YPG’nin ABD ile geliştirdiği ittifak hem Türkiye’de hem dünyada tartışılıyor. Değerlendirmeler ağırlıklı olarak olumsuz eleştirilerden oluşuyor. Bu eleştirilerin bir kısmı, Kürtlerin kazanım elde etmesini hazmedemeyen çeşitli türden Türk ırkçısı faşistlerden geliyor, bir kısmı sömürgeci faşist Türk devletinin yardakçısı politik islamcılardan. Emperyalistlerin önünde atmadıkları takla kalmayan havuz medyasının kiralık kalemleri, Aydınlıkçı ulusal faşistler, IŞİD destekçisi Adımlar dergisi, Hizbulkontra’nın politik devamcıları ve benzerleri, sırtlarını emperyalist sermayeye, ABD uçaklarına, NATO tanklarına dayayarak toplaştıkları mevziden, YPG’ye antiemperyalist nutuklar atıyorlar. Bunlarla fikir münakaşası yapacak değiliz.
Bizi asıl ilgilendiren kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlardan gelen eleştiridir. Bunlar iki grupta toplanabilir.
Birinci grupta Türkiyeli sosyal-şovenistler var. YPG-ABD ilişkisini eleştiren Türkiyeli solcuların büyük çoğunluğu bu grupta yer alır.
İkinci gruptakiler ise kapitalist emperyalizmdeki değişiklikleri kavramayan, çoğunluğu Türkiye dışındaki solculardır.
Bazı Gerçekler
Konuyu tartışmaya başlamadan önce bazı bakımlardan duruma açıklık getirmeye ihtiyaç var.
Birincisi, YPG-ABD ilişkisi Rojava devrimi ile değil, Kobanê direnişinin belirli bir safhasında başladı. Sanki en başından beri böyle bir ilişki varmış gibi tartışmak gerçekleri çarpıtmaktır.
İkincisi, YPG, ABD ile ilişkisini taktik askeri işbirliği olarak niteliyor. ABD’nin de bundan öte bir tanımlaması yok. ABD, YPG ile ilişkidedir ama henüz PYD ile bir ilişkisi yoktur. İlişki siyasi bir hüviyet kazanmamıştır bile. ABD bugüne kadar ne PYD’yi ne de Tev-Dem’i Cenevre görüşmelerine çağırdı. Aksine Rusya’nın bu yöndeki girişimlerine taş koydu.
Üçüncüsü, PYD’nin Rusya’da temsilciliği açıldı. Rusya Rojava Kürtlerinin siyasi haklarından söz ediyor ve onların Cenevre görüşmelerine katılmaları gerektiğini belirtiyor. Rusya-PYD ilişkisi de taktik siyasi işbirliğinin ötesine geçmiş değil. Rusya Kürtlerin ABD’yle olası siyasi yakınlaşmasını engelleyerek onları Esad’la barıştırma, daha doğrusu Rojava devriminin genişleyerek Suriye'yi kapsamasını engelleme arayışında.
Dördüncüsü, ABD’nin Fırat’ın doğusunda 7 askeri üssü var, bu üslerde koalisyona bağlı 1300 askeri personel bulunuyor. Rusya’nın da Fırat’ın batısında 4 askeri üssü bulunuyor. Bunlardan Tertus ve Humeymim, ABD üslerinin tümünden daha büyük askeri kapasiteye sahip.
Beşincisi, ABD YPG’ye silah desteğinde bulundu. Bunlar yeni, modern ve etkili silahlar. Ama bunların hepsi konvansiyonel taktik nitelikte. IŞİD’a karşı mücadelede işe yarasalar da, Türkiye’nin ve İran’ın füzelerine, uçaklarına karşı koyacak türden değiller. Mesela, Rusya’nın Suriye’ye verdiği silahların yanında bunlar çok hafif kalır.
ABD'nin Rojava Kürtleriyle İttifakı Ne Zaman Başladı
ABD ile kurulan taktik askeri işbirliğinin hangi koşullar altında gerçekleştiğini hesaba katmadan yapılan eleştiriler yerli yerine oturmaz. Olayları kabaca hatırlayalım.
Arap devrim süreci Suriye'ye kadar uzanmış, Suriye'de de gösteriler başlamıştı. Emperyalistlerin ve Türkiye, S. Arabistan, Katar gibi ülkelerin desteği ve teşviki ile muhalif gruplar kurulmuş, daha sonra bunlar arasındaki politik islamcılar da kısa sürede inisiyatifi ele geçirmişti. Bu politik islamcılardan da IŞİD bağımsız bir hat oluşturarak öne geçmişti. Musul ve Rakka'nın IŞİD'ın eline geçmesi dengeleri değiştirmişti.
Bu süreçte Suriye, kuzeydeki askeri ve siyasi varlığını alt düzeye indirerek, kuvvetlerini Şam ve çevresinde yoğunlaştırmıştı. PYD önderliğindeki Kürtler, özsavunmalarını güçlendirerek, doğan iktidar boşluğunu Kobanê’den başlayan devrimci bir hamleyle doldurmuştu. Kobanê’de başlayan devrimci hamle Cizîrê ve Efrîn kantonlarının oluşturulmasıyla devam etmişti. Rojava Kürtlerinin ulusal statü elde etme yönündeki bu hamlesi sömürgeci Türk devletini alarma geçirmişti. Ne yapıp edip Kürtlerin fiili kazanımlarının uluslararası yasallığa kavuşması engellenmeliydi. Koşullar doğrudan işgale uygun olmadığı için IŞİD’i Kürtlere saldırttı. IŞİD Türk devletinden aldığı yardım ve Musul'dan ele geçirdiği modern ağır silahlarla saldırdı. O güne kadar IŞİD'i durdurabilen bir kuvvet çıkmamıştı. Kürtler muazzam bir direniş sergiledi. Kobanê yeni yüzyılın Stalingrad'ı oldu. Kobanê direnişi dünyanın gündemine oturdu. Direnişi destekleme çağrıları yankı buldu, dünya halklarının baskısı etkili oldu. Böylece emperyalist koalisyon, aynı zamanda kontrolden çıkıp kendileri için de tehlikeli olmaya başlamış IŞİD’e karşı savaşan en etkin güce, yani YPG’ye hava desteği sunmak zorunda kaldı. Özgürlük savaşçıları olarak dünyanın sempatisini kazanan Kürtlerle tam o anda askeri ittifaka girmeseydi, ipliği pazara çıkardı.
Hatırlardadır, Kobanê kuşatma altındaydı ve Türk devleti sınırları kapatmıştı. Kobanê direnişini yürüten kuvvetlerin temel taleplerinden biri de Türkiye'den Kobanê'ye bir yardım koridoru açılmasıydı. 6-8 Ekim serhıldanı ve dünya halklarının baskısına Türk devleti daha fazla dayanamadı, kısıtlı amaçlarla da olsa bu koridor kısa bir süre için açıldı.
IŞİD barbarlığı karşısında dünyanın ilerici insanlığı yekvücut olmuş, emperyalistler ve yerel gerici güçler harekete geçmek zorunda kalmıştı. ABD'nin öncülüğündeki koalisyon desteklemeseydi de, Türkiye koridor açmasaydı da, Barzani'nin peşmergeleri gelmemiş olsaydı da, Kobanê direnişi sürerdi. Kobanê düşseydi sonuç Şengal'deki gibi olur, binlerce kişi katledilir, genç kadınlar köle pazarlarına sürülürdü. Kazandığı zaferin sarhoşluğuyla IŞİD hakimiyet alanını genişletmek için saldırılarını Türkiye'ye de yöneltirdi.
YPG ABD'yle neden ittifaka girdi diyenler, sanki bütün bunlar olmamış, bunlar yaşanmamış gibi yazıp çiziyorlar. Belirli koşullar altında devrimci mevzileri korumak için en tehlikeli düşmanla dahi uzlaşmalar yapılabilir, taviz verilebilir. Bunun sayısız örneği sayılabilir.
Kaldı ki, YPG'nin ABD'ye taviz verdiğine dair bir emare çıkmış değil. ABD, YPG'yi ÖSO'ya dahil etmek istedi, başaramadı; sonuçta YPG, varlığıyla ABD'yi ÖSO'yu desteklemekten vazgeçirdi. YPG, ABD ile ittifakı sayesinde Türk devletinin Rojava'ya dönük işgal planını boşa çıkardı. Yine bu askeri taktik ittifak sayesinde Rojava devriminin sınırlarını Rakka'ya kadar genişletti. ABD'yle kurulan ittifakın riskler taşıdığını kim inkar edebilir, ama böyle bir riskten kaçınmanın sonuçları, yalnızca Rojava Kürtleri için değil, Türkiye dahil bütün Ortadoğu ve dünya için çok daha ağır olurdu.
Başta KP olmak üzere, bir kısım sol parti, örgüt ve gazete çevresi YPG'nin ABD ile kurduğu taktik askeri ittifakı dillerine dolamış durumdalar. YPG'ye ne yapmaması gerektiğini söylüyorlar, ama kendilerinin ne yapması gerektiğinden bahsetmiyorlar. Örneğin, dünyanın ayağa kalktığı Kobanê direnişi sırasında bu çevreler Kobanê direnişini desteklemek için kılını dahi kıpırdatmadı. Kobanêliler emperyalistlerden değil ezilenlerden medet umdu, emperyalist koalisyon Kürt direnişinin kırılamayabileceğini gördükten sonra dahil oldu. Bu emperyalistler niye dahil oldu diye feveran edenler ise oralı bile olmadı.
Bu duyarsızlığın altında yatan nedir? Güçlü antiemperyalist duygular mı, Türk sosyal-şovenizmi mi?
Şovenizm, Sosyal-Şovenizm Ve Sınıf Bilinci
Şovenizm, hangi içerikte olursa olsun, bir ulusun diğerlerinden üstünlüğü anlayışından ürer. Başka ulusları boyunduruk altına almak, topraklarını işgal etmek ve sömürgeleştirmek böylece ideolojik bir temele kavuşturulur. Şovenizm ağacı burjuva ulusçuluğun işgalci, sömürgeci toprağında boy verir. Meyvelerini daima burjuva egemenler toplar. Bu yolla işçi sınıfı ve ezilenler burjuva ideolojisinin katarına bağlanırlar.
Sosyal-şovenizm, işçi sınıfı ve ezilenler arasındaki sol sosa bulandırılmış şovenizmdir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin burjuva sınıf çıkarlarına tabi kılınmasının en kestirme yollarından biridir bu. Egemen ulus burjuvazisi egemen ulustan işçi ve emekçileri burjuva düzene bu sayede adeta mıhlar. Bundan dolayıdır ki, şovenizme olduğu kadar sosyal-şovenizme karşı mücadele, başka ulusları boyunduruk altında tutan, sömürge sahibi ülkelerde sınıf mücadelesinin mihenk taşıdır. Ezen ulusun proletaryasının birinci görevi, ezilen ulusun ulusal demokratik haklarını sonuna kadar savunmaktır. O ancak bu zemin üzerinden kendi burjuvazisinin ideolojik hegemonyasından kurtulur ve sınıf bilinci kazanır.
Bir ulusun diğerinden üstünlüğünü, birinin diğerine egemenliğini reddetmek, ezilen, boyunduruk altına alınan, toprakları işgal edilen, sömürgeleştirilen ulusun eşitliğini, kendi kaderini tayin etme hakkını koşulsuzca kabul etmekle mümkündür. Egemen ulusa mensup işçi sınıfı, kendi burjuvazisinden kopmak için, egemen ulus ayrıcalıklarını reddederek ezilen ulusla aynı mücadele cephesinde buluşmalı, sömürgeciliğe karşı aynı mevzide savaşmalıdır. Bunu yapmayan ezen ulusa mensup bir işçi sınıfı, ne yaparsa yapsın burjuva egemen sınıfın dümen suyundan kurtulamaz.
Ezen Türk Ulusunun Burjuvazisi Ve Proletaryasının Karşıt Tutumları
Türk işçisi sınıf bilincine Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını koşulsuzca savunduğunda kavuşur. Başka türlü, sınıf bilinci ne kadar gelişirse gelişsin, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için savaşmadıkça, egemen ulus burjuvazisinin kapsam alanından çıkamaz, dönüp dolaşıp onun hizmetine koşar. Kürt ulusunun kaderini tayin hakkı için savaşım, Kürtler için ulusal kurtuluş bilinci ise, Türk işçi sınıfı için sınıf bilincidir. Türk işçi sınıfının kurtuluşu Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkından geçer. İkincisi gerçekleşmeden birincisi gerçekleşemez. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin yönündeki her kazanımı Türk işçi sınıfının yararınadır.
Türk burjuvazisi içinse durum tam tersinedir.
Sömürgeci burjuva Türk egemenlerinin Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesine bir varoluş, bir beka sorunu olarak yaklaşması anlaşılırdır. Kürdistan’ın parçalarından herhangi birinin kendi kaderini tayin etmesi halinde bunu diğerlerinin izleyeceğinden korkuyorlar. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmaladıkları bir sömürge elden çıkmış olacak. Bununla kalsa iyi, siyasi olarak küçülmüş bir coğrafyaya sıkışacaklar. Böyle bir gelişme ezilen diğer halklara, mezheplere devrimci ufuk kazandıracak. Sömürgeciliğin yıkıldığı yerde faşizmle ayakta kalmak çok daha zor olacak. TC’nin üzerinde yükseldiği bütün kolonlar kırılarak dağılacak. Kürdistan’ın kurtuluşu koşullarında burjuva Türk egemenliğinin ayakta kalması neredeyse imkansızlaşacak. Bu nedenle burjuva Türk egemenlerinin derdi sıradan bir ırkçılık değildir, Kürt düşmanlığına dayalı ırkçılık Türk burjuvazisinin çıplak sınıf çıkarlarının günceldeki karşılığıdır. Bugün nefret kustukları Kürtlere “müzakere süreci”nde düzdükleri övgüler de aynı sınıf çıkarlarının bir başka tezahürüydü. Politik islamcı bir faşistin diktatörlük hevesine boyun eğmeleri de aynı doğrultudaki egemen sınıf çıkarlarının bir gereğiydi.
Türk Sosyal-Şovenistlerinin Zihin Haritası
Burjuvazinin tutumu belli, sınıf çıkarlarının içeriği de belli. Ya Türkiye işçi sınıfı adına konuştuğunu söyleyen, onun adına politika sahnesinde yer aldığını iddia eden bir kısım solcu neden Kürt kazanımlarına bu denli mesafeli, neden söz konusu Kürtler olunca egemen ulusun diliyle konuşuyor, onun aklıyla düşünüyor?
Kürt ulusal hareketini dar ulusal çıkarlar peşinde koşmakla, sosyalizm amacı gütmemekle, ulusal haklar uğruna emperyalizmden medet ummakla eleştiriyorlar. Bunların hiçbiri gerçek değil. Yine de, bir an için böyle olduğunu varsayalım, ezen ulusa mensup komünistlerin tutumu ne olmalı?
Ezilen, sömürge boyunduruğuna vurulmuş bir ulusun birinci ve öncelikli derdi sömürge boyunduruğunun kırılmasıdır. Eğer “dar ulusal çıkarlar”dan kastedilen buysa, bunun peşinden koşmaktan daha doğal ne olabilir! İşçi sınıfı için boyunduruk sermayedir, sömürge ulus içinse sömürgeciliktir. Sermaye boyunduruğunu kırmaya çalışan işçi sınıfı “dar sınıfsal çıkarlar” peşinden koşmakla eleştirilebilir mi?
Amacının sosyalizm olduğunu iddia eden Türk ulusundan sosyalistlerin, en dar içerikte bile olsa, Kürt ulusunun ulusal demokratik mücadelesini desteklemeleri, işçi sınıfına bunu benimsetmek için var güçleri ile çalışmaları gerekir. Türk işçi sınıfı şovenizmden, dolayısıyla burjuvazinin ideolojik ve politik hegemonyasından ancak bu yoldan uzaklaştırabilir. Türk işçi sınıfı, bırakalım devrimciliği, demokratik sınıf bilincine ancak buradan kavuşturulabilir. Türk sosyalistlerinin birinci görevi Kürtlere akıl vermek değil, Türk işçi sınıfına antişovenist bilinci taşımaktır. Bunu yapmayan bir Türk sosyalist, mensup olduğu ezen ulusun burjuvazisinin değirmenine su taşır. Kürtleri dar ulusal çıkarlar peşinde koşmakla eleştireyim derken, kendisi, egemen ulusun çıkarlarını savunur hale düşer. Kürtlerin dar ulusal çıkarları peşinde koşmaları, sömürge bir ulus olarak hakkıdır, ama egemen ulusun ayrıcalıklarını korumaya kalkmak burjuvazinin kuyruğuna takılmaktır.
Kendini sosyalist olarak tanımlayan Türkiyeli solculardan biri Kürt özgürlük hareketine seslenirken şöyle diyor: “Bağımsızlık ve eşitlik olmadan özgürlük olmaz. Kendi kaderini tayin hakkı sosyalizmdedir.”[1]
Sarf edilen her bir kelime için sayfalarca yazılabilir. Örneğin “bağımsızlık”tan kastedilen nedir, sınıfsal bağımsızlık mı, ulusal bağımsızlık mı? Ya da “eşitlik” neyin eşitliği, sınıfların mı, ulusların mı, cinslerin mi, tek tek insanların mı? Böyle genel geçer parlak kavramlarla sosyal-şovenizm gizlenmek isteniyor. Bunu şimdilik bir kenara bırakalım. “Kendi kaderini tayin hakkı sosyalizmdedir” deniyor. Söz konusu olan ulusların kaderini tayin hakkı ise, bunun sosyalizme varmadan da gerçekleştirilebileceği onlarca örnekle kanıtlanabilir. Yine de, diyelim ki, kişi buna inanıyor ve Kürtlere “kendi kaderini tayin etmek istiyorsan sosyalizm için mücadele etmelisin, sosyalizm kurulduğunda sen de kurtulmuş olursun” diye sesleniyor. Ne yazık ki, durum bu kadar safiyane değil.
Kürtlere “kendi kaderini tayin hakkı sosyalizmdedir” diyenler, söz konusu kemalizm olunca bunu birden unutuveriyorlar.
Kürtleri dar ulusal çıkarlar peşinde koşmakla suçlayanlar, onları sosyalizmden uzak durmakla eleştirenler, kemalizmi aynı doğrultuda eleştiriyor mu? Bir “cumhuriyetin kazanımları” teranesi tutturmuş gidiyorlar. “Cumhuriyetin kazanımları”nı sahipleniyorlar da, Kürdün demokratik ulusal kazanımlarını koruma çabasını küçümsüyorlar. “Cumhuriyetin kazanımları” dediğiniz, Kürt ulusunun varlık hakkının dahi reddedilerek her türlü ulusal demokratik hakkının gasp edilmesi, faşist tek parti diktatörlüğünün inşa edilmesidir. “Cumhuriyetin kazanımları” işçi sınıfının söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğünün yok edilmesidir. Kürt ulusunun kazanımları ise bütünüyle demokratik mahiyettedir, işçi sınıfının yararındır. Buna karşın “cumhuriyetin kazanımları”nı alkışlıyorken, onda tarihsel burjuva ilerlemeciliği keşfederken, sıra Kürdün kazanımına gelince, sosyalist değil diye ateş püsküreceksin! Türk'e gelince burjuva ilerlemeci, Kürde gelince sosyalist kesiliyorsun! Buna, başkasına marksist-leninist, kendisine oportünist deniyor literatürde.
Kimileri diyor ki, Kürt ulusal hareketi emperyalizmle işbirliği yapıyor, ABD askeri oluyor. Bunlar gerçek değil. Eğer Kürdün başkasının askeri olmak yerine kendi ulusal çıkarlarının peşinden koşmasını istiyorsan, en başta ona “ABD askeri olma” dediğin gibi “Türk askeri olma” demen gerekmez mi? Kürt emperyalizmin askeri olmasın, ama Türk sömürgecilerin de askeri olmasın. Böyle bir çağrı, Kürtlere, “başkasının askeri olma kendi kurtuluşunun askeri ol, kendi ulusunun askeri ol” anlamına gelir. Böyle bir çağrı yayınlarlarsa, bir nebze de olsa tutarlı olurlar. Eğer bu çağrıyı yapılmazsa, “Kürtler ABD emperyalizminin askeri olmasın, Türk sömürgeciliğinin askeri olarak kalsın” denmiş olur. Kaldı ki, ezen ulusa mensup tutarlı bir sosyalistin, Kürtlere çağrı yapmadan önce, Türk işçilerine “sömürgeci Türk devletine askerlik yapma, Kürt kardeşine kurşun sıkma” demesi gerekir. Gel gör ki, bu çevrelerden bugüne değin böyle bir çağrı hiç gelmedi.
ABD'nin bölgede bir Kürt devleti kurmak istediğini belirtiyorlar. Neredeyse kırk yıldır tekrarlanıp duruyor bu terane. Eğer gelecekte bir ya da birden çok Kürt devleti kurulacaksa, bu ABD böyle istediği için değil, dünyanın en uzun ulusal kurtuluş savaşını veren Kürtlerin eseri olacaktır. ABD ve diğer emperyalistlere de mecburen buna razı olmak düşecektir. Kürtler Türkiye'den koparak ayrı bir devlet kursa, bundan Türk işçi sınıfı nasıl bir zarar görecek? Kuzey Kürdistan Türkiye'nin sömürgesi olmaktan çıkmış olacak, hepsi bu. Burjuvazi bunu bir beka sorunu yapıyor da, kendine sosyalist diyen Türkler bundan neden korkuyor? Türkiye ne kadar meşruysa, aynı durumdaki bir Kürdistan o kadar meşrudur, ne bir fazla ne bir eksik.
Bu bir yana, komünistler ezilen, sömürge bir ulusun kendi devletini kurma hakkını koşulsuz olarak savunur, onu meşru görür, ama eğer bu mücadeleye önderlik edenler sonunda emperyalizmin işbirliğine demir atarsa o önderliği desteklemez, onunla ortaklık kurmaz. Yani onu meşru görmek ile onunla ittifak kurmak aynı şey değil. Barzani'nin önderliğinde de olsa Güney'de bağımsız bir Kürdistan meşrudur, ama bu, Barzani'yle ittifak yapmayı gerektirmez.
Bunların derdi emperyalizmle mi, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkıyla mı? Bunu test etmek kolay. Herhangi bir emperyalist ülkeyle taktik düzeyde dahi hiçbir ilişkisi olmayan bir Kürt ulusal hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesini destekliyorlar mı? Mesela Rojava'nın, Başûr'un, Bakur'un, Rojhilat'ın ayrı ayrı bağımsızlıklarını kazanmasını ve bunların tek bir devlet olarak birleşme hakkını savunuyorlar mı?
Hayır, savunmuyorlar, savunmazlar da, çünkü bunu tıpkı egemen ulus şovenistleri gibi “emperyalizmin oyunu” sayıyorlar. Belli ki dertleri emperyalizmle, gerici devletlerle değil, Kürtlerin ulusal statü kazanmasıyla. Bunlar egemen ulus burjuvazisinin işçi sınıfı içindeki ajanlarıdır. Bunlar sosyal-şovenlerdir.
Türk sosyal-şovenlerinin dilleri sosyalisttir, zihinleri kemalist.
Emperyalist Küreselleşme
Eğer emperyalizmdeki değişiklikleri kavrayamazsanız, kendinizi birden faşist bir diktatörün koltuk değnekçisi olarak bulabilirsiniz. Miloseviç'in, Saddam'ın böyle pek çok destekçisi oldu, şimdilerde ise Esad'ın var.
YPG'nin ABD ile taktik askeri işbirliğine karşı çıkayım derken, gerici faşist diktatörlerin stratejik müttefiki haline gelebiliyorlar. Bu duruma düşmelerindeki başlıca neden, emperyalizm yeni evresini, emperyalist küreselleşmeyi anlayamamalarıdır.
Kapitalist emperyalistler 19. yüzyılın son çeyreğinden beri dünyayı kendi aralarında bölüşmüştü. Afrika'nın neredeyse tamamı ve Asya'nın büyük bölümü sömürgeydi. Pek çok ülke de yarı-sömürge durumundaydı. Böyle olduğu için emperyalist sömürgeciliğe başkaldırı, önderlik eden sınıfın niteliğinden bağımsız olarak, antiemperyalist bir karakter taşıyordu. Mesela, politik islamcı feodal Suudi ailesi ya da Afgan emiri İngilizlerin çıkarlarına taş koymuş, antiemperyalist ilerici bir rol oynamışlardı. Mısır'da, Suriye'de, Irak’ta İngiliz ve Fransız emperyalizminin manda yönetimine karşı ordu darbeleri gerçekleşmişti ve bunlar emperyalizmi bölgeden uzaklaştırdığı, onu zayıflattığı için ilerici, antiemperyalist nitelikteydi. Cezayir'den Zimbabwe’ye, Kongo'dan Hindistan'a bütün ulusal kurtuluş mücadeleleri antiemperyalist karakterdeydi. İngiltere, Fransa, Hollanda, Japonya, ABD ve diğer emperyalistlere karşı verilen antisömürgeci mücadele, bu mücadeleye önderlik edenler burjuva ya da feodal sınıf mensubu olsalar da, objektif olarak antiemperyalist karakterdeydi.
Yüzyılın başında dünya, emperyalist devletler ve sömürgeler olarak bölünmüştü. 1960'lara gelindiğinde kapitalist emperyalizmin sömürge tekeli neredeyse bütünüyle kırılmıştı. Emperyalist devletler ve sömürgelere bölünmüş bir dünya gerçeğinden bahsedilemezdi artık.
Tüm bu dönem boyunca başlıca iki kamp, başlıca iki yol vardı: ya emperyalizme karşısın, onunla mücadele ediyorsun, ya da emperyalizmden yanasın, onun safındasın.
20. yüzyılın son çeyreğine kadar kapitalist emperyalizm, kapitalist dünya sistemine hakim oldu. Süreç içinde onun karşısında sosyalist kamp oluştu. Sosyalist kamp revizyonist çürüme içine girse de, bu iki kamp gerçeği değişmedi. İki yol, iki sistem vardı, uluslar bu iki şemsiyeden birinin altında toplanıyordu. Bağımsızlığını kazanan bir ulus ya kapitalist kalkınma yoluna ya da sosyalist inşa yoluna giriyordu. Kapitalist kalkınma yoluna giren ülkeler, en nihayetinde kapitalist emperyalist sistemde yeni-sömürgeye dönüşüyorlardı.
Dünün sömürgeleri siyasal bağımsızlıklarını elde etmişti. Kapitalist kalkınma yoluna girenlerin emperyalist ülkelerle ilişkileri giderek yeni türden bir bağımlılık ilişkisine dönüşecekti. Bu kaçınılmazdı, zira “ulusal kalkınma” sonuçta emperyalist dünya sisteminin sınırlarına hapsolmak zorunda kalıyordu. Antiemperyalist bağımsızlık mücadelesinin önderleri ya da bunların mensup oldukları sınıflar şimdi emperyalizmin işbirlikçisine dönüşmüştü. Onların sınıf çıkarı emperyalistlerin çıkarıyla örtüşüyordu.
SSCB ya da Çin'in desteğiyle, geri, hatta kapitalist olmadan sosyalist inşaya sıçramaya çalışan, bağımsızlığını yeni kazanmış kimi ülkeler de, SSCB ve Çin'in revizyonist yoldan kapitalizme sapmasıyla birlikte tepetaklak düştüler, bunlar kapitalist emperyalizmin eklentisine dönüştüler. Bu ülkelerin yönetici sınıfları da emperyalizmin işbirlikçisi haline geldi.
1970'lerin ikinci yarısından itibaren emperyalizmde değişiklikler olmaya başladı. Ulusal tekellerin yerini dünya tekelleri aldı. Gümrük duvarları ile korunan ulusal pazarlar yıkıldı, dünya pazarı yeniden şekillenerek bütünleşik dünya pazarı halini aldı. Sermayenin serbest dolaşımı önündeki her türlü engeli ortadan kaldırmak emperyalist sermayenin başlıca hedefi oldu. Emperyalizm, emperyalist küreselleşme evresini yaşıyordu artık. Emperyalist dünya sistemi yeniden düzenleniyordu.
Sömürge tekelinin yıkılmasının ardından kapitalist dünya, kapitalist emperyalist ülkeler ve yeni-sömürgeler olarak bölünmüştü. Gümrük duvarları ile koruma altına alınan yeni-sömürge ulusal pazarında palazlanan işbirlikçi tekelci burjuvazi hakim sınıf haline gelmekteydi. Emperyalizmin çıkarlarını koruyan devlet yöneticileri ayrıcalıklı bir konum kazanmıştı. Yeni-sömürgelerle emperyalist devletler arasındaki ilişkide siyaset ekonomiden daha önde duruyordu. Bu ülkelerdeki devrimci gelişmeyi bertaraf ederek bunların “sosyalist kampa” katılmalarını engellemek öncelikli amaçtı. Bu nedenle, sık sık Amerikancı darbelerle siyasi hayat yeniden dizayn ediliyordu.
İçten içten çürüyerek kendi içine çöken SSCB ve yönetici sınıf eliyle kapitalizme atlayan Çin'in ardından, emperyalist küreselleşme adeta dizginlerinden boşaldı. Emperyalist ülkelerle yeni-sömürgeler arasındaki ilişkide yaşanan değişmeler hız kazandı. Yeni-sömürge ülkeler mali-ekonomik sömürgeye dönüşmekteydi. Artık gümrük duvarları ile korunan bir iç pazara, antikomünist temelde sıkı merkezi bir devlet yönetimine ihtiyaç yoktu. Emperyalist sermaye akışının, sömürüsünün önündeki bütün engeller kaldırılmalıydı. SSCB'nin yıkılması ile onun etki alanındaki ülkeler de dünya tekellerinin kontrolü altında mali-ekonomik sömürgeye dönüştürülmek isteniyordu.
Bu dönüşüm dayatması, zorunlu olarak, devlet yönetimini elinde tutan ayrıcalıklı sınıf ve gruplar ile emperyalist küreselleşme patronları arasında çelişkiye neden oluyordu. Bu çelişki ya emperyalist küreselleşme patronlarının dayatmalarının barışçı yoldan kabulü ya da bu ülkelerin direnen elitlerinin zorla tasfiyesi ile çözülebilirdi.
Sırbistan, Irak, Libya, Suriye gibi ülke yöneticileri direnme yoluna girdiler. Bu direnişlerin ileri bir yönü yoktu. Önceleri emperyalistler bunların gerici diktatörlükleri ile uzlaşı içindeydi. Bu diktatörler halk düşmanı bir siyaset izliyordu, antiemperyalizmle uzaktan yakından ilgileri yoktu. Kendi diktatörlüklerini korumak onların başlıca amacıydı. Bunların bazıları büyük katliamlara, soykırımlara imza atmıştı. Emperyalizme değil, emperyalizmin kendilerini tasfiye etmesine karşıydılar. Emperyalizmin yeni yönelimi karşısında, emperyalizmle eski tipten ilişkiyi sürdürmekten yanaydılar.
Uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye'nin faşist generalleri de ayrıcalıklı konumlarını kaybetmemek için bir dönem bir hayli direndiler. Onların duruşu ile Saddam ya da Esad'ın direnişi arasında özünde bir fark yok. Saddam'ın tasfiyesi için Irak işgal edildi. Türk generallerinin tasfiyesi için de Ergenekon davaları düzenlendi.
Görülecektir ki, emperyalist küreselleşmeciler ile eski yönetici ayrıcalıklarını korumak isteyenler olmak üzere başlıca iki gerici kamp vardı. İlericiler, bu durumu göz ardı ederek, Saddam, Miloseviç ya da Esad gibilerini sömürge ulusların ulusal kurtuluşçuları gibi değerlendirirlerse, bu diktatörlerin yedeğine düşerler.
Oysa her iki kamptan da uzak durarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin bağımsız yolunu, bir üçüncü yolu izlemek mümkündü. Emperyalist küreselleşme evresinde iki değil, üç yol vardı: emperyalistler, ayrıcalıklarını kaybetmemek için emperyalist küreselleşmeye sınırlama getirmek isteyen diktatörler ve her ikisine karşı mücadele eden devrimciler.
Daha tam söylemek gerekirse, bugün dünyada yürürlükte olan üç program vardır. Birincisi, dünya tekellerinin emperyalist küreselleşme programı; ikincisi, emperyalist küreselleşme programını sınırlamak isteyen gerici, faşistlerin programı; üçüncüsü, işçi sınıfı ve ezilenlerin sosyal kurtuluş programı. Dünyada saflar bu şekilde ayrışıyor.
Rojava devrimi üçüncü programa dahildir. Ona karşı çıkanlar ikinci programın bayraktarlarıdır. Ne yazık ki, pek “sınıfçı” bir kısım solcu antiemperyalizm adına bu grubun destekçisidir.
Kapitalizmin Varoluşsal Krizi
Emperyalist küreselleşme aşamasındaki kapitalizm varoluşsal kriz yaşıyor. Bu sadece ekonomik değil, politik ve ideolojik bir krizdir de. Kronik işsizlik ve yoksulluk çıtası yükseliyor. Kapitalizm toplumsal rıza üretme yeteneğini yitirdi. Emperyalist küreselleşme politikaları herhangi bir toplumsal soruna çözüm getiremiyor. Mali sermayenin serbestçe dolaşım hakkı kazanması ve ulusal pazarların serbest ticaret yoluyla dünya pazarına bağlanması ile dünyanın bütün ülkelerinde orta sınıflardaki erime hızlandı. Emperyalist küreselleşmenin emperyalizmden en önemli farklarından biri budur. Emperyalizm döneminde ezen uluslar ve ezilen uluslar vardı. Emperyalist devletin işçi sınıfı da emperyalist sömürüden nemalanıyordu. Sermayenin ucuz işgücü alanlarına akması ve kapitalizmin şiddetlenen varoluşsal krizi bu durumda değişikliklere neden oldu. Şimdi emperyalist uluslar ve ezilen uluslar yok, emperyalist dünya tekelleri ile onların çıkarına koşulmuş devasa militarist emperyalist devletleri ve merkezinde işçi sınıfının durduğu ezilenler var.
Orta sınıfın dünya tekellerinin sert darbeleri ile sendelemesi, onun siyasi eğilimlerini yeniden şekillendirdi. O artık eski pozisyonunda kalamazdı. Emperyalist küreselleşme saldırısına karşı, Fransa’da Le Pen liderliğindeki faşist ulusal cephenin yükselişinin de, Ortadoğu’da IŞİD çetelerinin devlet inşasına girişebilecekleri bir toplumsal taban bulmalarının da altında bu gerçeklik yatar. Le Pen ve Bağdadi emperyalist küreselleşmeye verilen gerici tepkinin simgeleridir. Tıpkı kapitalizmin doğduğu ve geliştiği yıllarda loncaları ayakta tutmaya çalışan orta sınıfın gerici direnişi gibi. O günlerde kapitalizm ilerici bir rol oynuyordu, üretici güçleri geliştiriyordu. Bugünse emperyalist küreselleşmeyle orta sınıfları darmadağın ediyor, onları mülksüzleştirerek işçi sınıfının saflarına fırlatıyor, ama üretici güçleri geliştiremiyor, yıktığı orta sınıf yıkıldığıyla kalıyor.
IŞİD, toplumsal tabanı olan, bir çözüm programıyla ortaya çıkan politik bir harekettir. Onun gerici faşist niteliği bu gerçeği karartmamalı. Burjuva Türk devletinin beslemesi çetelerden farklıdır. IŞİD emperyalist küreselleşmeye, kapitalizmin varoluşsal krizine Ortadoğu’dan verilen gerici bir yanıttır.
Rojava devrimi ise emperyalist küreselleşmeye, kapitalizmin varoluşsal krizine verilen ilerici bir yanıttır. Rojava devriminin de bir çözüm programı var. Antiemperyalizm tam da budur. Rojava devrimini desteklemeden, onu yanında saf tutmadan antiemperyalist olunamaz.
Devrimi ayakta tutmak ve onu IŞİD barbarlarına karşı savunmak için ABD ile girişilen taktik askeri işbirliğinin elbette riskleri vardır. Emperyalistler devrimi yolundan saptırmak, onu kendi hegemonya mücadelelerinin bir aparatı haline getirmek için ellerinden geleni yapacaktır. Bu çok ciddi bir risktir. Bunu engellemenin yolu siyasi ve askeri olarak bağımsız politik bir güç haline gelmekten, iktisadi, sosyal ve siyasi inşayı devrimci-demokratik temelde hızlandırmaktan geçer. Bu da yetmez. Rojava kendi başına kaldıkça emperyalizmle baş edemez, Rojava devrimini hem tüm Suriye’ye hem de Ortadoğu’ya mal etmeden devrimi uzun süre ayakta tutmak mümkün olmaz.
O halde sınıf bilinci edinmiş Ortadoğu proletaryası ve ezilenlerine düşen, Rojava devrimini sahiplenerek emperyalistlere ve sömürgecilere karşı onun konumunu güçlendirmek, devrimin iktisadi, siyasi ve sosyal inşasına katılmak, bulunduğu ülkelerde Kürt ulusal devrimi ile ortak devrimci cephelerde buluşmak ve her yerde devrimci mücadeleyi yükseltmektir. Tutarlı antiemperyalizmin yolu buradan geçer.
Dipnot
[1] İlker Belek, sol portal, 16.02.2017