek mümkün değil. Çalışma, kadınlar bakımından biçim değiştiriyor. Geleneksel rollere hapsedilen kadınlar, kısmi zamanlı ya da esnek çalışmayı tercih etmek zorunda kalıyor. İş ile aile yaşamını uyumlulaştırma adına kadınların emeği, kısmi zamanlı, mevsimlik, geçici ya da ev eksenli esnek istihdam çarklarında öğütülüyor.
Kadının görünmeyen bakım emeği üzerindeki erkek denetimi, kadınların bedenleri üzerindeki erkek denetimi ile iç içe geçmiştir. Cinsel ilişkinin erkek karşısında bedeni ve emeği nesneleşen bir kadın için bir “karılık görevi” haline gelmesinden şort giymenin “tahrik edici” bulunmasına kadar çeşitli şiddet biçimleriyle bu el koyma desteklenir. Erkeklerin, en yakınlarındaki kadınların bedenlerini sahiplenmeleri ile emeklerini sahiplenmeleri arasında güçlü bir bağ vardır.
Erkek cinsinin “koca”, “patron” ve “devlet baba” olarak bu el koyma saldırısına itiraz eden kadın ise bu üçlü tarafından cezasız bırakılmaz. Kadın katliamlarının düzeyi bu cezalandırmanın en somut örneğidir. Kadının itirazı bireysel itirazdan kolektif bir eyleme dönüştüğünde ise, bu kez “devlet baba”nın şiddeti kadınların karşısına polis, ordu, mahkeme, hapishane, işkence ve ölüm olarak dikilir. Özsavunma hakkını kullandığı için tutuklanan Nevin Arslan’dan HDP Eş Genel Başkanı olduğu için tutuklanan Figen Yüksekdağ’a kadar hapishaneye konulan kadınlar, erkek devlete başkaldırdıkları için özgürlüklerinden mahrum bırakılarak cezalandırılmıştır.
AKP’nin kadın düşmanı politikaları, çeşitli toplumsal ve siyasal kesimlerden çok geniş bir kadın kitlesini karşısına almış durumda. KHK ile işten atılanlar, yaşamın her alanında erkek cinsinin psikolojik ya da fiziksel şiddetine maruz kalanlar, güvencesiz çalışmaya mahkum edilenler, nefret söylemlerine maruz kalanlar, yaşam tarzına karışılanlar, doğurganlığına müdahale edilenler ve daha nicesi, saray diktatörlüğünün karşısına aldığı kadınlar. Memleketin toplumsal cinsiyet rejimi tablosu, faşist politik islamcı saray diktatörlüğüne karşı mücadelenin de dinamiğini oluşturuyor. Sadece 7 Haziran’dan bu yana toplumsal mücadele dinamiklerine bakıldığında, kadın özgürlük mücadelesinin başı çektiğini söylemek mümkün. Kadınlar, toplumsal hayatın dinselleştirilmesinden yaşam tarzına müdahale edilmesine, erkek gericiliğinin cins kırımına dönüşen saldırganlığından güvenceli çalışma hakkının ortadan kaldırılmasına karşı çeşitli biçimlerde ve inatla direnişte. Az ya da çok, dar ya da geniş, kadınlar darbe rejimine rağmen sokakları terk etmedi. Her ne olursa olsun sözünü söylemekten, yaşam hakkına, geleceğine sahip çıkmaktan, katledilen tüm kadınlar için adalet istemekten vazgeçmedi. 8 Mart ve 25 Kasım direnişlerinde olduğu gibi, saray karşısında militan bir duruş sergiledi. Son 25 Kasım eylemi de, saray faşizmine rağmen kadınların sokakları terk etmemekte kararlı olduğunu gösterdi. Sesi, soluğu ve rengiyle sokakları özgürleştirerek güzelleştirirken, sosyal medyadan da sesini duyurmaya çalıştı.
AKP’nin gündeme getirdiği “makbul kadın”ın, kadınların bu mücadelesi ve kazanımları ile de doğrudan bir bağlantısı söz konusu. Kadın özgürlük mücadelesi, deneyimler biriktirirken, mevziler de kazandı. Örneğin, eşbaşkanlık sistemi, yerel yönetimlerdeki kadın kurumlaşmaları, mecliste HDP’nin kurduğu kadın grubu. Bunlar kadınların çok önemli kazanımları. Sarayın “makbul kadını”, kadınların tüm kazanımlarını ellerinden alma savaşının ideolojik simgesi.
Kadınlar, “makbul kadın” gömleğini giymeyeceklerini gösterdi. Bundan sonrası, kadınların teslim olmayan iradesini büyütmenin yolunun, yönteminin ne olacağını bulmakta. Öncelik, saray iktidarı karşısındaki tüm kadınları kapsayacak bir talep etrafında buluşmak olmalı. Bu talep de “özgürlük ve eşitlik”tir. Politik islamcı faşist iktidarın, toplumsal yaşamı dinselleştirerek yeniden düzenlemesine karşı kadınların ihtiyacı özgürlük ve eşitliktir. Sokakta istediği gibi gezmek, gülmek, giyinmek için özgürlük. Başını örtmek ya da örtmemek için özgürlük. Çocuk doğurmak ya da doğurmamak için özgürlük. Toplumsal üretime katılmak için özgürlük. Siyasetin merkezinde yer almak için özgürlük. Hayatta kalmak için özgürlük. Kadınların köleliği anlamına gelen sarayın makbul kadınına karşı özgür kadın olmak ve her alanda gerçek eşitliği sağlamak için, kadınların birleşik kadın direnişini güçlendirmekten başka yolu yok.
Kadın özgürlük mücadelesinin şu anki niteliği, “eylemin bir araya getirdiği bir kadın kitlesi” olarak görünüyor. Sarayın politik saldırıları karşısında ya da 25 Kasım ve 8 Mart gibi kadın mücadelesi bakımından önemli günlerde sokağa çıkan, başka bir ifadeyle sokağın örgütlediği bir mücadele söz konusu. Bu tipteki eylem birlikteliklerinin, uzun ve gereksiz tartışmalara boğulmayan bir esneklik sağlasa da, mücadelenin ihtiyaçları bakımından yeterli olmadığı ortada. Haliyle de, böylesi örgütlü bir kadın cephesinin yaratılması sorumluluğu, sosyalist kadınların omuzlarında. Kadınlar birçok mevzilerini kaybetti, ancak kadının bu kadar çok özne haline geldiği bir dönem cumhuriyet tarihi boyunca olmadı. Bu çok özel bir dönem. Bu nedenle, saray faşizmine karşı kadın devrimini yükseltmek için bir “kadın özgürlük cephesi” neden örgütlenmesin? Bu cephe, eylem birliğinin ötesinde, sosyalist, yurtsever, feminist, devrimci, ilerici, antifaşist, Müslüman demokrat kadınların birleşik örgütlü gücü olarak, sarayın karşısına “özgürlük ve eşitlik” talebiyle dikilebilir. Bu örgütlülük aynı zamanda, kadınların kendi gündemlerini oluşturmasını, sarayın argümanlarının karşıtını bularak değil, doğrudan kendi söylemleriyle mücadeleyi büyütmesini sağlayabilir. Kadınların birleşik örgütlü gücü, en büyük özsavunması olacaktır. Çünkü her şeyden önce kadın iradesini güçlendirecektir.
Kadınların birleşik örgütlülüğünün yaratılmasının yanı sıra, bir diğer nokta da şu: Kazanılmış mevziler korunacak elbette, ancak kadınlar, “cumhuriyet kazanımları” diye ifade edilen AKP öncesi sosyal ve siyasal pozisyonlarına da mahkum değil. Bugün düne göre daha gerici ve cinsiyetçi politikalarla yüz yüze geliyorlar, ancak kadınlar dün de özgür değillerdi. Kadınlar bugün özgürlük, başka bir ifadeyle hayatı istiyor.
AKP/saray iktidarının işçi sınıfı ve halkların emeğini sömürürken nasıl bir zenginlik içinde yüzdüğünün sayısız belgesi son birkaç ay içinde ortaya döküldü. Bu zenginliğin halktaki karşılığı yoksulluk ve açlık. Çok açık ki, yoksulluk ve açlığın ilk vurduğu, kadınlar ve çocuklar. Bu nedenle, yoksulluğun ve açlığın doğrudan vurduğu ev emekçisi, işçi, yoksul kadınları, kadın özgürlük mücadelesinin aktif bileşeni yapmak çok önemli. Bunun imkanları düne göre daha çok. Çünkü sarayın verdiği “sadakalar” yoksulluk ve açlığı örtmeye yetmiyor. Bu sadakaların yoksullarla iktidar arasında yarattığı bağ, pamuk ipliği gibidir. Önemli olan, bu darbeyi vuracak bir örgütlü teması kadınlarla yaratabilmektir. Bu da yeni keşfedilmiş değildir. Sosyalist kadın hareketinin geçmiş pratiği de bunun zengin örnekleri ile dolu. Saray faşizmine karşı yeni mücadele araç ve yöntemlerini bulurken, kadınların kendi tarihlerinden öğrenmeleri de önemli.
“An”ın sloganı ne? Özgürlük ve eşitlik. Ancak bu sloganı, günlük hayatın ihtiyaçları üzerinden ete kemiğe kavuşturmak gerek. Örneğin, güvencesiz çalışmaya karşı güvenceli iş talebi güncel ve acildir. İnsanca yaşanacak bir ücret kadının hakkıdır. Bu ücret de, güvencesiz çalışmayla ya da evde bakım işlerinde sağlanamaz. Öncelikle, bakım hizmeti devletin görevidir. Kadınlar, bakım hizmeti karşısında sadaka değil, sosyal güvence hakkını istiyor. Kadınlar, kendi bedenleri hakkında karar verme hakkını, özgürlüğünü istiyor. Boşanmak istedikleri için öldürülmek değil, kadın katillerinin “gerçek adalet” ile cezalandırılmasını istiyor. İnanç özgürlüğü istiyor.
Sarayın makbul kadın dayatmasına karşı geliştirilecek özgürlük söylemini, AKP’nin etkisi altındaki kadınlara ulaştırmanın araçlarını bulmak da önemli. Bunun yolunun da, “laik-antilaik” saflaşmasından değil, kadın dayanışmasından geçtiği kesin. Özellikle, kadına yönelik şiddet ve yoksulluk ortak bir payda. Kadına yönelik şiddet karşısında AKP iktidarının aldığı tutumun Müslüman kadınlar arasında da rahatsızlık yarattığının örnekleri mevcut. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Müslümanlar İnisiyatifi küçük ancak önemli bir adım. Bu örnekler ile sosyalist kadınların mücadele yoldaşlığını oluşturmak da önemli.
Özetle, kadın iradesi, “laik-antilaik”, “başörtülü-başörtüsüz” ikilemine düşmeden, özgürlük için mücadeleyi büyüterek, sarayı yıkacak potansiyel güce sahip. HDP’li milletvekillerinin söylediği gibi, kadınların en büyük kariyeri saray iktidarını yıkmak olacak.