Suya Dokunmak

5. Dünya Su Forumu’nun “Farklılıkların Birleştirilmesi” ana başlığıyla, “Sürdürülebilir Kalkınma İçin Su Temini” ve “Suya Dayalı Kalkınma İçin Gerekli Mekanizmaların Temini” konuları çerçevesinde, altı temada on dört alt başlıkla, 16-22 Mart tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirileceği duyuruldu. (Forum’a ilişkin ayrıntılı bilgi, www.worldwaterforum5.org adresinden edinilebilir.) Meslek odaları, emek örgütleri, devrimci, ilerici, sosyalist kurumlar ise emperyalistlerin bu forumuna karşı Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’yla mücadeleyi örgütlüyorlar. Biz de bu zirve öncesinde su sorununu inceleyerek bu mücadeleye katkı sunmak istedik.

Forum’un başlığı “Farklılıkların Birleştirilmesi” olsa da, konunun ana teması GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) projesi kapsamında da ele alınan, suyun dünya pazarına sunulması, özelleştirme kapsamına alınarak emperyalist tekellere pazarlanmasıdır. Artık bu projenin sonuna yaklaşan emperyalist tekeller, işi daha fazla uzatmak istememektedirler. Doğaldır ki, ezilenler de bunu dikkate alarak konumlanacaklardır. Burada en önemli nokta da emperyalist ve işbirlikçi iktidarların dezenformasyonuna aldanmamak ve gerçeği bütün çıplaklığıyla görmektir.

Dünyadaki bütün doğal kaynaklarda olduğu gibi, suyu da hoyratça kullanan, kirleten ve bu hoyratlık nedeniyle insanlığı susuz kalmakla yüz yüze getiren emperyalist kapitalist güçler, bu durumun suçlusu olarak ezilenleri ilan ediyorlar. Bunun için, “nüfus artışı”nı da baş sorumlu olarak belirlediler bile.

Oysa su sorununun yaşanmasında suç, sayıları milyarları bulan ezilenlerde değil, tam tersine bir avuç olan asalak burjuvalardır. Yine de papaz Malthus’un hiçbir bilimsel değer taşımayan teorilerini tarih çoktan nihai olarak mahkûm etmiş olsa da; piyasa politikaları için mütemadiyen, temcit pilavı gibi ısıtılıp önümüze konulur.

Örneğin: “Ülkemizde nüfusun sürekli artmasına karşılık su potansiyelinin sabit kalması, bu konuda bilimsel, planlı ve korumacı bir şekilde davranılması ve yeni teknoloji ve yöntemlerin kullanılmasına özen gösterilmesini zorunlu kılmaktadır” diyor Dursun Yıldız.(l) Bu konuda Serpil Yıldız ise daha cüretkâr: “(Su kaynaklarında -bn.) fakirleşmeye yol açan etkenlerin en başında aşırı nüfus artışı olduğunu hemen söyleyebiliriz. Nüfus artışı diğer etkenlerin ortaya çıkmasında da çok belirleyici” demekte.(2)

Halbuki Engels daha 29 Mart 1865’te Lange’ye: “Nüfus basıncı, geçim araçları üzerinde değil, istihdam araçları üzerindedir; insanlık modern burjuva toplumunun talep ettiğinden çok daha hızlı çoğalabilirdi. Bize göre bu durum, bu burjuva toplumunu, gelişmenin önünde yıkılması gereken bir engel olarak ilan etmenin başkaca nedenidir” diye yazarak Malthus’un argümanlarını yanıtlamaktadır.

Evet, bize göre burjuva toplumu, her türlü gelişmenin önünde yıkılması gereken bir engel olarak ilan edilmelidir. Çünkü söz konusu olan, kaynakların sınırlılığı değil; değerlendirme biçimidir. Sermaye kendini kâr ile sınırlandırdığı içindir ki, kaynakların rasyonel kullanılması, doğayla ilişkilerin rasyonel olarak düzenlenmesi mümkün olmamaktadır.

Mesela, su potansiyelinin kullanılmasının Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da nasıl olduğuna bakarsak görürüz ki: Toplam yıllık kullanılabilir su potansiyelinin 234 km3 olmasına karşın, mevcut ekonomik ilişkiler çerçevesinde tüketilebilecek yıllık toplam su potansiyeli ancak 112 km3’tür. Devlet Su İşleri (DSİ) 2006 yılı verilerine göre bunun 29,6 km3’ü tarımsal sulamada; 6,2 km3’ü içme suyu-evsel kullanımda; 4,3 km3’ü sanayide olmak üzere toplamda bu 112 km3 suyunda ancak 40,1 km3’ü kullanılabilmektedir. 71,9 km3 su ise kullanıma dahil edilemiyor. Buna mevcut ekonomik ilişkiler nedeniyle daha baştan kullanılma olanağının dışında bırakılan 122 km3 suyu eklersek 193,9 km3 suyun kullanılamadığını görürüz. DSİ’nin açıkladığı bu oranlara bakan herkesin sorunun nüfus artışıyla ilgisi olmadığını rahatlıkla görebileceğini düşünüyoruz. Tabii, niyeti gerçeği aramaksa.

Dünya üzerinde su kaynaklarının kullanımına baktığımızda da karşılaşacağımız tablo farksızdır. Dünya’da 1,2 milyar insan güvenilir içme suyundan mahrum. 2,4 milyar insan ise sağlık koşullarına uygun suya erişememekte. Dünya nüfusunun zengin %12’si içilebilir-kullanılabilir suyun %85’ini tüketirken; dünya nüfusunun %88’ine %15’i düşmektedir. Suyun kullanımındaki dağılımında zengin ülkelerle geri bırakılmış ülkeler arasında farklılık vardır. Tabi geri bırakılmış ülkelerde de en zengin %20’lik kesimlerin şebeke sistemiyle ulaşan suyun %85’ini kullandığını da söyleyelim. Yani aynı sayıda insanın zengin kısmına suyun yüzde seksen beşi düşerken; yine aynı sayıda en yoksul insana şebekeden “tıs” sesi düşüyor! Sizce sorun sayıda mı? 250 milyon civarı ABD’li kişi başına günde 575 litre su kullanabilirken 300 milyon Güneybatı Asyalının (Ortadoğulunun) büyük bir çoğunluğunun bir insan hakkı olarak kabul edilen günde 20 litre suya bile erişememesi neyle açıklanır? Dünya tatlı su kaynaklarının %15’i Kuzey Amerika’da yani ABD ve Kanada’da iken Güney Batı Asya’da da %11’i bulunmakta, bu da demek olur ki: tek başına ABD’nin sahip olduğu su potansiyelinden fazlasına sahiptir bir bütün Güneybatı Asya! O halde diyebiliriz ki: Esasında bütün mesele suyun insan ve doğa odaklı planlı yönetimine dayanmaktadır. Tıkanan kapitalist üretim anarşisidir. Sosyalist planlı ekonomi ihtiyacı kendini doğaya ve topluma dayatmaktadır.

Yukarıdaki indisten de görüleceği üzere su kaynak varlığı 7,8 olan Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın su fakirlik indisi 56,5 iken, kaynak varlığı 0,2 olan Suudi Arabistan birkaç puan geride 52,6’dadır. 35,1 ile en fakir ülke olan Haiti’nin kaynak varlığı ise 6,1’dir. Suudi Arabistan’dan 30 kat fazla suyu olmasına rağmen su fakiri olan odur. Tıpkı kaynak varlığı Türkiye ve Kuzey Kürdistan’dan 0,5 az olan İngiltere’nin su zenginliğine 25,0’lık farkla dünyanın su zengini ülkeleri dilimine girmesi gibi ironiktir! Unutmamak gerekir ki; indisteki kaynak kullanım becerisi tüm ülkeler açısından kapitalizm tarafından sakatlanmıştır, olabilirliğin altındadır. Sosyalist bir ekonomide kaynakların kullanımı kaçınılmaz olarak daha rasyonel olacaktır.

Marx, Kapital’in III. Cildinde: “Toplumsallaşmış insan, birleşmiş üreticilerin, birtakım kör güçler gibi onun yönetimine girmek yerine ortak denetimleri altına alarak doğayla ilişkilerini rasyonel olarak düzenlemelerinden başka bir şey değildir” derken, tam da meselenin özünün nüfus azlığı veya çokluğunda değil; üretici güçlerin birleşerek toplumsallaşmasında olduğunu ve ancak bu sayede doğayla rasyonel ilişkilere geçilebileceğini ifade etmektedir.

Su fakirliği yaşanıyor, çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler suyu da toplumdan kopararak mülkiyetlerine geçirmek, özelleştirmek istiyorlar ve de bu özelleştirmeleri hayata geçirmeye başladılar. Azalan, esasında su kaynakları değil; sermayenin kâr oranlarıdır. Sermaye kâr oranlarının eğilimli düşmesi ve kronik sermaye fazlalığı karşısında kendisine yeni kâr alanları yaratmak istemektedir.

Daha bugünden, asıl su fakirliğinin özelleştirmelerin tamamlanmasıyla birlikte başlayacağını söyleyebiliriz. Nasıl ki, açlığın ve açlıktan ölmenin başlıca sebebi; gıda fiyatlarını sabit tutmak ve tarımsal tekellerin kâr düzeylerini korumak için, fazlalık teşkil eden gıda maddelerinin imha edilmesiyse; aynı şekilde diyebiliriz ki: fazlalık teşkil eden sular, su fiyatlarını sabit tutmak ve su tekellerinin kâr düzeylerini korumak için, fazla portakalların kaderini paylaşıp denizlere dökülecektir. Elbette bu fazlalık ihtiyacın değil; piyasaya sürüldüğünde tekelin kârını düşürecek “fazlalık” olacaktır. Tıpkı, her yıl 400.000 çocuğun açlıktan öldüğü Brezilya’nın dünyanın en büyük gıda ihracatçılarından biri olması gibi; ülkelerinde susuzluktan ölen insanlara rağmen su ihraç şampiyonu ülkeler de olacak. Yahut 1989’da kendi insanları açlıktan ölürken gıda ihracı yapan Sudan gibi tablolar su alanında da sık sık görülür olacaktır.

Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nda (GATS) 2000 yılı Ocak ayında başlanan, genişletme ve derinleştirme müzakerelerinin 11 ana gündem maddesinden biri: “Su iletim sistemleri, enerji ve atık su işleme”dir. Aynı yılın mayıs sayısında Fortune dergisinin: “20. yüzyılda petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, 21. yüzyılda da ulusların varlık düzeyini belirleyecek değerli bir meta olan SU aynı değerde olacaktır” satırları bize sermayenin suya yaklaşımını açıkça ifade ediyor. Her şeyden önce onlar için su “değerli bir meta”dır. Çünkü emperyalist tekeller görmüşlerdir ki, suyu dünya nüfusunun yalnızca yüzde 5’ine satmalarına karşın, yıllık gelirleri dünya petrol ticareti yıllık gelirinin yüzde 40’ı düzeyine ulaşmıştır. Dünya Bankası’nın 2005 yılında revize edip 800 milyar dolardan 1 trilyon doların üzerine çıkardıkları su piyasasının büyüme hedef ve tahminleri sermayenin yönelimini bize açıklıyor.

Dünya Bankası tarafından verilen su alanındaki özelleştirme kredilerine baktığımızda 1990-1995 yılları arasında 21 adet özelleştirme kredisi verildiği; 1996-2002 yılları arasında ise verilen özelleştirme kredisinin neredeyse 3 kat artışla 61’e çıktığı görülüyor.

1990-2002 yılları arasında Dünya Bankasınca verilen 276 su temini projesinden 84’ü su alanında özelleştirme şartı ile verildi.

1990’larda su tekelleri 10-15 ülkede aktif iken 2002 yılına gelindiğinde 56 ülkede iş yapar oldular. 2000 yılında Hollanda Den Haag’da yapılan İkinci Dünya Su Forumu (WWC 2000)’nda BM, Dünya Bankası ve Suez Lyonnaise gibi bazı su tekellerinin küresel ölçekte su hizmetlerinin özelleştirilmesinin hızlandırılması önerisi yapmaları dikkate değerdir.

2001 yılı sonlarında Almanya’da yapılan “Tatlı Su Konferansı” esas olarak bu özelleştirme program ve eylem planlarının nasıl uygulanacağı üzerine odaklanmış; 2002 Eylül’ünde yapılan Rio+10 dünya toplantısında alınan kararlar, su yönetimi ve örgütlenmesine ilişkin olarak devletlerin önüne açık ve yaptırıma kavuşturulmuş kararlar olarak ortaya konulmuştur.

Emperyalist küreselleşmede ulus devletlere biçilen “bekçi” rolü su politikasında da geçerli olup; devletlerin su kaynakları üzerindeki haklarını su işletmeciliğini ve altyapı sistemini biran önce özelleştirmelerle tekellere devretmeleri ve onlara gerekli güvenli ortamı sağlamaları istenmektedir. AB ve Dünya Bankası’nca Türkiye için hazırlanan “kuraklığa çözüm” olarak propaganda edilen “Sulama ile Su Kaynaklarının Özelleştirilmesi ve Yönetimi” raporu da esasen bu çerçevededir. Yine bu kapsamda, DSİ yeniden yapılandırılması için Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’ndan alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlandı ve “Su Yasa Tasarısı Taslağı” çalışmalarına başlandı. DSİ katma bütçeli kurum statüsünden genel bütçeli kurum statüsüne alındı. Aslında daha 1981’de “İSKİ Yasası” olarak tabir edilen yasa ile belediyelere Maliye Bakanlığı izniyle uluslararası kuruluşlardan borçlanabilmenin sağlanması ile su ve kanalizasyon sisteminin özelleştirilmesinin önü açılmış oluyordu. 10 Mart 2000’de Dünya Bankasına verilen 29 maddelik mektupta ve yine IMF ile yapılan görüşmelerde verilen taahhütler çerçevesinde hazırlanan “8. Beş Yıllık Kalkınma Planı” içerisinde özelleştirme programında birçok sektörün yanı sıra suyun da alınmasıyla suda da bu sürece girilmişti.

Türkiye’de yerel yönetimlere mali kredi veren finans kurumlarının başına Alman Kalkınma Bankası (KfW Entwicklungsbank) ve Avrupa Yatırım Bankası (AYB) gelmektedir. 40 yılı aşkındır Türkiye’de faaliyetlerde bulunan Alman Kalkınma Bankası bu güne kadar toplam 4 milyar Euro tutarında 100’den fazla projeye kredi verdi. Yerel yönetimlerin ve belediyelerin altyapı yatırımları için aldıkları krediler 15 yılda 750 milyon Euro’yu buldu. Alman Ekonomik ve Kalkınma Bakanlığı’nın Türkiye ile belirlediği iki temel konudan biri “Çevreye Duyarlı Belediye Altyapı Sektörü” diğeri ise “KOBİ’lerin Desteklenmesi”dir.

AYB kredilerinin Türkiye’deki son dönem kullanımı incelendiğinde de altyapı yatırımlarının öne

AB’nin “Su Çerçeve Direktifi” ise uluslar arası entegre havza yönetimine dayanmaktadır. 12’nci maddesinde, üye ülkelerin birbiriyle entegre havza yönetimini zorunlu kılınmış, üyelerin üye olmayan ülkelerle entegre havza yönetimi de teşvik edilmiştir. Tabi bu entegrasyon AB’li su tekellerine entegrasyon anlamına geliyor. Zira AB Türkiye’ye Fırat ve Dicle’nin İsrail ile “Ortak” yönetimi konusunda da sürekli baskıda bulunuyor. Hedeflenen suyun entegre havzalarda halkların ortak yönetimi değil; emperyalist tekellerin denetimlerine verilmesidir.

Hâlbuki dünya tatlı su rezervlerinin %11’ini bünyesinde bulundurmasına karşın dünya su kıtlığının yaşandığı 29 ülkenin 13’ünün yer aldığı Güney Batı Asya halklarının yaşadığı su sıkıntısından kurtulabilmelerinin çözüm yolu sosyalist planlı ekonomi çerçevesinde bölge kaynaklarını bütünsel ve rasyonel bir şekilde yönetmeye başlamalarından geçiyor. Evet, bugün ulusal devlet sınırları insanlığın önünde engel olarak durmaktadır; ama bu sınırları yıkanın sermaye olması insanlığın kurtuluşu değil daha dramatik bir yıkılışı anlamındadır. Bu sınırlardan insani olarak kurtulmanın tek yolu kuşkusuz sosyalizmdir. Ancak bu sayede kendi kaynaklarını kullanmaktan ve yönetmekten mahrum bırakılmış halklar kendi kaderleriyle birlikte doğal kaynakların da özgürce yönetimine geçebilirler.

Örneğin bugün, Fırat ve Dicle Şat-ül Arap’ta birleşmeden önce yıllık ortalama su potansiyeli olan 53 milyar metreküpün 21 milyar metreküpü Kuzey Kürdistan’dan Güney Kürdistan’a geçiyor ve kalan 32 milyar metreküpün tamamına yakını burada, Güney Kürdistan’da oluşuyor. Dicle Nehri’nin en çok suyu taşıyan kolu Büyük Zap’ın su toplama alanının büyük bir bölümü Güney Kürdistan sınırları içerisinde olup yaklaşık Fırat Nehri’nin taşıdığı su miktarı kadar bir su buradan Dicle Nehri’ne akmaktadır. Bu suların nasıl kullanılacağı ise Türkiye, Irak, Suriye ve de İsrail siyonizmiyle, ABD emperyalistlerince planlanıp, yönetilmektedir. Kürt ulusu söz sahibi değildir. İsrail suyunun %20’sini işgal altında tuttuğu Golan Tepeleri’nden karşılarken, Batı Şeria’daki su kaynaklarına Filistin’in kullanımına kota koyarak, büyük bölümüne el koymaktadır. İsrail’in de ortak olduğu ve tasarının imza kısmının tamamlandığı Bakü-Ceyhan boru hattının su da taşıyacağı bilinmektedir. Bu hat İsrail ve Hindistan’a kadar uzanan dev bir projedir. Hindistan’ın, -sularında elektrik üretme kapasitesi Meksika, ABD ve Kanada’nın toplamına eşit olan, dünyanın en zengin su kaynaklarından birine sahip- Nepal’in su kaynaklarının önemli bir bölümünü 90’lı yıllarda yapılan çeşitli anlaşmalarla tasarrufuna geçirdiği biliniyor.

Afrika devletleri de Dünya Bankası’ndan kredi alabilmek için özelleştirme baskısına daha fazla boyun eğmektedir. Gana’da su fiyatlarının yükseltilmesini dayatan Dünya Bankası ve IMF, yoksul halkın gelirlerinin yarısına bu yolla el koymaktadır. Fas’ta, Kazablanka’da ise su fiyatları özelleştirmelerle birlikte üç kat artış göstermiştir. Johannesburg’un su temini Suez Lyonnaise des Eaux’un devralmasıyla Güney Afrika’da kısa sürede su fiyatları aşırı derecede artmış, binlerce insanın su bağlantısının kesilmesi ve sağlıksız suya mahkûm edilmesiyle kolera salgını başlamıştır. Suez Lyonnaise des Eaux, Şili’de de yüzde 35 kârda ısrar etmektedir. İngiltere’de su ve kanalizasyon fiyatları 1989-1995 arası yüzde 67 artarken; Yeni Zelanda’da ise halk caddelere dökülerek suyun ticarileşmesini protesto etmişti.

Bolivya’da “Ekim 1999’da hükümet sübvansiyonlarını sona erdiren ve özelleştirmeye izin veren ‘İçme Suyu ve Temizlik Kanunu’ yürürlüğe girmiştir. En düşük gelirin 100 dolardan az olduğu bir kentte, su faturaları 20 dolara yani 5 kişilik bir ailenin 2 haftalık mutfak masraflarına erişti. Haziran 2000’de ‘Suyu ve Yaşamı Savunma Koalisyonu’ adında bir yurttaşlar ittifakı oluşturuldu. Bu koalisyon halkı harekete geçirerek kent yaşamını 4 gün boyunca felç etti. Bir ay içinde milyonlarca Bolivyalı Cochabamba’ya yürüyerek genel greve girmiş ve tüm taşımacılığı durdurmuştur... Hükmet fiyat sıçramasını geri almaya söz vermiş, ancak bunu hiçbir zaman yerine getirmemiştir. Şubat 2000’de koalisyon ‘İçme Suyu ve Temizlik Kanunu’nun geri çekilmesini, özelleştirmeye izin verilmemesini, su sözleşmesinin sona erdirilmesini ve yeni bir su kaynakları kanununun hazırlanmasını talep eden barışçıl bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Koalisyonun temel eleştirisi suyun bir topluluk mülkü olarak kabul edilmemesi üzerinedir. Hükümet protestoları Nisan 2000’de olağanüstü hal ilan ederek sindirmeye çalışmıştır. Eylemciler tutuklanmış, protestocular öldürülmüş ve medya sansürlenmiştir. 10 Nisan 2000’de nihayet halk kazanmıştır. Aguas del Tunari ve Bechtel, Bolivya’yı terk etmiş, hükümet su özelleştirmesi ve yönetmeliğini yürürlükten kaldırmak zorunda bırakılmıştır. Su şirketi SEMAPA -borçlarıyla birlikte- işçiler ve halk tarafından devralınmıştır.”(3)

Hindistan, “Krishna havzasındaki Malaprabha sulama projesindeki yer altı suyu istilası çiftçi ayaklanmalarına neden oldu. Mart 1980’de çiftçiler, vergi ödenmesini durdurmak üzere Malaprabha Ittihsyit Bölgesi Çiftçiler Koordinasyonu Komitesi oluşturuldu. Buna misilleme olarak hükümet yetkilileri çiftçi çocuklarının okullara kaydedilmeleri için gerekli olan sertifikaları hazırlamayı reddettiler. 19 Haziran 1980’de çiftçiler bir yerel yöneticinin ofisinin önünde açlık grevine başladı. 30 Haziran’da 10 bin çiftçi destek için geldi. Yöneticilerden yanıt gelmeyince çiftçiler blokaj eylemi düzenledi. Ancak Navalgun’da yaklaşık 6 bin çiftçinin traktörlerine hasar verildi; yürüyüş taşa tutuldu. Aynı gün çiftçiler sulama dairesine sızarak 1 kamyon ve 15 jipi ateşe verdiler. Polis ateş açarak bir çocuğu öldürdü. Protestolar hızla Ghataprabha, Tungabhadra ve Karnataka’ya yayıldı. Binlerce çiftçi tutuklandı ve 40 tanesi öldürüldü. Sonunda, su vergilerini ve iyileştirme vergisini askıya alan bir emir yayınlandı”.(4)

Fransız su tekelelrinden en büyük ikisi Lyonnaise des Eaux ve Compagnie Generale des Eaux; yine en büyük su tekellerinden Thomes Water ve Northwes Water; ve de İspanyol devlet tekeli Canal Isabel II Arjantin’de Dünya Bankası tarafından finanse edilen bir su özelleştirmesi projesi için konsorsiyum oluşturdular.

Bir taraftan su kaynakları üzerinde kıyasıya, küresel çapta hegemonya savaşları sürerken; diğer taraftan da Arjantin, Bolivya, Gana, Nikaragua, Filipinler ve Güney Afrika gibi ülkelerde olduğu gibi büyük toplumsal muhalefet hareketleri de doğmaktadır. Ezilenler ile ezenler arasında su savaşları çoktan başlamıştır.

Henüz Türkiye’de Antalya Belediyesi Su İşletmeciliği, İzmit Yuvacık Barajı İşletmeciliği gibi yerlerde emperyalist tekeller yeni yeni imtiyazlar elde etmeye başlamışlarsa da Çeşme-Alaçatı ve Bursa Su İşletmeciliği gibi yeni imtiyazlar peşinde koşan tekellerin kısa sürede su kaynaklarını mülkiyetlerine geçireceklerini öngörebiliriz. Zaten su şişeleme ve dolum işletmeciliğinin özel sektörün egemenliğinde olmasının yanı sıra, DSİ ve belediye su ve kanalizasyon sisteminin özelleştirmelerinin önünün açılmış olması, Berke barajı gibi özel baraj işletmeciliğinin teşvik edilmesi, özelleştirmelere değil de Danıştay’ın 10 ton suyu halka bedava veren İzmir Dikili Belediyesi’ne dava açması gibi göstergeler bize Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da su talebi ekseninde toplumsal hareketin artacağını göstermektedir. Hali hazırda Kuzey Kürdistan’ın su kaynakları üzerindeki sömürgeci yaklaşıma karşı tavır almak en azından tutarlı demokratlığın gereği olarak işçi sınıfı ve ezilenlerin önünde bir görev olarak duruyor. Ve tabii ki İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, İzmit gibi metropollerde ezilenlerin sağlıklı içilebilir-kullanılabilir su taleplerinin karşılanması ve suyun bir insan hakkı olarak kabul edip, en azından belli bir oranının evsel kullanıma ücretsiz temin edilmesi talebi de, işçi sınıfı ve ezilenlerin önünde bir mücadele konusu olarak duruyor.

Biliyoruz ki, bunalım dönemlerinde yaşanan ekonomik tıkanma ve durgunlukta dolaşım aracı, para, dolaşıma engel hale gelir; bütün meta üretimi ve dolaşımı yasaları alt üst olur. Ekonomi tarihindeki devrevi aşırı üretim krizleri de bize yol gösterir ki; Fourier’in dediği gibi: “bolluk, kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir.” Çünkü bolluk üretim ve geçim araçlarının sermaye durumuna dönüşümünü engeller. Kapitalizmde üretim ve geçim araçları sermaye niteliğini kazanmak durumunda olduğu için kapitalizm bolluğu yönetmeye yeteneksizdir, ki bundan krize girer. Bolluğu çöpleştirirken serbest rekabeti kenara kaldırır. Engels’in ifadesi ile: “Tröstlerde serbest rekabet tekel durumuna dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker. İlk anda, kuşkusuz, kapitalistler yararına. Ama burada, sömürü öyle elle tutulur bir duruma gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretme, bütünün küçük bir kupon biriktiricileri tarafından bu derece utanmazca sömürülmesine katlanacak bir halk yoktur.”(5)

Yoktur çünkü: “Kapitalistlerin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin geliri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur.”(6) Onların bu etkinlikleri milyonların kanıyla oynanan bir kumar oyunudur.

Şüphesiz ki, yeni oyun sahalarından biri de su olmuştur. Ve para su dolaşımının yapılmasının önünde engel haline gelmektedir. Kapitalizm su bolluğunu da yönetmeye yeteneksizdir. Suyun planlanması bugün tekeller yararına yapılmaktadır. Ekonomilerin malileşmesiyle, tüm toplumsal alanlarda tekellerin sömürü derecelerini tarif edebilecek bir utanma sınırının kalmadığı ayan beyan ortaya çıkmıştır. Kapitalistlerin kendi ayaklarını da kaydırarak onları gereksiz nüfus haline getiren kapitalist üretim biçiminin yerine, sosyalist üretimin geçmesinin tarihsel olanakları her zamankinden fazla olduğu ortadadır. İşte bu yüzden deriz ki: biz suya dokundukça, suyu ısınan kapitalizmdir!

Dipnotlar

1- Dursun Yıldız, Küreselleşme ve Su Kaynakları, Cumhuriyet Gazetesi, 14 Ağustos 2007.

2- Serpil Yıldız, Su Fakirliği Kapımızda mı?, Bilim ve Teknik, s. 489, Ağustos 2008.

3-Vandana Shiva, Su Savaşları, Aram Yay., s. 122-123.

4- Age, s. 130-131.

5- F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., s. 439.

6- Age.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi