100. Yıldönümünde 1908 Devrimi

Kısa bir süre önce, coğrafyamızda gerçekleşmiş önemli bir olayın yıldönümünü yaşadık. Tarih kitaplarında “2. Meşrutiyet’in ilanı” diye anılan 23 Temmuz 1908 Anayasa Devrimi’nin yüzüncü yıldönümüydü bu. Beklenildiği üzere bu olay akademik çevreler dışında pek kimselerin gündemine girmedi.

Günümüz Türkiyesi’nin politik sisteminin ve kurumlarının şekillenmeye başladığı tarih noktası olan ve en genel anlamıyla “yarım kalmış burjuva demokratik devrimler” kategorisine sokabileceğimiz 1908 Devrimi, yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğimiz üzere, Kemalistler ve liberaller tarafından siyasi kaygılardan ötürü farklı şekillerde yorumlanmakla birlikte bu iki kesimin, bu konuda ortaklaştığı noktalar da vardır. Temmuz Devrimi devrimci solun gündemine ise yeterince girmemiştir.

Biz bu yazıda 1908’i bilimsel sosyalizmin perspektifiyle ele almaya çalışacak, bu doğrultuda önce devrimin gelişim sürecini, arkasından devrim tepe noktasına ulaştıktan sonra yeni rejimin ilericilik barutunu nasıl da hızla tükettiğini anlatacağız. Yazının sonunda ise 1908’e yönelik farklı yaklaşımların bugün ne anlama geldiğini irdelemeye çalışacağız.

İttihat ve Terakki üzerine birkaç söz

1908 Devrimi’nden bahsederken öncelikle bu devrimin politik öznesi konumunda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden (İTC) söz etmek gerekir. Hafızalarımızda iktidardayken gerçekleştirdiği, başta Ermeni Soykırımı olmak üzere bir dizi katliam ve kontrgerilla eylemiyle kalan bu parti, bugün yeterince iyi bilinmiyor olmakla birlikte 1800’lerin son ve 1900’lerin ilk yıllarında, Osmanlı coğrafyasının en büyük devrimci örgütüydü ve bünyesinde farklı uluslardan ilerici aydınları ve yoksul halk sınıflarının üyelerini barındırıyordu. 1889 yılında Ahmet Cevdet öncülüğünde Tıbbiye-i Askeriye Mektebi öğrencileri arasında kurulan cemiyetin dört kurucusu dört farklı ulustandı. Nitekim örgütün ilk ismi olan “İttihadı Osmaniye” de Osmanlı (tebaasının) birliği anlamına geliyordu ve Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut tüm ulusların eşit haklara sahip olacağı bir siyasal düzenin özlemini ifade ediyordu.

İTC, 1860’lardan itibaren varlık gösteren ve Avrupa’da eğitim görmüş olan materyalist aydınlar tarafından şekillendirilen “Jön Türk” hareketinin son ve en büyük halkasıydı. Bu çizgi, felsefi ve politik anlamda, Auguste Comte ve Emile Durkheim gibi Fransız sosyologlar tarafından geliştirilen pozitivizmin belirlenimi altındaydı. Bilime ve ilerlemeye aşırı derecede önem veren pozitivistlerin en büyük zaafı, toplumun kurtuluşunu bilimsel gelişmeye bağlamaları ve sosyal mücadeleleri önemsememeleriydi. Nitekim pozitivizmin temel sloganı olan “düzen ve ilerleme/ düzen içinde ilerleme” öncelikle sınıf mücadelesini reddediyordu ve organik bir bütün olduğu varsayılan toplumun bir bütün olarak ilerleyeceğini öne sürüyordu. Türkiye’ye İttihatçıların baş ideologu Ziya Gökalp tarafından sokulan bu düşünce, Kemalist Cumhuriyet döneminde, “halkçılık” adını alacak ve “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi özellikle 1930’lu yıllarda sınıf mücadelesine set çekmenin adı olacaktı.

Öte yandan İttihatçılar, klasik anlamda sınıf mücadelesine sıcak bakmamakla birlikte “düzen” kavramını da yeterince içlerine sindirememişlerdi. Bu yüzden örgütlerine “düzen ve ilerleme” yerine “birlik ve ilerleme” anlamına gelen İttihat ve Terakki adını verdiler.

Cemiyetin kuruluşuyla birlikte Abdülhamit’in despotik rejimine (1876-1909) karşı barışçıl ve silahlı çeşitli biçimlerde mücadele yürüten İttihatçılar, kısa sürede rejimin hedefi haline geldi ve örgütün yönetici kadrolarının büyük bölümü, söz yerindeyse dönemin siyasi mültecilerinin toplanma yeri olan Paris’e kaçtı. İTC’nin merkez yayın organı Meşveret dergisi (“meşveret” kelimesi “karşılıklı fikir danışma” anlamına gelir) buradan çıkarıldı ve Osmanlı topraklarına gizlice sokuldu. 1908 devrimine kadar örgüt önce Ahmed Rıza, daha sonraları Doktor Bahaeddin şakir tarafından Paris’teki merkezden yönetildi.

Burada İttihat ve Terakki’nin sınıfsal yapısından da kısaca söz etmemiz gerekiyor. Abdülhamit rejiminin son yıllarında asker ve sivil memur sınıfı kendi içinde iki tabakaya bölünmüştü. Bunlardan bir kısmı rejimin kendilerine sunduğu ayrıcalıklardan yararlanarak burjuvalaşma eğilimine girmişken, özellikle Balkan bölgelerindeki çok sayıda memur gitgide daha düşük maaşlarla çalıştırılıyor, hatta kimi zaman maaşlarını alamıyor ve çeşitli biçimlerde rejime tepki gösteriyordu. İşte İttihatçıların içinde örgütlendiği ilk kesim daha ziyade bu ikinci gruptu. Yine Rumeli’de, ulusal ve uluslararası ticareti tekeli altında bulunduran İstanbullu Rum ve Ermeni büyük tüccarların boyunduruğundan kurtulmak isteyen küçük tüccarlar da bu örgüte katıldı. Bununla birlikte örgüt bileşenlerinin sınıfsal aidiyetlerinin ağırlıklı olarak toplumun alt kesimleriyle karakterize olması, İttihat ve Terakki’nin program ve temel yönelimler itibariyle burjuva bir karakter taşıdığı gerçeğini değiştirmez. Zaten Devrim sonrasında bu ayrım da ortadan kalkacak, özellikle de iktidarını konsolide ettiği 1912-13 yıllarından itibaren İTC kelimenin her iki anlamında da Türk burjuvazisinin partisi haline gelecekti.(1)

Devrim’in esin kaynakları

İttihat ve Terakki’nin başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinde eğitim görmüş aydınlar tarafından biçimlendirildiği, daha sonra ise uzun yıllar Paris’ten yönetildiği düşünüldüğünde kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, 1908 devrimcilerinin dolaysız esin kaynağı 1789 Büyük Fransız Devrimi idi. İttihatçılar 1789’a hem biçimsel olarak hayranlık duyuyor hem de bu devrimin içeriğini kendilerine model alıyorlardı. Buna göre halkın farklı tabakaları Abdülhamit monarşisine karşı birleşecek, bir siyasal devrimle “ulusal egemenlik” kurulacaktı. Ayrıca dinin toplumsal alan üzerindeki tahakkümüne ve ulema sınıfının ayrıcalıklarına da son verilecek ve laik bir yönetime geçilecekti.

Öte yandan bu ulusal egemenliğin siyasi karşılığı Fransa’daki gibi cumhuriyet değil, padişah ve Meclis’in bir arada bulunacağı meşrutiyet rejimi olarak öngörülüyordu. Ancak 18761878 yılları arasında uygulanan “1. Meşrutiyet”ten farklı olarak Meclis bu kez Padişah’a değil ulusa karşı sorumlu olacaktı. Ayrıca Padişah’ın Meclis’i feshetme ve Anayasa’yı rafa kaldırma yetkisi bu kez olmayacaktı. Bu ise Sultan’ın bir bakıma fiilen saf dışı olması anlamına gelir. Zaten, geçerken hatırlamak gerekirse, bugün İngiltere’den İsveç’e, Belçika’dan İspanya’ya pek çok burjuva devletinin rejimi “cumhuriyet” değildir ve bu ülkeler kâğıt üstünde (ve Türkiye’de 1908-1923 yılları arasında hüküm sürmüş rejimden önemli ölçüde farklı biçimde) de olsa meşrutiyet rejimiyle yönetilmektedir. Ancak Türk burjuvazisinin gelişim düzeyi oldukça cılız olduğu için örneğin İngiltere’de olduğu gibi siyasal sistem üzerinde tam hakimiyet kurma gücünden yoksundu. Dolayısıyla Osmanlı yıkılana kadar padişahın devlet üzerindeki ağırlığı belli ölçülerde devam etti.

1908’in yakın esin kaynakları ise 1905’te Rusya’da ve 1906’da İran’da gerçekleşen anayasa devrimleriydi. Bilindiği gibi Ekim Devrimi’ne giden sürecin ilk halkası olan 1905 Devrimi Rusya’da çarlık rejimine vurulan ilk büyük darbe olmuştu. Kanlı Pazar olayından sonra harekete geçen kitlelerin gerçekleştirdiği devrimin yenilgisinin sonucunda Çar II. Nikola yayınladığı fermanla Duma Meclisi’ni açmış, daha ileride karşı-devrim safına geçecek olan Kadet Partisi (“Anayasacı Demokrat Parti”) iktidara dâhil olmuştu. İran’da ise 1906 Temmuz’unda kitleler “şah ve dilencinin hukuk önünde eşit olacağı bir millet meclisi” talebiyle harekete geçmiş ve şah’ı Belçika Anayasası temelinde bir anayasayı yürürlüğe sokmaya zorlamışlardı. Müslüman bir ülke olan İran’da yaşanan bu devrim, 1908 devrimcilerinin toplumsal meşruluğu açısından özellikle önemliydi.

(2) Hemen aşağıda göreceğimiz 1906-1907 vergi ayaklanmaları esnasında da bu iki devrime sıkça göndermeler yapılacaktı.

Ülkeyi baştan başa sarsan bir ayaklanma

Tarihteki hiçbir olay gibi 1908 Devrimi de boşlukta doğmadı; bu devrimle Abdülhamit rejiminin son yıllarında birbirinin peşi sıra gelen ayaklanmalar ve bu ayaklanmalarla açığa çıkan toplumsal huzursuzluk arasında dolaysız bir ilişki bulunuyordu. İlk ayaklanmaları örgütleyen gayrimüslim “tebaa” oldu: Rejim önce 1896 yılında Ermeniler tarafından doğudan, daha sonra 1903 yılında Rumeli’de yaşayan çoğunluğu Ortodoks tebaa tarafından batıdan sarsıldı. Her iki ayaklanmanın da oldukça kanlı biçimde bastırılması (bunlardan birincisi sonucunda yüz bin Ermeni katledilmişti(3)) gayrimüslimlerle Abdülhamit rejimi arasına asla kapanmayacak bir husumet yerleştirmişti. Bu husumetin bir uzantısı olarak 21 Temmuz 1905 tarihinde Yıldız Sarayı’nda Sultan’a karşı başarısız bir suikast girişimi gerçekleştirildi. Saray konvoyunun geçişi sırasında patlatılan bomba onlarca kişinin ölümüne, çok sayıda atın ve arabanın paramparça olmasına neden olurken, Abdülhamit’in hayatta kalmasını sağlayan şey planlanmamış bir görüşme nedeniyle bombanın patladığı yere henüz birkaç dakika mesafede olmasıydı.

Rejim karşıtı hareketin geniş bir toplumsal tabana yayıldığı ve bir bakıma Devrim’in ayak seslerinin duyulduğu süreç ise 1906 ve 1907 yıllarında gerçekleşen, hemen hemen bütün Anadolu’ya yayıldıktan sonra Rumeli’ye de sıçrayan vergi ayaklanmaları süreci oldu.(4) Bu ayaklanmaların fitilini, halkın zaten açlıktan kırıldığı 1906 yılının ilk aylarında rejimin “şahsi Vergi” ve “Hayvanat-ı Ehliye Rüsûmu” adı verilen iki yeni vergiyi dayatması ateşlemişti. Özellikle şahsi Vergi yoksul sınıflar aleyhine son derece adaletsiz bir içeriğe sahipti ve tepkiler esas olarak bu noktada yoğunlaşıyordu.

Kıvılcımın çaktığı şehir Kastamonu oldu. şehrin esnaf ve zanaatkârları, Kastamonu’nun “şahsi Vergi”sinin tümünün bu şehrin en varlıklı kişisi olan Enis Paşa tarafından ödenmesini istiyordu. Bu doğrultuda İstanbul’a gönderilen telgrafların hiçbirisine yanıt gelmedi. Bunun üzerine 21 Ocak 1906 günü kalabalık bir kitle harekete geçti;

önce Valilik önünde eylem yapan halk, daha sonra Telgrafhane’yi işgal etti. 10 gün süren ve büyük destek gören işgal eylemi, rejimin temsilcisi olarak görülen Vali’nin görevden alınması talebinde somutlaşıyordu -bu talep 1 şubat günü kabul edildi. Kısa süre sonra Sinop’ta da benzer eylemler yapıldı.

Takip eden aylarda Erzurum’da yaşananlar ise çok daha şiddetli oldu. Onbinlerce Erzurumlu gönderdikleri “arzuhal”lerle şehirlerinin yeni iki vergiden muaf tutulmasını talep ediyordu. Ayrıca toplanan diğer vergilerin de kesinlikle İstanbul’a gönderilmemesi isteniyordu, zira despot yönetimiyle bilinen Vali Nâzım Paşa şehir için kullanması gereken vergilerin bir bölümünü Saray’a göndererek kişisel nüfuz ve imtiyaz sağlıyordu. Nâzım Paşa’nın görevden alınmasını isteyen halk 13 Mart’ta Telgrafhane’yi işgal etti, esnaflar da günlerce kepenk kapattı. Bu kez doğrudan İttihatçılar tarafından örgütlenen bu eylemlere din adamları da destek verirken, ayaklanmayı bastırması istenen erler üstlerine karşı geliyordu. Mart ayı sonlarında memurlar işlerine, öğrenciler okullara gitmemeye başladı ve bugünün terimleriyle “genel grev genel direniş” olarak adlandırılabilecek bu süreçte devlet otoritesi fiilen devre dışı kaldı. Ayaklanma zor yoluyla bastırılamayınca İstanbul, Nâzım Paşa’yı görevden alıp Diyarbakır’a atamak zorunda kaldı.

Bununla birlikte civar illerde benzer eylemler görüldü. Bu eylemler sırasında Samsun’da halkın üzerine ateş açılırken Bitlis’te halkın açtığı ateşle bir polis komiseri öldü, Vali yaralandı. Erzurum’da da 1906 sonuna doğru yeniden başlayan eylemlerde artık devrimciler ve kolluk kuvvetleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor, aralarında Vilayet Jandarma Kumandanı’nın da olduğu pek çok kişi hayatını kaybediyordu.

1906-1907 Vergi Ayaklanmaları, kısa zamanda politik bir renge bürünmüştü. Ayaklanmaya destek veren halkın tamamı değilse de bir bölümü, bu eylemleri mutlakıyetçi rejime dönük tepki göstermenin bir aracı olarak görüyordu. Tam da bu nedenle eylemler sırasında dağıtılan yüzbinlerce bildiride halk, şu veya bu valiye karşı değil, Abdülhamit despotizmine karşı ayaklanmaya çağrılmaktaydı.

Yukarılarda söylediğimiz gibi bu tür eylemler bir süre sonra bütün ülkeye yayıldı. Ayaklanmanın İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yönetildiğinin bilincinde olan Abdülhamit rejimi, çeşitli illerde yüzlerce İttihatçıyı tutuklarken, onlara destek veren çok sayıda asker de terhis veya sürgün edildi. Bununla birlikte bu süreç Cemiyet’e toplum nezdinde büyük prestij sağlamıştı ve İttihatçılar Müslüman ve Gayrimüslim halk arasında hızla örgütlendi.

1907 yılında ise kısa adı Taşnaksütyun olan Ermeni Devrimci Federasyonu ile İttihat ve Terakki örgütü Abdülhamit’e karşı birlikte mücadele etme kararı aldı. Bu, devrimci hareket için büyük bir ivmelenme demekti. 1908 yılı başlarında artık, rejimin baskısının had safhada olduğu başkent İstanbul’da bile örgütlenme ve propaganda çalışması yürütülüyor, zabitlerin türlü çabalarına rağmen devrimci afişler şehrin duvarlarını süslüyordu.

Devrim

Temmuz Devrimi’yle sonuçlanacak olan nihai ayaklanmanın katalizörü, Büyük Devletler’in Osmanlı’nın Balkan toprakları üzerinde yeni bir plana girişmesi oldu. 10 Temmuz 1908 tarihinde Rus Çarı ve İngiliz Kralı, Rusya’nın batısındaki Reval (bugünkü Estonya’nın başkenti Talinn) kentinde bir araya gelerek Balkanlar üzerinde denetimlerini arttıracak bir anlaşmaya vardılar. Buna göre Vilâyat-ı Selâse adı verilen Kosova, Manastır ve Selanik vilayetleri tek bir vali tarafından yönetilecek, bu vali ise Avrupa devletleri tarafından atanacaktı. İstanbul’un da bu anlaşmaya sıcak bakması üzerine ayaklanma başladı. İttihatçılar, Balkan dağlarında konuşlanmış olan ve komitacılık konusunda kendilerine örnek aldıkları gayrimüslim silahlı grupları da kendileriyle birlikte hareket etme konusunda ikna ettiler. Balkanlardaki olağanüstü hareketlilik nedeniyle (ki birkaç gün önce teftiş için gönderilen ve oldukça yüksek rütbeli bir asker olan şemsi Paşa da İTC tarafından öldürülmüştü) İstanbul, vergi ayaklanmalarındakine benzer bir manevrayla, bu kez Sadrazam’ı görevden aldı ve bu göreve daha ılımlı bir kişi olan Sait Paşa’yı atadı. Ancak bu sefer böyle bir düzenleme kitleleri tatmin etmeye yetmeyecekti: 23 Temmuz 1908 günü silahlı halk Manastır ve Selanik’teki hükümet konaklarını ele geçirdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşrutiyet’i ilan ettiğini duyurdu. Yapacak bir şeyi kalmayan Saray aynı gün, Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılacağını ve Teşkilat-ı Esasiye’nin (Anayasa’nın) yeniden yürürlüğe gireceğini açıkladı. Devrim gerçekleşmişti.

Bu noktada bir ara değerlendirme yapmak gerekirse, 23 Temmuz sürecinin bir politik devrim olduğu gerçeğini teslim etmemiz gerekir. Zira bu devrim 30 yıl süren despotik bir rejime büyük bir darbe vurarak Meclis’in yeniden açılmasını ve Anayasa’nın yeniden yürürlüğe girmesini sağlamıştır. Görece serbest olarak yapılacak seçimlerle halk, burjuva demokratik anlamda yönetime katılabilmiştir. Biraz aşağıda göreceğimiz gibi statik değil dinamik bir süreç olan, fakat kendi içinde sıkışmalar ve geri düşmelerle ilerleyen 1908 devrimi, ertesi yıl Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle tamamlanmıştır.

Başta basın-yayın alanında görülen ve kendi dönemi için olağanüstü denebilecek çeşitlilik olmak üzere pek çok yenilik Türkiye halklarına -bir nebze ve birkaç yıllığına da olsa özgürlüğü tattırmıştır. Ancak bundan daha önemlisi, yine yalnızca birkaç yıl sürecek olsa da halklar arası kucaklaşma ve kardeşleşmeye de tanık olunmuştur. Ağırlıklı olarak Balkanlarda, ama bunun yanı sıra Anadolu’da günler süren coşkulu Meşrutiyet kutlamalarında farklı uluslardan Osmanlı halkı, Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik!” sloganına bir dördüncü öğeyi ekleyerek “hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet!” sloganlarını haykırmıştır.

Diğer yandan 23 Temmuz’un “toplumsal devrim” ayağının eksik ve güdük kaldığını da söylemek gerekir. Gerçi 1908’le birlikte o tarihe kadar iktidarı tekelinde tutan toprak ağaları ve onlarla kaynaşmış saray bürokrasisi, iktidarı yavaş yavaş Türk burjuvazisiyle paylaşmak zorunda kalmıştır, ancak burjuva devrimlerinin asli unsurlarından olması gereken feodalitenin tasfiyesi ve toprak reformu gerçekleşmemiştir. Böylece toplumsal gericiliğin sınıfsal dayanakları baki kalmıştır.

