Rejim krizi burjuva düzen güçleri cephesinde iç mücadeleyi yeni düzeylere taşıdı. Türban, AKP'nin kapatılması ve Ergenekon davaları, bunun yığınlar önünde cereyan eden dışavurumları oldu.
AKP hükümetinin, koşulların uygun olduğunu varsayarak “laikliğe uygunluk” açısından Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) çerçevesinden taşma girişimi, Anayasa Mahkemesi'nin üniversitede türban yasağı kararıyla bastırılmakla kalmadı. Yüzde 47'lik oy desteğine sahip AKP, seçimlerden yalnızca 8 ay sonra kapatılma davasıyla yüz yüze getirilerek cezalandırıldı.
Büyük bir hızla tamamlanan dava, AKP'nin “laikliğe karşı eylemlerin odağı” haline geldiği gerekçesiyle, hazine yardımından yüzde elli oranında mahrum bırakılmasıyla sonlandı. Mevcut siyasal-toplumsal koşullarda AKP'nin kapatılması, hem politik hem de mali-iktisadi açıdan doğabilecek sorunlar nedeniyle göze alınamadı. Buna karşın, boynuna “laikliğe karşı işlediği suçlar nedeniyle cezalandırılmıştır” yaftası asıldı. On bir üyeden onunun bu doğrultuda oy kullanması, yine kapatılma talebinin yalnızca bir oyla engellenmiş oluşu, mahkeme başkanı Haşim Kılıç tarafından, “Bu partiye çok ciddi bir ihtar” ifadesiyle anlamlandırıldı. Bu, durumun gerçeğe uygun bir tarifiydi.
Gerekçeleri, perspektifleri birebir aynı olmasa da, sonuçta AB ve ABD'nin duruşmadan kısa bir süre önce yoğunlaşan “kapatmayın” baskısının karar üzerinde belirli bir etkide bulunduğu kuşku götürmez.
Asıl etken ise; yine farklı nedenler ve hedeflerle de olsa sermaye oligarşisi ve generaller partisinin günümüz koşullarında AKP'nin kapatılmasını uygun görmemeleridir.
TÜSİAD, “yeni Anayasa” vaadini ve hazırlıklarım bir yana bırakan, bu konuda biçimsel de olsa konsensüsü zorlamayan AKP'ye öfkelidir. Keza tıpkı AB gibi TÜSİAD da, türban konusunun “demokratikleşme”den, “bireysel hak ve özgürlüklerin genişlemesi”nden tecrit biçimde gündemleştirilmesini yanlış bulmaktadır. Buna karşın aynı TÜSİAD, AKP'ye kapatılma davası açılmasını “AB rotası” bakımından çok daha tehlikeli bir problem saymakta, kapatmanın ciddi bir politik fatura çıkarabileceği korkusu duymaktaydı.
Generaller partisi için ise önemli olan, AKP’nin MGSB'yle çerçeveli laiklik sınırlan konusunda çizmeyi aşmaması, görevini politik İslamcı olmayan hükümetler gibi yürütmesi, ulusal harekete karşı açılan yeni savaş döneminin gereklerini yerine getirmeyi sindirmesiydi. Bu zemin üzerinde “sınır ötesi harekât tezkeresi” ve bizzat Erdoğan'ın “tek”çi vurguları, DTP temsilcileriyle görüşmeyi, hatta tokalaşmayı reddetmesi etrafında sağlanan konsensüsün devam ettirilmesiydi. AKP bu çerçeveye bağlı kalmayıp, Güney'e kara saldırısı sürecini bir fırsat haline getirerek MHP desteğiyle türbanı üniversitede serbest bırakacak Anayasa değişikliğine gidince, kapatma davası biçimindeki muhtırayla karşılaştı. AKP kapatılmamış olsa bile, türban yasağı ve “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olduğu kararı, generaller partisinin süreci yönetmek bakımından ihtiyaçlarını karşılamaya uygundur.
Generaller partisinin kararı yeterli saymasına yol açan temel etken, bugün rejim krizinin en güçlü ve yıkıcı döneminde, ulusal demokratik savaşım karşısında AKP'ye duyduğu ihtiyaçtır. Ulusal mücadeleye karşı başlatılan yeni savaş döneminde, Erdoğan'da cisimleşen AKP, iki nedenle çok elverişlidir. Birincisi; “sınır ötesi harekât tezkeresi” çıkarmış, ABD desteğinin alınışında pay sahibi, DTP yöneticileriyle görüşmeyi reddeden, “terörle ekonomik-sosyal mücadele” kapsamında, “yatırım paketleri” hazırlayan, “tek”çi vurgularım güçlendirerek sürdüren Erdoğan şahsında AKP, sürecin ihtiyaçlarına uygundur. İkincisi; generaller partisinin çok önemsediği, DTP'nin elindeki belediyelerin alınması için biricik alternatiftir. Yanı sıra generaller partisinin doğabilecek bir mali-iktisadi krizin sorumluluğunu taşımak istememesi de buna eklenmelidir. İşte bu nedenlerle generaller partisi, türban hamlesinin akamete uğratılması, kapatma davası ve AKP'nin “laikliğe karşı eylemlerin odağı” haline geldiği karan biçimindeki engellemeleri ve uyarılan yeterli kabul etti.
AKP'nin kapatma dışındaki bir cezayla hırpalanması, sınırlanması, tehdit altında tutulması kararı ve bunun generaller partisinin güncel eğilimini yansıtıyor oluşu, MGSB bloğunda yeni bir çatlak yarattı. Kapatma kararını arzulayan CHP'nin, generaller partisinin AKP'yle, içeriğinden şüphe duyulacak bir uzlaşmaya gittiği korkusu bunun ifadelerinden biri oldu.
Sonuç olarak üniversitelerde türbanın serbest bırakılması için Anayasa değişikliğiyle ateşlenip, AKP'nin kapatılması davasıyla tırmanan güncel politik kriz, generaller partisinin içinden geçilen dönemdeki ihtiyaçlarını cevaplayan kararla yatıştırılmıştır. Krize yol açan sorunlar ve onları gündemleştiren, politik İslamcı siyasal ve toplumsal güçler ise yerli yerindedir. Şimdi bazı bakımlardan bir adım geri çekilecek olsalar bile, yeni koşulları ve muharebeleri kollayacakları kesindir.
Sürecin önemli politik gelişmeleri içinde yer alan Ergenekon tutuklamaları da egemen sınıf ve güçler cephesinde iç mücadelenin ulaştığı boyutların ve alabileceği biçimlerin yeni bir örneği oldu.
Tolon ve Eruygur'la sonlanan tutuklamalar ve iddianame, hem burjuva cephede hem de işçi sınıfı ve ezilenler cephesinde değişik yankılar buldu. Farklı değerlendirme ve pratik tutumlara yol açtı.
Burjuva cephe açısından bakıldığında, “kızıl elma” koalisyonundan başlayıp Tolon ve Eruygur'a varan tutuklamaların, AKP ile generaller partisinin anlaştığı bir zemin ve çerçeveye oturtulduğu, TÜSİAD'ın gelişmeleri sessizce desteklediği görülüyor. ABD ve AB'nin durumdan memnun olduğuna şüphe yok.
Kimi ikinci cumhuriyetçilerin, burjuva solundan liberallerin ve politik İslamcı medyanın tezlerine inanılacak olursa, Ergenekon davası, soğuk savaş yıllarında NATO üyesi devletlerde ABD eliyle kurulan kontrgerillanın (burjuva cephenin tercih ettiği deyimle “derin devlet”in) tasfiyesi için bir “demokrasi” hamlesidir. “Demokrasi bayramı” yakındır. Artık saflaşma demokrasiden yana olanlar-olmayanlar biçimini almıştır. Herkes safını seçmelidir!
“Kızıl elma” koalisyonundan ADD'ye varan ittifakın sözcüleri ve yandaşları ise meselenin AKP'nin ABD desteğiyle kendi “derin devletini kurmasından ibaret olduğunu; ABD'ye ve AB'ye direnenlerin, AKP'ye karşı etkin biçimde mücadele edenlerin saldırıya uğradığını, dolayısıyla “laik” ve “ulusal bağımsızlıkçı” herkesin Ergenekon davasının karşısına dikilmesi çağrısında bulundular!
Kontrgerillanın Tasfiye Edildiği Yalanı
Peki, gerçek nedir?
İlk ve en önemli gerçek, Ergenekon davasıyla kontrgerillanın tasfiye edildiği veya bu yönde çok önemli bir adım atıldığı iddiasının zehirli bir yalandan ibaret olduğudur. 1952'de ABD'nin direktifi ve dönemin hükümetinin özel bir kararnamesiyle “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla kurulan, 1964'te “Özel Harp Dairesi” ismini alarak, “Yardım İçin Ortak ABD Askeri Kurulu (JUSMAT)” ile aynı binada iç içe faaliyet yürüten; geçtiğimiz yıllarda ise “Özel Harp Dairesi” adının iyi bir imaj yaratmadığı gerekçesiyle işlerini “Özel Kuvvetler Komutanlığı” ismiyle sürdürmesi uygun görülen kontrgerilla örgütlenmesi yerli yerinde durmaktadır.
Bu halk düşmanı örgütlenme, işçi sınıfı ve ezilenlerin, demokratik ve devrimci mücadelenin gelişimine paralel biçimde eğitilmiş, yaygınlaştırılmış, daha büyük yetkilerle donatılmış, faşist 12 Mart darbesiyle birlikte rejimin en önemli kuramlarından biri haline gelmiştir. Söz konusu olan, 6-7 Eylül'den Ziverbey işkencehanesine, 70'li yıllardaki sayısız cinayet ve kitle kıyımından 12 Eylül cuntası dönemindeki kanlı işlevine, 90'h yılların dizginsiz provokasyonlarından ve katliamlarından günümüzde Şemdinli'ye değin boy göstermiş, generallerin kontrolünde ordudan polise, MİT'ten burjuva partilere, sivil yüksek bürokrasiden patron örgütlerine, üniversitelerden çeşitli devlet kuramlarına, burjuva medyadan mahalle ve köylere dek teşkilatlı, yalana dayanan faşist psikolojik savaş makinası olarak çalışan, milyonlarca işçiyi, emekçiyi, köylüyü, aydını, öğrenciyi, sanatçıyı fişlemiş, MGSB'nin oluşturulmasında ve bağlı politikaların uygulanmasında söz ve irade sahibi, özel-açıklanmayan bütçesi bulunan, karşı devrimci bir iç savaş merkezi ve aygıtıdır. Faşist rejim egemenliğini korurken, onun organik bir parçası veya önemli unsurlardan birinin, hele de Kürt ulusal demokratik mücadelesi güçlü tarzda yürütülürken tasfiye edilmesini beklemek ham hayalden öte iflah olmaz bir politik körlük sayılmalıdır.
O nedenle de, ortada ne “demokrasi kahramanı” bir AKP, ne de bu hamlesinde onun elini tutmayan veya tutamayan bir generaller partisi mevcuttur. “Demokrasi bayramı”na giden yolun AKP'nin yanında saf tutmaktan geçtiğini söyleyen şarlatanların illüzyonistlikleri bu gerçeğin yanında çocuk oyuncağı kalır.
Ergenekoncuların Niteliği
Peki, Ergenekon davası kapsamında tutuklamalar, sözcülerinin iddia ettikleri gibi, ABD ve AB'ye direnen, AKP'yle ABD işbirlikçisi ve şeriatçı olduğu için mücadele eden ulusal bağımsızlıkçılar, vatanseverler midir? Onların çeşitli katliam ve provokasyonlardan sorumlu tutulmaları iftiradan mı ibarettir?
Bütün bunların da iğrenç bir yalan olduğu ortadadır. Uzun yıllar burjuva ordusunda ve kontrgerillada, ABD'nin, NATO'nun ve işbirlikçi sermayenin hizmetinde çalışmış, elleri halklarımızın kanma bulaşmış, işkencelerden gözaltında kayıplara, yargısız infazlardan katliamlara değin bir dizi insanlık suçu işlemiş kişilerin de arasında bulunduğu Ergenekon, şovenistlerin, ırkçı-faşistlerin geniş bir koalisyonudur. Bugün bunları birbirine bağlayan halka, Kürt halkımızın ulusal taleplerine, ezilen ulusal toplulukların demokratik haklarına karşı düşmanlıklarıdır. Laiklik ve öteki unsurlar bu ana halkaya tabidir. ABD'yle sorunları, bu emperyalist devletin 90'lar sonrası oluşan yeni bölgesel koşullarda, faşist rejimin “Kürt yoktur” politikasına şartsız destek sunmaktan vazgeçmesidir. Keza AB'yle meseleleri de, onun “bireysel hak ve özgürlükler” adına “bölücülüğe” çanak tuttuğu savıdır. En suni ifadeyle ABD'nin ve AB'nin alttan alta PKK'yi destekledikleri ve yeni bir Sevr için çalıştıkları paranoyasıdır.
Zerrece antiemperyalist, zerrece halkçı, zerrece demokratik bir niteliğe sahip olmayan Ergenekon şürekâsıyla karşımıza çıkan gerçek; Kürt halkımızın inkârı ve tüm ulusal demokratik hak taleplerinin zorbalıkla bastırılmasından başlayarak, işçi sınıfı ve ezilenlere burjuva-faşist düşmanlıktır. Bunlar politik İslamcıların anayasa değiştirecek bir çoğunluğa dayalı olarak ve kimi iktidar mevzileri edinmelerine olanak verecek biçimde tek başlarına hükümet etmelerinin de koşulsuz muhalifleridir. Özünde tüm bu konularda MGSB hattında durmalarına karşın, generaller partisiyle karşı karşıya gelmelerinin nedeni, iç ve uluslararası politikalarda, güncel taktiklerde farklı bir yol izlenmesini istemeleridir. Bu nedenle devleti yönetmeye talep oluyorlar. Bir Türk-Kürt savaşı biçimini alması dahil, “bölücülüğün” ve keza şeriatçılığın bastırılmasında daha sert yöntemlere başvurmayı, “Bölücülük” ve irticaya destek verdikleri ölçüde ABD ve AB'ye tavır almayı, hatta tutumları değişmezse AB’den vazgeçmeyi, ABD ile işbirliğini terk etmeyi, NATO’dan çıkmaya, enerji kaynaklarını ve Türk varlığını da dikkate alarak Avrasyacılık yoluna girmeyi, Şangay ittifakına katılma seçeneğini savunmaktadırlar. Buna karşın ABD'yle “stratejik işbirliği”, Kürt ulusu ile ulusal topluluklar için bireysel hak ve özgürlüklerin ötesine geçemeyecek bir anayasal genişlemeyle AB üyeliği, keza son sınıra gelmedikçe ulusal demokratik harekete karşı savaşın, nereye varacağı meçhul bir Türk-Kürt çatışması biçimine büründürülmemesi, AKP ve politik İslamcı güçlere karşı darbe yoluna başvurmadan önce öteki imkânları tüketme, MGSB’yi bu çerçevede uygulama çizgisinde duran generaller partisi; ordu başta olmak üzere militarist devlet kurulularında, yüksek bürokraside ve yargıda gelişmeye çalışan, “Türk-Kürt”, “laik-İslamcı” saflaştırmaları temelinde belirli bir kitle desteği yaratan Ergenekoncuların tutuklanmasının yolunu açmıştır. Bunu güncel planda gerektiren, adeta zorunlu kılan ise; Ergenekoncuların orduda yoğunlaşan çalışmaları, mevcut Genelkurmay’ı itibardan düşürmeyi amaçlayan deşifrasyonları ile Ahmet Türk, Orhan Pamuk, Sebahat Tuncel, Osman Baydemir gibi değişik açılardan simgesel kimlik kazanmış şahsiyetlere karşı, rejimi içte ve uluslararası alanda güç duruma düşürecek suikastlara hazırlanmalarıdır. AKP açısındansa sorun yeterince açıktır: O, 2003'ten itibaren hükümeti darbe yoluyla devirmek için çalışmış emekli orgeneraller ile yüksek düzeyde subayların aralarında bulunduğu ve bugün ikinci AKP hükümetini devirmeye çalışan bir koalisyonla hesaplaşmaya, kendini savunmaya çalışıyor.
Operasyonun Kapsamı Ve Sınırları
Bütün bunlardan sonra yeniden vurgulamalıyız ki: Demir parmaklıklar arasına gönderilen en bilinen ismiyle “Özel Harp Dairesi” değil, rejim krizinden gerici iç savaşa götürecek bir strateji ve yeni uluslararası “ittifaklar” yoluyla çıkma düşüncesinin bir araya getirdiği şoven, ırkçı, faşist bir koalisyondur. Karşımızda duran bir “demokratikleşme” hamlesi değil AKP'nin ve generaller partisinin farklı nedenlerle kendilerine karşı da faaliyetler içinde olan bir grubu etkisizleştirme hamlesidir. Ortada kurumsal bir tasfiye veya “yeniden yapılanma” değil, hasmı bertaraf etme girişimi var. (Ergenekon bünyesinde yer alanların hiç değilse bir bölümünün kontrgerillada çalışmışlığı, bazılarının yetki sahibi olmuşluğu, Özel Harp Dairesi’nin, Ergenekon’un son birkaç yıldaki kimi halk düşmanı eylemlerinden yararlanması, onunla dirsek teması içinde olması vb. bu gerçeği değiştirmez.)
Durum böyle olduğu içindir ki, Ergenekon davasında Veli Küçük’ten Levent Ersöz’e, Şener Eruygur’dan Hurşit Tolon’a omzu kalabalıkların görev dönemleri soruşturma dışıdır. Kurumsal işleyişe, kurumsal sorumluluğa dair tek bir söz yoktur. Örneğin Doğan Güreş'in, Demirel’in, Çiller'in, Menzir'in, Ağar'ın, Korkut Eken'in, Nuri Gündeş'in, Teoman Koman’ın, Osman Özbek'in, Büyükanıt’ın ve Başbuğ'un ordudan, polisten, çeşitli bakanlık müsteşarlarından, OHAL ve il valilerinden, yargı kadrolarından, burjuva vekillerden bilinen ve deşifre olmuş isimlerin kontrgerilla çarkının dönüşündeki rolleri gündeme bile getirilmemiş, halklarımıza karşı işlenmiş ağır suçların kıyısından bile geçilmemiştir. O nedenledir ki, resmi görev yürüten Şemdinli katilleri sahiplenilip korunmuş, Ergenekon emeklileri ise emeklilik dönemlerindeki bazı suçlan açısından kaderlerine terk edilmişlerdir. Ve zaten iddianame, Ergenekon’un MİT ve orduyla herhangi bir ilişkisinin bulunmadığı teziyle soruşturmanın zeminini, çerçevesini çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Rejim Krizinin Seyri Ve Olasılıklar
AKP davasından Ergenekon’a burjuva cephede meydana gelen iç mücadeleler, rejim krizi tarafından koşullanmıştır. Bu gelişmeler, bırakalım çözücü bir etken olmayı, krizin tansiyonunu düşürücü bir nitelik dahi taşımadıkları için, karşı devrim cephesinde iç mücadele yeni zeminlerde devam edecektir. Gerek TÜSİAD ve generaller partisi odaklı bloklar arasında gerekse de bu blokların içerisinde ve tek tek bileşenlerinin saflarında yeni sorunlar, gerilimler, çatışmalar kaçınılmazdır. Çünkü rejim krizi tüm şiddeti ile sürmekte, bu krize yol açan politik ve toplumsal dinamikler taleplerinin arkasında durmaya, iradelerini dayatmaya devam etmektedirler. Ulusal demokratik talepleriyle Kürt halkımız; özgürlük bayrağıyla işçi sınıfı ve ezilenler; demokratik talepleri ile Alevi hareketi ve ulusal topluluklar; laikliğin yeniden tanımlanmasını, egemen sınıf ve devlet yapısında kendisine konan sınırların genişletilmesini isteyen politik İslamcı güçler, ulusal inkâr, mezhepçi devlet ve Kemalist laiklik üzerine kurulu yapının ve faşist MGK diktatörlüğünün krizine benzin dökmeye devam etmektedirler.
Bu genel gidiş içinde, egemenler cephesindeki iç mücadele açısından gelişmenin şu özgünlükleri sergilemesi sürpriz olmayacaktır.
Anayasa Mahkemesi'nin, “Laikliğe karşı eylemlerin odağı” olduğu karan veya “çok ciddi ihtar”ından sonra AKP'nin bir iç gerilime sürüklenme olasılığı yüksektir. Bunun mahkeme kararma bağlı olarak geri adım atıp, atmamak zemininde cereyan edeceği görülmektedir. Bu nedenle de, “yeni anayasa” vaadinin ve hazırlıklarının, yerini anayasanın bazı maddelerinin konsensüs aranarak değiştirilmesi, kimi bakanların görevden alınması, türban yasası gibi girişimlerden uzak durulması, politik İslamcı taleplerin tecrit tarzda ve dolaysız bir dilde ortaya konmasından kaçınılması vb. gelişmeler önde gelen ihtimallerdir. İnkârcı-sömürgeci savaşa tam destek sunulması perçinlenecek vb. “güven artırıcı” önlemlerin ne kadar sürdürüleceği yerel seçimler sonrası dönemin özellikleri tarafından belirlenecektir.
Mevcut koşullarda AKP, siyasal geleceğini AB rotasıyla daha fazla birleştirecek, TÜSİAD'la uyuma daha büyük bir önem verecektir. O nedenle de, TÜSİAD’ın “değişim” bloğu içinde, politik İslamcı taleplerle zora sokulmadan, süreci AB rotası yönünde daha rahat yürütme imkânı güçlenmiştir. Bu, generaller partisi odaklı blokla mücadelede ona yeni olanaklar kazandıracaktır.
Generaller partisi, “çok ciddi ihtar”ın yardımıyla, Erdoğan hükümetinin, politik İslamcı olmayan öteki burjuva hükümetlerin sınırlan içinde kalmasını sağlayarak, inkârcı-sömürgeci savaşı merkezde tutan bir hatta yönelmesi olasılığı büyüktür. Başka bir ifadeyle; Kürt ulusal demokratik mücadelesinin kazandığı boyutlar ve Güney'deki mevzilere saldırı imkânları nedeniyle tehdit sıralamasında “bölücülük”le irticaya birinci sırayı paylaştırmak yerine, “bölücülüğün” birinci, irticanın ikinci sıraya yerleştirileceği bir dönem yaşanacağı öngörülebilir.
Generaller partisinin ve AKP'nin Anayasa Mahkemesi karan üzerinde durarak, böyle bir “ateşkes”i ne kadar sürdürebilecekleri, bu güçlerin iç dinamikleri kadar, örneğin Kıbrıs sorunu, Güney Kürdistan bölgesel yönetimiyle ilişkiler, Ermenistan politikası ve elbette AB rotasının ortaya çıkarabileceği kimi ihtiyaçlar gibi faktörlerden etkileneceği ise gözler önündedir.
Devrimcinin İşi Devrimi Örgütlemektir
Egemen sınıf ve güçlerin rejim krizini çözecek bir irade sergileyememeleri, düzenin tüm kumrularına yansıyan saflaşmalar ve iç mücadeleler, söz konusu kurumların uğradığı itibar kaybı, emperyalist küreselleşmenin de hızlandırıcı etkisiyle giderek ağırlaşan ve daha geniş yığınları kapsayan sefil ve onur kırıcı ekonomik ve toplumsal yaşam koşulları, aynı zamanda işçi sınıfı ve ezilenlerin özlemlerinin, taleplerinin devrimci temelde örgütlenmesinin, devrim seçeneğini güçlendirmesinin imkânlarını ortaya koyuyor.
Doğaldır ki, devrim sözcüğünü duymak bile istemeyen burjuva solundan liberallerin buna itirazı var! Onlara göre şimdi “demokrasi” için AKP'yi destekleme vaktidir. Bu uğurda Marksist lafızlara başvurmaktan, taktik ve ittifaklar sorunu üzerine akıl satmaktan bile geri durmuyorlar. Tiksinti verici bir sahtelik ve demagoji ile “imkânsız bir devrim” uğruna boş çabalan bir yana bırakıp, “somut bir demokrasi” için zayıf AKP'yi, güçlü generaller partisi karşısında desteklemenin “devrimci akim” buyruğu olduğunu, memlekette ittifak yapılacak sosyal demokratlar, Rosa'lar, Liebneckt'ler (!) bulunmadığını unutmamamızı vaaz ediyorlar! Ya Ergenekondan yanasın, ya AKP'den, başka seçenek yok diyorlar. Onların kitabında “halk” yazmıyor. Ya burjuvazi, ya burjuvazi! Sömürülenlerin ve ezilenlerin devrimcilere, sosyalistlere aşk duymadığını, onun alkışlanacak bir sezgi ve akılla “modem muhafazakârlığa” âşık olduğunu söyleyip, vazgeçin bu sevdadan diye yazanlar bile var! Ne de olsa burjuva solunun liberal vaizleri için plastik aşkın ötesi yalan!
Olguların analizinden burjuva düzenin ve faşist rejimin en ağır bunalımının göstergeleri çıksa bile, oradan devrime varamayan, yenilginin ve tasfiyeci ruh halinin tahrip ettiği, umut ve iradesini yeniden filizlendirip bileyecek koşullarda ve tarzda yaşama cesaretini yitirdiğinden beri, eskisi gibi düşünmeyen, politik enerjisi zayıf, fikirleri yalpa vuran şimdinin antifaşist “otorite”lerinin, verili duruma hücumu öne çıkarmayan tavırları da başka bir konu! Aslında onların gönlünden geçen de önce bir burjuva demokrasisi, sonra öyle bir rejim koşullarında “sosyalizm için” gayret! Burjuva solundan liberallere duydukları sahici öfkeye rağmen gerçekleri bu.
Devrimcinin işi devrimi örgütlemek, onun zaferi için ter dökmektir. Bu, koşullara bağlı bir sorun değildir. Seçilen değil, hazır bulunan şartlarda gerçekleştirilir. Kapitalist sömürüye, faşizme, emperyalizme karşı özgürlük ve sosyalizm için mücadele dünyanın hiçbir köşesinde “elverişli” koşullarda yürütülmemiştir. Ve yine politik ve toplumsal gelişmelerin hızı da aritmetik ölçümlerle, evrimci zihniyetle kavranamaz. 71 yenilgisinin ağırlığı altında ezilen beyinler ve ruhlar, 74 sonrası devrimci kitle yükselişini hayal bile edemezler. *80'li yılların Kuzey Kürdistan’ın dilsizlik ve korkusunu biricik gerçek kabul edenler veya siper alanlar '84 hamlesini, yok oluşun kıyılarından geçilerek varılan '90'ların serhildanlarını düşleyenlere aklını yitirmiş ya da kendini hayale vurmuş olarak bakarlardı! Örneğin 'çılgın' devrimciler dışında, 1993 koşullarından yola çıkarak, Gazi ayaklanmasını, üniversiteli gençliğin 4-5 Şubat başkaldırısını veya '96 1 Mayıs'ındaki devrimci görkemi kim düşleyebilir, hazırlayabilirdi? '99 sonrası şartlarda Kürt halkının bağrındaki devrimci dinamiklerin yaşadığına inancı kalmamış olanlar Şemdinli, Yüksekova ve Amed serhildanlarını, tümü birer serhildana dönüşen 2008 Newrozlarını akıllarından geçirebilir, onları ortaya çıkartmak için güçlü bir politik irade ve yüksek bir feda ruhuyla mücadele edebilirler miydi?
Bugün Türkiye cephesinde şovenizmin yarattığı ağır basınca rağmen, tek tek devrimci ve antifaşist partiler-gruplar, sürecin önünü açacak güçte bir politik rüzgâr estiremeseler de; burjuvazinin sahip olduğu araçlarla halklarımıza kendi gündemlerini tartıştırma, onun etrafında saflaşma yaratma tekelini kırabiliyor, yer yer ezilenlerin politik ve toplumsal gündemlerini dayatacak bir siyasi pratik yürütebiliyor, birleşik mücadelenin değişik düzeyleri yoluyla da “bu topraklarda devrimciler, antifaşistler var” dedirten mücadeleler geliştirebiliyorlar.
Bu gerçeklik hazır güçlerin etkin tarzda birleşik mücadeleye seferberlikleri yoluyla bize, varoşlardan okullara, işçi havzalarından meydanlara, politik ve toplumsal uyanışı hızlandıracak, mücadele olanaklarını büyütecek devrimci, anti faşist, anti şovenist seçeneğin etrafında güç biriktirmeyi sağlayacak, dolayısıyla verili koşullara hücum edip onu değiştirecek büyük bir imkânı yansıtmaktadır. Bu konuda ortak akim inşası için somut amaçları ve belirli bir takvime bağlanmış görüş alış verişlerinde bulunulması, daha büyük mücadelelere girişmek isteyen tüm devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik partilerin, grupların sorumluluğudur.
Peki, bugün böyle merkezi birliğin var edilememiş olması, sınıf mücadelesinin ve toplumsal yaşamın değişik sorunlarına birleşik mücadelenin bir yana bırakılmasının gerekçesi veya engeli olabilir mi? Elbette hayır!
İşte Ergenekon davası! Meseleyi kriminal hale getirmek, faşist rejimin kurumsal yapısını sıkı sıkıya koruma, halklarımıza karşı işlenen suçların üzerini örtme, devrimcilere karşı iğrenç faşist psikolojik savaş yürütme çerçevesine oturtulmuş iddianame referans alınmayacaktır kuşkusuz. Bütün bu konularda gerekli teşhirler yapılacaktır da. Ne var ki, dava kapsamında açığa vurulmak, deşifre edilmek zorunda kalınmış kimi belgelerden, faşist suçlardan gerçeğin bütününü aydınlatmak, sorunu karşı devrim cephesinin iç çatışması sınırlan dışına taşımak için etkin biçimde yararlanmakta tereddüt gösterilmemesi gerektiği de açıktır. Ergenekon’un Veli Küçük gibi tutukluları ve egemenler cephesindeki iç dalaşın ortaya saçtığı kimi belgeler, deşifre olan ilişkiler, açığa çıkan faşist suçlar gibi veriler, rejime “sorulmasını” sağlamanın birer imkânıdır. Ve karşımızda bulunan tablonun Susurluk'tan geri kalır hiçbir yanı yoktur. Tersine kimi mekanizmaların ve suçların deşifrasyonunda onu misliyle aşan özelliklere sahiptir. Susurluk'ta kamyonla otomobilin, Ergenekonda ise AKP ile onu devirmek isteyenlerin çarpışmış oluşu meselenin özünde hiçbir şey değiştirmez.
Burjuvazinin, egemen güçlerin tüm kesimleri, iddianamenin yanında, karşısında veya kısmen yanında, kısmen karşısında durarak sorunu toplumun bir numaralı gündemi haline getirmişken, bu temelde siyasi ve ideolojik etki mücadelesi yürütürken, burjuva medya tüm bunları her gün yeniden ve yeniden üretirken, devrimci, antifaşist ve ulusal demokratik partilerin, grupların durumu izlemekle, yorumlamakla, gelişmelerin egemenlerin iç dalaşı olduğunu söyleyip yazmakla yetinmesi, politik akim, politik iradenin kendini zincire vurmasından daha başka bir anlama gelir mi?
Ergenekon davasının yarattığı nesnel olanaklara dayanarak gelişmelerin yönünü, burjuvazinin, AKP'nin, generaller partisinin arzuladıklarından başka bir tarafa çevirmek, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı işlenmiş suçları, rejimin faşist karakterini, Özel Harp Dairesi veya kontrgerillanın devletin kurumsal yapı ve işleyicinin en önemli parçalarından biri olduğunu, faşist devlet terörünü, halklarımıza söylenmiş faşist yalanlan gözler önüne sermek için siyasal pratiğe atılmak günün en önemli siyasi görevlerinden biri değil midir?
Bu konuda duraksamak, güçlü bir siyasi kampanya için gerek özgüçleriyle hemen harekete geçmemek, gerekse de devrimci, antifaşist, ulusal demokratik partilerin, grupların, ilerici sendika ve meslek odalarının bileşeni olacağı bir platform oluşturularak daha etkili ve somut ürünler yaratacak bir kampanya yürütülmesi çabasına girmemek herhangi bir gerekçeyle izah edilebilir, mazur gösterilebilir mi?
Hiç kuşku yok ki, “üçüncü cephe”, “üçüncü taraf” kavramları apolitik ilgisizliği örten bir lafazanlığa dönüştürülmek, güncel politik görevlerden kaçışın bahanesi haline getirilmek istenmiyorsa, görüş beyanların ötesine geçmek ve sokağa çıkmak, bugün hiç değilse varoşlardan ve meydanlardan ses vermek gerekiyor. Eğer sesi duyulmuyorsa, “üçüncü cephe”nin kimseyi korkutmayan bir hayaletten öte ne kıymeti olabilir?