Bu alt bölümü bitirirken 1908’in getirdiği göreceli özgürlük ortamında işçi hareketi ve sosyalist hareketin de, oldukça yavaş biçimde de olsa filizlendiğini belirtelim. Örneğin 1910 yılının şubat ayında çıkmaya başlayan İştirak dergisi ve bu dergiyi çıkaran çevrelerin aynı yılın Eylül ayında kurduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası bu geçici nefes alma ortamının ürünüydü. Yine Devrim sonrasında henüz politik bir içeriğe sahip olmasa da ücretlerin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle çeşitli işçi grevleri de görüldü. Ancak kısa süre sonra çıkarılacak olan Tatil-i Eşgal Kanunu ile bu grevlerin çerçevesi sınırlandırılacaktı.(5)

Klikler savaşı başlıyor

Kısmen kendilerinin örgütlediği, kısmense kendilerinden bağımsız olarak gelişen bir kitle hareketine dayanarak devrimi gerçekleştiren İttihatçıların, Devrim’den sonra da yola bu kitlelere dayanarak devam etmeye pek niyetleri olmadığı gibi, Meşrutiyet’i ilan ettikten sonra ne yapacaklarına dair pek bir fikirleri de yoktu. Bir süre, iktidara doğrudan dâhil olmak yerine İstanbul üzerinde baskı kurmayı tercih ettiler. İçlerinden bir bölümü ise örgütün artık işlevini tamamladığını ileri sürerek İTC’den ayrıldı ve Prens Sabahattin öncülüğünde Ahrar Fırkası’nı kurdu. (“Ahrar”, “hür” kelimesinin çoğuludur ve burada “liberal” anlamındadır). Kısa bir süre iktidara Saray, İTC ve Ahrar arasındaki bir denge hâkim olduysa da, aynı süreçte İttihat ve Terakki, kendi içinde farklı çizgilerde hiziplere bölünmüş vaziyetteydi ve güçten düşmeye başlamıştı.(6)

Cemiyet’in toparlandığı süreç, 1908 Sonbaharında yapılan Meclis seçimleri oldu. Bilindiği gibi Türkiye’de çok partili sisteme geçiş tarihi 1946 yılı olarak kabul edilir ve bu geçiş de DP’nin kurulmasını teşvik eden İsmet İnönü’nün sözde demokratlığına bağlanır. Oysa 1946’da çok partili sisteme geçilmemiş, dönülmüştür. Zira -her ne kadar resmi tarih bunu neredeyse gizliyor olsa da Türkiye coğrafyasında 1908, 1912, 1913 yıllarında da çok partili Meclis seçimleri yapılmıştı. Bunlardan ilki olan 1908 seçimine ise İttihat ve Terakki ile Ahrar Fırkası’ndan Ermeni partilerine kadar çok sayıda parti katıldı. Oy verme hakkının yalnızca “devlete az çok vergi verenler”e, yakın zamanda iflas etmiş olmayan ve yabancı hizmetinde çalışmayanlara (ve elbette münhasıran erkeklere!) ait olduğu, gayrımüslimlerin Türk-Müslümanlara göre daha düşük oranda temsil edildiği bu seçimde, Devrim’in prestijini elinde bulunduran İTC başta İstanbul olmak üzere ülkenin pek çok noktasında mutlak bir galibiyet elde etti. Bizzat hükümet kurmak yerine Meclis ve hükümet üzerinde ağırlık kuran Cemiyet (1909 şubatında güvensizlik oyuyla hükümeti düşürebilmişlerdi) bundan sonra 1876’dan kalma Anayasa’da önemli değişiklikler yapmaya ve burjuva demokratik bazı yasal reformlar yapmaya girişti.

Bu hızlı dönüşüm ortamında İttihatçıların başlıca üç muhalifi vardı. Bunlardan birincisi, yukarılarda bahsettiğimiz ve kendini “liberal” olarak tanımlayan Ahrar Fırkasıydı. İkincisi, yeni rejimin (tüm inançlara eşit mesafede durma anlamında) laik yönelimlerini şiddetle eleştiren ve bir İslam birliğini savunan İttihad-ı Muhammedi örgütü ve bu örgütün çıkardığı Volkan gazetesiydi. Üçüncüsü ise Abdülhamit döneminde sürgün edilen ve Devrim’den sonra ülkeye dönerek çeşitli ayrıcalıklar talep eden, ancak yapılan tahkikatlar sonucunda çoğunluğunun adi suçlardan sürgün edildiği anlaşılan, istedikleri ayrıcalıkları alamayınca da muhalefet saflarına geçen kişilerin kurduğu ve meşruluğunu kendisine verdiği isimde arayan Fedakarân-ı Millet Cemiyetiydi.(7)

Bu üç kesimin şiddetli muhalefeti nedeniyle 1909 yılı başında siyasi atmosfer gergindi. Bu gerginlik ortamın da 6 Nisan 1909 tarihinde, Ahrar çizgisindeki Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey Galata köprüsü üzerinde güpegündüz vuruldu. İTC, bu cinayetle herhangi bir ilişkisi olmadığını birkaç kez açıklasa da muhalefet bu açıklamaları pek dikkate almadı ve birkaç gün içinde ayaklanmaya varacak gösteriler düzenlendi.

Üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen Hasan Fehmi suikastının arka planı hiçbir zaman açığa çıkarılamamıştır. Bu meseleye dair iki yorum vardır. Bunlardan birincisine göre, her ne kadar “üstlenmemiş” olsalar da bu suikastı İttihatçılar düzenlemiştir ve amaç muhalif basına gözdağı vermektir. Nitekim ertesi yıl bir diğer muhalif gazeteci olan Ahmet Samim Bey’in de benzeri şekilde öldürülmesi, ayrıca her iki suikastın da tetikçisi olduğu söylenen Abdülkadir’in 1926’daki İzmir Suikastı davasında(8) tutuklanarak idama mahkûm edilmesi bu olasılığın güçlü olduğuna işaret eder.

İkinci yoruma göre ise bu suikast, hızlı Anayasa değişikliklerinden rahatsız olan geleneksel çevreler ve onlarla birlikte hareket eden, yukarıda sıraladığımız muhalefet gruplarının ince bir tertibidir. Buradaki amaç, cinayetle ilişkilendirilecek İTC iktidarını gayrimeşru konuma düşürerek devirmektir. Bugün Danıştay suikastı, Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar ve nice benzerlerinden tanıdık gelen bu senaryonun da gerçek olma ihtimali yadsınamaz. Ancak arka planı ne olursa olsun bir gerçek çıplak olarak karşımızda durmaktadır: Hasan Fehmi’nin öldürülmesi bu coğrafyadaki ilk kontrgerilla eylemidir ve bugünlere kadar uzanan kirli ve kanlı bir geleneği başlatmıştır.

Hasan Fehmi Bey’in cenazesinde başlayan şiddetli muhalefet hareketi birkaç gün içinde silahlı ayaklanmaya dönüştü. 13 Nisan 1909 tarihinde, ağırlıklı olarak dini motifler taşıyan kalabalık bir kitle ve onlara destek veren bazı askerler Ayasofya Meydanı’nı zaptetti. 13 Nisan tarihi, Rumî takvimde

31 Mart’a denk düştüğü için “31 Mart Vakası” diye anılan bu olay sonucunda İTC’nin fiili iktidarı düştü.

Öte yandan bu durum sadece birkaç gün sürdü. İttihatçı Enver Paşa’nın örgütlediği silahlı gönüllülerden oluşan “Hareket Ordusu” duruma el koymak için Nisan sonlarına doğru Selanik’ten İstanbul’a doğru yürüyüşe geçti ve 25 Nisan tarihinde ayaklanmayı bastırarak Abdülhamit’i tahttan indirdi. Böylece İttihatçılar oldukça kısa bir süre içinde iktidarı geri almış oldular. Ülkenin en önemli askeri güçlerinden olan Hareket Ordusu kendisini Meşrutiyet’in bekçisi ilan etti; Türkiye’de ordunun siyasal alana müdahalesi ve “askeri vesayet” olarak adlandırılan gelenek de bu şekilde başlamış oldu.(9) İçinden çıkılamaz çelişkiler İçinden çıkılamaz çelişkiler ve kaçınılmaz gericileşme Ragıp Zarakolu, 23 Temmuz’un 100. yıldönümünden bir gün önce yayınladığı bir yazısında bu devrimin ana başarısızlık nedeninin Türk olmayan halklarla ortak proje üretmekten kaçınılması olduğunu söylüyordu.(10) Bu tespit genel anlamda doğru olmakla birlikte biraz daha açımlanmalı ve başka nedenlerle karşılıklı etkileşimi içinde düşünülmelidir.

Yazının ilk bölümlerinde anlatmaya çalıştığımız gibi 1908 Devrimi’ne kitle katılımı küçümsenemeyecek boyutlardadır ve bu nedenle 1908, “tepeden devrim” tanımlamasını pek hak etmemektedir. Diğer yandan devrimden sonra durumun önemli ölçüde değiştiğini söylemek gerekir. Bütün burjuva devrimcileri gibi İttihatçılar da bir aşamadan sonra, kitlelerin devrimi sürükleyebileceği noktadan ürkerek onlarla arasına mesafe koymaya başladılar. (11) Devrim’e katılan halk bu nedenle sonraki sürece dâhil edilmedi; 23 Temmuz’un üzerinden daha 1 yıl geçmeden ülke, arkasında ordunun iki kliğinin desteği olan iki kesimin iktidar savaşı verdiği, “faili meçhul” siyasi cinayetlerin işlendiği bir ülke haline geldi. İTC ilerleyen yıllarda “Dayaklı-Sopalı Seçim”den 1913 hükümet darbesine kadar bir dizi icraatıyla halkla olan bağını kesin olarak kopardı. “İttihat ve Terakki mirasını reddettiğini” söyleyen Kemalistlerin de aynı çizgiyi devam ettirdiğini söylemeye bile gerek yoktur.

Ancak asıl çelişki, İttihatçıların kurguladıkları toplumsal modelle ilgiliydi. Temel kaygılarından biri “devleti kurtarmak” olan İttihatçıların bu perspektifle hareket ederken devrimci bir siyasal-toplumsal model kurmaları imkansızdı. Feodal toprak ağalarının tasfiyesi, toprak reformu gibi bir perspektifi yoktu İTC’nin. Tersine, iktidara gelir gelmez bu sınıfla sıkı bağlar kurdu. “Devleti kurtarmak”, cılız ve korkak Türk-Müslüman burjuvaziyi Saray’a ve toprak ağalığına bağlayan bir köprüye dönüştü.

Üstelik devletin kimlerle birlikte “kurtarılacağı” da temel bir soruydu. Anayasa ve Meclis Türk olmayan halklarla birlikte elde edilmişti; 1 yıl sonra “İslamcı” Abdülhamit’in devrilmesi de gayrimüslimler tarafından desteklenmişti. Ancak Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında art arda gelen yenilgiler sonrasında İTC Müslüman Türk tebaa dışında kalanlara güvenmeyecekti. Böylece, 20 küsur yıl önce halklar arası eşitlik ve kardeşlik sloganıyla yola çıkan İttihat ve Terakki, adım adım Türkçü-Turancı bir çizgiye yöneldi.

İttihatçılar, bir yandan ülkenin kurtuluşu için bir “milli iktisat” politikası izlemek istiyor, diğer yandan modernleşme serüvenin bu aşamasında bir burjuva egemenliği kurmaya gereksinim duyuyorlardı. Ancak burjuvazinin ezici çoğunluğunun yabancı ülkelerle de oldukça iyi ilişkileri olan gayrimüslimlerden oluştuğu bir ortamda bu iki hedefi aynı anda gerçekleştirmek mümkün değildi. Kendileri açısından yapılabilecek tek şey sermayeyi Türkleştirmekti. İşte 24 Nisan 1915’te Ermeni partilerinin önde gelenlerinin tutuklanmasıyla başlayıp sonraki bir yıl boyunca izlenen zorla göç (tehcir) politikası ve göç yollarında gerçekleştirilen sistematik saldırılarla 1 milyondan fazla Ermeni’nin katledilmesi sonucu soykırım boyutuna ulaşan büyük katliamın önde gelen nedenlerinden birisi bu yönelimdi. Ancak burada durarak altını çizelim: 1915 tehciri yalnızca ekonomik kaygılardan kaynaklanmıyordu ve Ermenilerin hem nüfus içinde sayıca büyük bir yer tutuyor olması, hem de ulusal bilince sahip Ermeni parti ve örgütlerinin siyasal alanda ciddi bir ağırlığının olması, savaş yıllarının Türkçü İTC’sini soykırıma iten, en az ekonomik nedenler kadar önemli diğer temel faktörlerdi. Ayrıca, yazının ilk bölümlerinde bahsettiğimiz gibi, başta 1896 katliamı olmak üzere pek çok olayın gösterdiği üzere Ermeni öldürmek Osmanlı’da neredeyse bir devlet politikası haline gelmişti. İttihat ve Terakki de, kimi zaman söylendiğinin aksine bu katliamcı politikaları başlatan kesim olmasa da, bu çizgiyi sistematikleştirerek sürdürdü.

Diğer yandan, “sermayenin Türkleştirilmesi” olarak adlandırdığımız politika 1923 sonrasında da çeşitli yöntemlerle devam ettirilerek, süreklilik arz eden bir devlet politikası haline getirildi. Nitekim Türkiye coğrafyası bu politika doğrultusunda 1924 Nüfus Mübadelesi gibi “kansız” uygulamaların yanı sıra 1942 Varlık Vergisi gibi düpedüz faşist uygulamalara ve 6-7 Eylül 1955 olayları gibi kontrgerilla provokasyonlarına da tanık olacaktı.

şu halde 1908 Devrimi’nin -ve onun ideallerinin oldukça erken kesintiye uğradığını söyleyebiliriz. Ancak bu kesintiye ve özellikle de yukarıda bahsettiğimiz savaş yıllarında artan gericiliğe rağmen Temmuz Devrimi’nin tarihsel anlamda ileriye doğru atılmış bir adım olduğunu ve çok sayıda geri unsurun yanı sıra içinde sahiplenilebilecek unsurlar da barındırdığını kabul etmek zorundayız.

Bugün 1908 hakkında yorumlar

Öncesi, anı ve sonrasıyla birlikte bütünlüğü içinde ele almaya çalıştığımız 1908 Devrimi, bugün farklı çevrelerce farklı biçimlerde değerlendirilir ve en başta söylediğimiz gibi bu yorum farkları tamamen siyasi kaygılardan kaynaklıdır.

Yazıda birkaç kez resmi tarihin 1908’i görmezden gelmeye çalıştığını söylemiştik. Aslında bu tutum, devlet ideolojisi olan Kemalizm’in bilinçli bir tercihinin ürünüdür. Zira Anayasa’nın, Meclis’in, seçimlerin, hatta laikliğin bir biçimde Meşrutiyet’ten beri var olduğunun kitlelerin bilincinde yer etmesi Kemalistlerin işine gelmez. Onlar, ilkokul eğitiminden başlayarak kitlelere 1923’ün ne kadar büyük bir “devrim” olduğunu, M. Kemal’in üstün dehasıyla nasıl da sıfırdan yeni bir ülke inşa ettiğini anlatır dururlar.

Kemalist Cumhuriyet 1908’de bu ülkede önemli bir devrim yaşanmış olduğunu toplumsal hafızadan silmek için çeşitli hamleler yapmış ve amacına da önemli ölçüde ulaşmıştır. Örneğin 23 Temmuz tarihi 1935 yılına kadar “Hürriyet Bayramı” olarak kutlanırken bu tarihte ulusal bayram olmaktan çıkarılmış, aynı yıl “Dumlupınar Meydan Muharebesi” olarak adlandırılan 1922’deki tek günlük çatışmanın yıl dönümü olan 30 Ağustos “Zafer Bayramı” ilan edilmiştir. Bu gerçek bugün pek bilinmez. Keza Şişli’de çürümeye terk edilmiş Abide-i Hürriyet’in aslında bir anıtmezar olduğu ve altında 1908 Devrimi sürecinde hayatlarını kaybetmiş devrimcilerin kemiklerinin bulunduğu da pek bilinmez.

1908’e liberallerin yaklaşımı ise epey ilginçtir. Liberaller (ve “sol” liberaller) bir yandan Kemalistlerin yaptığının tam tersini yaparak Kurtuluş Savaşı’nın ve sonrasındaki siyasi sürecin tarihsel değerini sıfır kabul eder ve 1908’i “kopuş”, sonrasını ise “süreklilik” olarak tanımlarlar. Ayrıca, sanki kendi içinde homojenlik taşıyormuşçasına “2. Meşrutiyet” döneminin Kemalist Cumhuriyet döneminden daha özgürlükçü olduğunu da iddia ederler. Diğer yandansa bütün kötülüklerin anası olarak “İttihatçı gelenek”i gösterirler. Üstelik onların sorunu sadece yukarılarda bahsettiğimiz katliamlar, kontrgerilla eylemleri vb. ile sınırlı değildir: gizli örgütlenme ve silahlı mücadeleyi de “İttihatçı gelenek”in bir parçası olarak görür ve gayrimeşru ilan ederler. Dolayısıyla liberaller ve Kemalistler, 1908’i hazırlayan devrimci mirası reddetme konusunda ortaklaşırlar.

Sosyalistler ise coğrafyamızın tanıklık ettiği bu önemli olay hakkında çok söz söylememektedir. Genel olarak Temmuz Devrimi’nin bir burjuva demokratik devrim olduğu kabul edilmekle yetinilir. Bu durumun nedeni, İttihatçıların iktidardayken gerçekleştirdiği icraatların yarattığı doğal rahatsızlık olsa gerektir. Ancak Marksistler her tekil olayı kendi tarihsel özgünlüğü içinde değerlendirirler. İTC iktidarı altında yaşananlar, Devrim’in meşruluğuna ve ilericiliğine gölge düşürmez. Bu bağlamda örneğin 1915’i nefretle anıyor olmak, 1908’den övgüyle bahsetmenin önünde engel değildir.

Son olarak, her ne kadar amaçlanandan uzak bir sonuca varmış olsa da, 1908, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halk devleti baba olarak görür” vb. türünden demagojilere verilebilecek iyi bir yanıttır. Bu topraklar, halk ayaklanmasına dayalı bir silahlı devrim yaşamıştır ve yenilerini de yaşayabilir yaşayacaktır da.

Dipnotlar:

1 - İTC ile ilgili en iyi sınıfsal analizlerden birini ilginç bir şekilde, “Türkçü” sıfatıyla tanıdığımız, ancak Rusya’da geçirdiği yıllarda Marksizm’den de esinlenmiş olan Yusuf Akçura yapmıştır. Bkz: François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ek 17: “İttihad ve Terakkinin Toplumsal Tabanı”, s. 175-176.

2 - Ayşe Hür, “’1908 Devrimi’nin ilham kaynakları”, Taraf, 20 Temmuz 2008. Bu makalenin yazarının, referans gösterilen makaledeki bazı görüşlere şerh koyduğu belirtilmelidir.

3 - Bu büyük kitle kıyımını gerçekleştiren ve adını Sultan Abdülhamit’ten alan “Hamidiye Alayları” 1915’teki katliamın da vurucu gücü olacaktı. Bu bilgi notu gözden kaçırılmamalıdır.

4 - Aykut Kansu’nun bir kitabı, akademik bir çalışma olmakla birlikte bu ayaklanmaları ayrıntılı bir şekilde ve çok canlı bir dille resmeder. Bkz: Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İletişim Yayınları, İstanbul 2006, s. 35-95.

5 - Mete Tunçay, “Cumhuriyet Öncesinde Sosyalist Düşünce”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt:1,İletişim Yayınları İstanbul 2006, s.298-299.

6 - Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları İstanbul 1999, s.11. Hindistanlı Marksist bir Türkiye tarihçisi olan Ahmad’ın kitabının Kaynak Yayınlarından çıkmış olması okuyucunun kafasını karıştırmamalıdır.

7 - Süleyman Kâniİrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, Temel Yayınları İstanbul 2003, s. 40-47. Dili oldukça ağır olan bu kitap 1946 yılında kaleme alınmıştır ve yazarı anlatılan tarih diliminin doğrudan tanığıdır.

8 - “İzmir Suikastı”, Kemalist Cumhuriyet’in tasfiye ettiği eski İttihatçıların M.Kemale yönelttiği başarısız bir suikast girişiminin adıdır.

9 - Feroz Ahmad, s. 25.

10 - Ragıp Zarakolu, “Anayasal devrim ve Kürt sorununun adil ve demokratik çözümü”, Alternatif, 22 Temmuz 2008.

11 - İttihatçıların “halktan korkması” ile ilgili olarak bkz: Hikmet Kıvılcımlı, YOL, Cilt:1, Bibliotek Yayınları İstanbul 1992, s. 106-108.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi