Faşist rejimin içinde debelendiği krizin derinliğini ve karmaşıklığını resmeden Cumhurbaşkanlığı krizinin ardından, hükümetin kararlaştırdığı erken seçimler, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılacak.
Burjuva cephede iki temel kamplaşmadan söz edebiliriz. Birinci kutupta; merkezinde ordunun yer aldığı CHP, MHP, BBP, İP, kuvva-i milliyeci gibi sıfatlar altında toplanan dünden bugüne uzanan bürokratik, mali, sınai, yayılmacı ayrıcalıklarını korumak için saldırgan bir pozisyon alan, faşist gerici, statükocu kuvvetler yer almakta. Bunların asıl amacı; ayrıcalıklarını sağlama bağlamak, devletin faşist bürokratik yapısını muhafaza etmektir. Bu nedenle de AB karşıtlığı, Kürt sorununda inkar ve şiddet politikası, her türlü demokratik haklara, özgürlük taleplerine açık bir saldırganlık çizgisi izliyorlar. Çankaya'nın yarı-askeri bir kurum olarak kalmasını, rejim üzerinde ordunun bir kontrol aygıtı olarak gördüğü işlevin sürmesini istiyor, bu konuda var güçleriyle direniyorlar. Bu çizgi, AKP'ye karşı “şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor” umacısını ileri sürerek laik kesimleri, laik yaşam tarzını benimseyen geniş halk yığınlarını kendisine yedeklemeye çalışıyor. Laik-İslamcı eksende kutuplaşmayı, kamplaşmayı derinleştirmek istiyor. 14 Nisan Tandoğan, 29 Nisan Çağlayan mitingleriyle bu yönde belli bir başarı da sağladı.
İkinci kutupta; AKP ve TÜSİAD'ın başını çektiği, “düz ovada siyaset” sloganıyla Kürt sorununda ABD'ci çözüm peşinde koşan, eski kontrgerillacı, Susurlukçu Ağar'ın başında bulunduğu DYP'nin de yedeklendiği kuvvetler yer alıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki boykot tutumlarının ve DYP ve ANAP birleşmesinin ardından oluşan DP’nin, bu pozisyonu esasta korumakla birlikte, egemenlerin iki kesimine de oynadığı, dengede durmaya çalıştığı görülüyor.
Bu kesim, uluslararası sermayenin dolaşımı ve sömürüsünün önündeki tüm engellerin, yasal, bürokratik ayak bağlarının ortadan kaldırılmasını, AB'ye giriş için yasaların, siyasi düzenlemelerin tamamlanmasını isteyen, bunun için Kıbrıs'ta AB planına evet diyen, Kürt sorununda “Anayasal vatandaşlık”ta ortaklaşan, 12 Eylül Anayasası'nın kısmi değişimini öngören, TÜSİAD'ın “Demokratikleşme perspektifleri paketi” çerçevesinde bir stratejiye bağlanmış, emperyalizme “tam entegrasyon” kampıdır. Bu kampta kısmi, biçimsel demokratik açılımların arkasına sığınarak ordu cephesine fırsat buldukça atışlar yapan, ordunun siyasi, idari ve iktisadi alandaki ayrıcalıklarını, hakimiyetini sınırlamak, orduyu, siyasi yönetim, egemenlik alanlarından uzaklaştırmak isteyen, kendilerini daha çok “değişim”ci diye adlandıran, liberal-muhafazakar tekelci sermaye kampı bulunuyor. Bu kamp da demokrasiden, özgürlüklerden bahsediyor olsa bile gericidir, sömürücüdür, özgürlüklerin elde edilmesinin önündeki engellerden biridir. Halk düşmanıdır.
AKP Hükümeti ve ordu kanadı-partisi, ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarına bağlanmak ve bu konuda “aktif’ bir politika izlenmesinden yanadırlar. Halklarımızı, Ortadoğu'da giderek genişleme eğilimi taşıyan işgal, saldırganlık ve emperyalist savaş zincirine bağlamakta, Ortadoğu'da yanan ateşin içine atmakta hemfikirler. Emperyalizme kölece bağlılık, uşaklık çizgisi; özgürlük ve halk düşmanlığı her iki cephenin de ortak özelliğidir. Hiçbir konuda anlaşamazken, DTP’li bağımsız adayların seçimini zorlaştıracak tasarıyı, oybirliğiyle kabul etmeleri bunun bir kanıtıdır. Bu iki cephe, IMF’nin, AB’nin, neoliberal saldırı programının uygulanması, sosyal hakların gasp edilmesinde de ortaktırlar. Onları ayrıştıran temel faktör, özgün gerici çıkarları ve ayrıcalıklarıdır. Bu çıkarlarını, koruma güçlendirme, teminat altına alma kaygısı taşıyorlar.
Sermaye cephesinin iki kanadı, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve generaller cephesi bu seçimlerden ne bekliyorlar?
Sermaye cephesinin her iki kanadı da MGK diktatörlüğünün ve emperyalizme bağımlı sömürücü kapitalist düzenin kitle desteğini devam ettirmek, ezilen milyonların rızasını yenilemek istiyor. Buna karşın aralarında devlete hakim olma, devleti yönetme ayrıcalıklarını koruma konusundaki hegemonya mücadelesi, seçimlerden beklentilere dair burjuva cepheyi iki kampa bölmüştür.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi (TÜSİAD) kanadı, AKP etrafında siyasi rızayı yenilemek, tazelemek istiyor. 2002 seçimlerinde TÜSİAD/sermaye, AKP atına bindi. Bu at yoruldu, yıprandı. 27 Nisan muhtırasıyla bir politik krizin odağına oturdu. AB süreci tavsadı. TÜSİAD, hükümet istikrarını korumak ve bir süredir “garda bekleyen” AB sürecini canlandırarak rayına oturtmak ve hızlandırmak istiyor!
AKP'nin ise, kendi payına, “mazlum” rolünü oynayarak kitlelerden daha büyük bir oy toplamayı, bu maskeyi takarak, emperyalizmin ve işbirlikçi sermayenin hizmetinde geçirdiği 4 yılı halka unutturmaya çalışacağı görülüyor. Generallerin muhtırasının ve Baykal'ın darbe şakşakçısı faşizan tehdit konuşmalarının, tarihte başka örneklerde de görüldüğü gibi, AKP'yi sandıkta zayıflatmak bir yana daha da güçlendireceği öngörülebilir.
Cumhurbaşkanlığı makamına oturması muhtıra zoruyla engellenmiş AKP'nin hem seçimlerden daha güçlü çıkarak, hem de Cumhurbaşkanı seçimlerini de sandığa taşıyarak Çankaya konusundaki hamlesini sürdüreceği görülüyor.
Generaller cephesi ise, faşist programı güdecek (muhtemelen CHP-MHP) bir koalisyon hükümeti kurma olasılığına oynuyor. Kürt sorununda, siyasal islama yaklaşımda, Kıbrıs sorununda hükümetle ordu arasındaki çatlağı bu yoldan aşmayı hedefliyor. Burada, CHP'yle MHP'nin tam bir blok halinde hareket ettiğinin ve CHP'ye verilecek her oyun fiilen MHP'ye gideceğinin kitlelere anlatılması, özellikle demokrat kitleler bakımından seçim ajitasyonunun önemli bir yönünü oluşturmaktadır.
Generallerin 27 Nisan muhtırasında yapılan “Ne mutlu Türk'üm demeyen düşmandır” vurgusu, Kürt halkına bir savaş ilanı olduğu gibi, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik savaşı itirazsız ve generallerin istediği gibi sürdürecek bir hükümet talebinin de ifadesiydi.
Bunun dışında her iki cephe içerisinde yer almayan, her iki cepheye karşı olan, antiemperyalist mücadeleyi, halkların kardeşliğini, Kürt sorunu ve demokratik halkçı çözüm ve açılımları, adil barışı savunan ilerici, antifaşist partiler ve çevrelerle, devrimci parti ve komünistlerin pratikte yan yana durduğu anti şovenist, anti militarist cephe. Bu kesimde yer alan kuvvetler henüz tam şekillenmemiş de olsa, giderek şekillenme ihtiyaç ve arayışı içinde bulunuyor.
2007 Seçimleri, Hedefler Ve Görevler
Cumhurbaşkanlığı krizinin ürünü olan baskın genel seçimler, egemen sınıfların iki kanadının kıyasıya iktidar dalaşına sahne olacak. Burada burjuvazinin iki eğiliminin kitlelerin rızasını almaya, onları kendi bayrakları altında saflaştırmaya yöneleceği açıkça görülüyor.
Amerikancı faşist generaller, sahte “bağımsızlık” ve “laiklik” sloganları etrafında, “Cumhuriyet” mitinglerinde harekete geçirdikleri kitleye dayanarak geniş yığınları CHP, MHP, kısmen de ANAP-DYP bloğu ekseninde saflaştırmaya çalışıyor. DYP-ANAP birleşik kuvveti (DP), aynı zamanda TÜSİAD'ın da seçim hesaplarında yer bulmaya çalışsa da, sermaye oligarşisinin politikasını temsil eden parti yine temel olarak AKP'dir. Bu cenah da kitleleri sahte “demokrasi” sloganı altında saflaştırmaya çalışıyor.
Karşıdevrimci burjuva kanatların kıyasıya dalaşında kitleleri cepheleştirme yönelimlerine karşı, güncel hedef üçüncü bir cepheyi örmektir. İşçi sınıfını, emekçileri ve tüm ezilenleri toplumsal ve siyasi gericiliğe, şovenizme ve militarizme, emperyalist işgal ve talana, işsizliğe ve yoksulluğa karşı özgürlük, demokrasi ve adil bir barış, özgür ve onurlu bir yaşam için üçüncü bir taraf olarak cepheleştirmektir.
Bugün bu cepheleşmenin somut biçimi, bir “Bağımsız Adaylar Bloku” olabilir. Birçok parti, akım ve çevrenin egemenlerin iki kanadının dışında bir cepheleşmeyi örme istek ve niyetini beyan etmesi de anlamlı bir veri olarak kaydedilmelidir.
MGK diktatörlüğünün, laik-İslamcı, Alevi-Sünni, Türk-Kürt cepheleşmesi ve çatışması ekseninde geliştirmeye çalıştığı, ordu kanadının iç savaş örgütlenmelerinin bu konuda göze çarpan somut hazırlıkları ve darbe tartışmaları nedeniyle de ertelenemez bir görevdir, cepheleştirme politik yönelimi. Faşist diktatörlüğün bu planlarını bozma ancak güçlü bir birliktelik, ittifak veya bloklaşma adımlarıyla olanaklıdır. Halkların kardeşliği ekseninde şovenizme karşı mücadele eden güçleri dikmek bu seçim politik çalışmasının üzerinden atlayıp geçemeyeceği bir sorundur. Yığınların arayış, beklenti ve kardeşleşme umuduna yanıt vermeyen bir seçim mücadelesi başarılı sayılamaz.
Ezilenler cephesini örmenin yolu; anti-şovenist, anti-militarist, anti-faşist güçlerin seçimlere blok halinde girmesi, ortak adaylar etrafında üçüncü cephenin şekillendirilmesidir. Burada, tırmanan faşist baskı dalgası koşullarında gerçekleştirilmiş olan Hrant Dink cenazesi, 13 Nisan Beşiktaş Buluşması ve 1 Mayıs Taksim zaferi gibi birleşik çıkışların yarattığı zemin önemsenmelidir.
MGK Diktatörlüğü Altında Parlamentonun Yeri Ve Rolü
Kapitalizm koşulları altında burjuva parlamento, demokrasinin varlığının temel ölçütü olarak lanse edilir. Eğer az çok işleyen bir parlamento varsa kapitalist demokrasinin erdemlerinin sayılıp dökülmesinden geçilmez. Kapitalizm koşulları altında, hele bizim gibi faşist MGK diktatörlüğü koşulları altında parlamento ne demokratiktir, ne de demokrasinin başlıca araçlarından biridir. Tam tersine, burjuva kapitalist sistemde burjuvazinin politik hegemonyasını yansıtan bir araçtır. Demokrasinin varlığının ve işleyişinin bir göstergesi olarak 4 ya da 5 yılda bir yapılan seçimler gösterilir. Ve bu bir ölçü olarak kabul edilir. Hâlbuki durum bunun tam tersidir. Seçimler, ne halkın yönetime katılması, ne de politik özgürlüğünün engelsiz varlığı anlamına gelir.
Burjuva demokrasisi, prensip olarak çoğunluk yönetimi demektir. Parlamento, çoğunluk iradesinin mabedi olarak kabul edilir. Partiler, seçimler, propaganda-ajitasyon özgürlüğü bu işin kolları, uzantılarıdır. Her şeyin parlamentoda kararlaştırıldığı, parlamentonun “halk iradesi”ni yansıttığı, parlamentonun bu nedenle devlet kurumlarının üstünde olduğu vb. propaganda edilir. Buna karşılık en gelişmiş, en has ve en ileri burjuva demokrasisinde bile kararlar parlamentoda değil, otel lobilerinde, Genelkurmay'da, şirketlerin toplantı salonlarında, kulislerde alınır... Alınan kararlar parlamentoda onaylanır, bütün halkın çıkarına olarak gösterilir. Üzerinde yürütülen tartışmaların bıktırıcı laf kalabalığı arasında alınan kararların kimin, hangi sermaye grubunun çıkarına olduğu gizlenir. Böyle olduğu içindir ki, burjuva demokrasisi biçimsel ve iki yüzlüdür.
Türkiye özelinde ise Anayasa ile parlamentonun yetkileri sınırlandırılmış, MGK parlamentonun üzerinde bir kurum olarak kurumlaştırılmıştır. Cumhurbaşkanlığı ise, rejimin bir tür sigortası olarak, hem generallerin politikaya müdahalesinin bir aracı, hem de devletin temel kadrolarını atayan ya da bu atamaları onaylayan bir işleve sahiptir. MGK'da tartışılmayan, onaylanmayan yasa ve kararlar parlamentodan geçmez.
Parlamentonun bakışı hep MGK'ya doğrudur. Demek ki Türkiye'de parlamento, bu nedenle daha da, hatta iki katı biçimseldir. Türkiye'yi asıl yöneten generaller ve işbirlikçi sermayenin ittifakıdır. MGK'nın dokunulmazlığı vardır. Gizli anayasası vardır ve ülkeyi bu anayasaya göre yönetirler.
Türkiye'de parlamentonun rolü, MGK diktatörlüğünü örten incir yaprağıdır. Parlamento, MGK diktatörlüğüne meşruiyet kazandırır ve yığın desteği sağlar. Yığınların, MGK kararlarını benimsemesine, kabullenmesine ve rızasını oluşturmaya çalışır. Parlamentonun bu sınırları “aştığı” düşünülen durumlarda ise, 27 Nisan tarzı faşist müdahalelerle ordu, “olağandışı” araç ve yöntemlerle parlamentoya sopasını gösterir.
27 Nisan'da, Meclis iradesi hiçe sayılarak bir gece yarısı muhtırasıyla ordu iradesi, bunun yerine geçirilmiştir. Anayasa Mahkemesi'ne taşınan Cumhurbaşkanlığı seçimleri muhtıranın da zoruyla engellenmiştir. Mevcut Meclis fiilen feshedilmiştir.
MGK diktatörlüğünün teşhiri militarizme karşı kitlelerde anti militarist bir bilinç oluşturmak, generallerin, ordunun devlet yönetiminden uzaklaştırılması, bu seçim sürecinin başlıca politik ajitasyon konusu haline getirilmelidir. Keza MGK diktatörlüğünün devlet yönetiminde ve parlamento üzerindeki vesayetine son vermeden politik özgürlükler alanında ilerlemek, şovenist cephenin dağıtılması, parçalanması olanaksızdır. MGK politik özgürlüklerin, kazanılmış demokratik hakların düşmanıdır.
Keza Cumhurbaşkanlığı kurumunun, halka sorulmadan, danışılmadan, Meclis içinde seçilmesi, aday olmak için 110 milletvekilinin aday göstermesi şartı teşhir edilmesi gereken bir diğer noktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ezilenlerin politik müdahalelerine tümüyle kapalı bir tarzda, burjuvazinin değişik fraksiyonları arasında bir seçim olarak kurumlaştırılmıştır. Son Çankaya muharebelerinde, CHP eliyle, seçim Anayasa Mahkemesi'ne taşınmış ve daha da anti-demokratik bir çehre kazanmıştır. Bu noktada generallere güç yetiremeyen Erdoğan, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” formülünü benimsemek durumunda kalmıştır.
Ancak, halkın söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı bir ülkede “Cumhurbaşkanı'nı halkın seçeceği” sloganı da düpedüz bir yalan, aldatmadır. Nitekim AKP'nin tasarısında da, sözüm ona “halkın seçeceği” bu aday için, halk kendisi aday olamıyor! Adayları yine bir grup milletvekili gösterebiliyor. Yani ancak, burjuva Meclisin bir kanadının çıkarlarıyla örtüşen adaylar çıkabilecek. Emekçilerin, ezilenlerin kendi çıkarlarını temsil eden adaylar çıkarabilmesinin önü, daha ilk adımda kesiliyor.
Türkiye'yi MGK yönetiyorsa, sermayenin egemenliği çıplak bir gerçekse, neden biçimselliğe ihtiyaç duyuluyor? Ezilen kitlelerin gerçek iktidar erkinin MGK olduğunu, asıl kararların MGK, TÜSİAD ve emperyalist merkezlerde yapılan toplantılarda alındığını/verildiğini gizlemek ve gerçeklerin üzerine şal geçirmek için. Aynı zamanda sermaye, kendi sınıf ayrıcalıklarını, soygun ve çıkarlarını gizlemek; kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak göstermek ister de ondan. Soygunu, sömürüyü, yağmayı, zulmü ve baskıyı gizlemek, güvenli hale getirmek için parlamentoyu bir araç olarak kullanıyor/kullanır.
Politik arenada kıyasıya yürütülen iç dalaşın ve çatışmanın arka planında da hangi burjuva partinin devlet yönetiminde söz sahibi olacağı, ayrıcalıklarını koruyacağı, arpalıklardan daha fazla pay alacağı üzerine kopmaktadır. Parlamento rüşvet ve soygunun, müthiş dolandırıcılığın belli başlı alanlarından biridir. Bu nedenle parlamentoda sandalye kapan, hükümet olan partiler arasında dalaş kızışır, arpalıklar ne kadar fazla ise iç dalaş o kadar artmaktadır. Seçim dönemlerinde her parti hangi sermaye kesiminin ayrıcalıkları peşindeyse halkı da buna inandırmaya ve yedeklemeye, onayını, desteğini almaya çalışmaktadır.
12 Eylül Anayasası ile parlamento ve hükümetin üstünde MGK kurulmuş ve MGK geniş yetkilerle donatılmıştır. Seçim yasasındaki önemli kısıtlamalar, yasaklar, yüzde 10 seçim barajı vb. politik özgürlüklerden yoksunluk ve burjuvazinin mali-iktisadi hegemonyası, gücü nedeniyle parlamento emekçilere ve onların siyasi temsilcilerine kapalıdır.
Yüzde 10'luk seçim barajı, ezilenlerin, emekçilerin Meclis'te temsilini önlemeye yöneliktir. Ancak nihayetinde, burjuvazinin belli kesimlerinin de temsilini önleyen bir durum yaratmıştır. Barajın indirilmesi, bu nedenle burjuvazinin önemli bir kriz konusudur. İndirilse, Kürtler Meclis'e gireceği, indirilmese, birçok burjuva parti Meclis dışında kalacağı için bu sorun çözümsüzlüğe sürüklenmiştir. Bu konuda, ancak sistemli bir halk mücadelesiyle sonuç alınabilir.
Bırakalım emekçileri, halkın büyük çoğunluğunun, seçim yasasındaki engeller nedeniyle kullandığı oylar parlamentoya yansımamaktadır. Seçilmek bir yana aday olmak bile başlı başına bir zenginliği gerektirir. Son Anayasa değişikliği gerçekleşirse; 25 yaşını dolduran herkes aday olabilir. Ama bu biçimsel eşitlik, gerçek eşitsizliği örten bir şaldır. Yoksullarla zenginler arasında oluşan gelir uçurumu, korkunç eşitsizlik ve hak yoksunluğu eşit koşullarda bir siyasi seçim mücadelesinin önünde engeldir. Bugün yüzde 7 ve daha yukarı oy alan burjuva partilere devlet yardımı yapılır. Para, güç ve kudret demektir. Seçim sandığından dağıtılan para kadar oy çıkar. Bağımsız aday olarak seçilmenin önünde seçim sisteminden kaynaklı da engeller vardır. Burjuvazi iktisadi-mali tekelleşmeyi siyasi tekelleşme ile tamamlamakta, hegemonyasını buradan da güçlendirmektedir. Eşit koşullarda seçim yarışı kocaman bir yalandır.
Kapitalist düzen koşulları altında emekçi halk, ezilen milyonlar için demokrasiden bahsetmek bu yalanların önemli bir parçasıdır. Gerçekte en ileri demokratik ülkelerde dahi sadece sömürücü sınıflar için demokrasi vardır. Zenginlere, sermaye sınıfının temsilcilerine seçilme özgürlüğü, emekçileri ezme özgürlüğünün sınırları geniştir. Ezilenlere özgürlük yoktur.
Emekçilerin önü görünür-görünmez engellerle parlamentoya kapalıdır. Günlük basın, TV görsel ve işitsel iletişim araçları tekelci medyanın, medya tekellerinin elinde ve denetimindedir. Bir avuç işbirlikçi holding tekelinin halkı aldatma ve istediği adayları seçtirme imkanlarının önü açıktır. Toplantı ve gösteri hakkı, propaganda ve ajitasyon özgürlüğü burjuvaların kullanımına ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir. Ezilenler bu hakları kullanmak istediğinde ise, karşısında polisi, copu, jandarması, mahkemesi ve zindanlarıyla devlet dikilir. Geçen seçimlerde ESP'nin seçim çalışmalarına ve adaylarına, yine hemen her seçim sürecinde bugünkü DTP ve ondan önceki (DEHAP, HADEP) partilerin adaylarına ve çalışmalarına karşı yapılan saldırılar, engeller ve kısıtlamalar hafızalarda tazeliğini koruyor. Önümüzdeki seçimlerin de bu bakımdan “sert” geçeceği, daha bugünden bellidir.
Burjuva devlet, proletarya ve ezilenler üzerinde sermaye egemenliğinin çıplak zoruysa, burjuva parlamentosu da bu çıplak zorun bir parçasıdır. Bu zor aygıtının şiddetini meşrulaştırır, onun ayıplarını örter. Dolandırıcılık, hile, rüşvet ve dalaverelerin üzerini örtmeye yarayan bir “asma yaprağı” işlevi oynar. Her şeyin seçimle belirlendiğini ileri sürmek halkı aldatmakla eşdeğerdir ve burjuva ikiyüzlülüğüdür.
Tarih ezilenleri seçeneksiz bırakmamıştır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin seçeneği sovyetik demokrasidir ve sosyalist toplumsal düzendir. Burjuva devletin aksine işçilerin devleti, en demokratik parlamenter cumhuriyetten bile daha demokratiktir. Sovyet (konsey) demokrasisi biçimsel değil, göstermelik hiç değildir. İşçi-emekçi halk temsilcilerinden oluşan sovyetlere katılım, sıradan bir emekçiye açıktır. 4 ya da 5 yılda bir genel oy hakkının kullanımı ile sınırlı değildir. İşçiler ve emekçiler, aynı zamanda bu konseyler aracılığı ile devlet yönetiminde doğrudan yer alır. Seçilebilmesi, devlet yönetiminde yer almasının önündeki her türlü engel ortadan kaldırılmıştır. Toplumsal eşitsizlik ortadan kaldırılmış, emekçilerin seçilebilmesi için ne paraya, ne zenginliğe, ne de rüşvete ihtiyaç duyar. Bir avuç holding patronunun, azınlığın iktidarı değil, kelimenin gerçek anlamıyla örtüşen bir çoğunluğun iktidarıdır. Biçimsel ve ikiyüzlü değil, gerçek bir demokrasidir. Karar alma süreçlerine yerel organlardan, yerel sovyetlerden başlayarak genel sovyetlerin en üst kademelerine kadar karar alma süreçlerine doğrudan katılır. Burjuva demokrasisinde, MGK'da, TÜSİAD'ın toplantı salonlarında, kulislerde, otel lobilerinde alınan kararların onaylanması söz konusuyken, emekçiler kendi çıkarlarına uygun kararlar alırlar ve uygularlar. Devrimci dalganın kabardığı Latin Amerika'da, Arjantin, Bolivya, Meksika gibi ülkelerde ortaya çıkan “halk meclisi”, “açık meclis”, “komünal konsey” gibi emekçi halk temsilcileri örgütlenmeleri, sovyetik tipte örgütlerdir. Meksika'nın Oaxaca Eyaletinde geçtiğimiz yıl, üç aylık bir Halk Meclisi iktidarı deneyimi yaşanmıştır. Oaxaca Eyaleti aylarca, halkın seçtiği kendi doğrudan temsilcilerinden oluşan Oaxaca Halkları Halk Konseyi'nin (APPO) yönetimi altında kalmıştır.
Sosyalist demokraside emekçi halk, görevlerini yapmayanları, çoğunluğun yani ezilen milyonların çıkarlarına aykırı davrananları derhal görevden alır. Emekçi çoğunluğun sömürücü burjuva azınlık üzerinde diktatörlüğü demek olan sosyalist demokrasi tabiatı gereği sınıfsaldır. Çoğunluğun çıkarlarına aykırı davrananları görevden almak, alaşağı etmek için birkaç yılda bir yapılan seçimleri beklemez.
Ayrıcalıklı ve asalak sınıf mülksüzleştirildiği, zenginliğine ve üretim araçlarına el konulduğu, toplumsallaştırıldığı için kirli ve yalan üzerine, halkı aldatma üzerine politika yapılamaz. Ayrıcalıklar ve rüşvet bu asalak zümre ile hak ettiği yere, tarihin çöplüğüne atılmıştır. Parlamenterlerin maaşı ortalama bir işçinin ücretini geçemez. Bürokratik değil, doğrudan halkın temsiline dayanan bir demokrasi vardır. Çoğunluk iktidarı, devlet yönetimine, tartışma ve karar alma süreçlerine, günlük politikaya, yönetime ve günlük denetime doğrudan katılır. Proleter demokrasi burjuva demokrasisinden binlerce kez daha demokratiktir.
Parlamentodan Devrimci Amaçlarla Yararlanamaz Mıyız?
Marksizm, parlamentonun gerici, karşı devrimci niteliğine, tarihsel olarak aşılmış olmasına rağmen siyasal bakımdan henüz ömrünü doldurmadığı durum ve dönemlerde, ondan devrimci amaçlar doğrultusunda yararlanmak gerektiğini söyler. Marksist Leninist komünistler, kapitalizmi ve faşizmi yıkmak, sosyalizmi kurmak için hiçbir mücadele biçimini reddetmezler. Barışçıl-barışçıl olmayan, legal-illegal bütün mücadele biçimlerini koordineli olarak kullanırlar. Bu mücadele biçimlerinden hangisinin ne zaman, hangi koşullarda öne çıkarılacağına sınıf savaşımının, kitle mücadelesinin ihtiyaçlarına, kuvvetlerin durumuna, düzeyine uygunluğu ölçüsünde karar verilir. Prensip olarak hiçbir mücadele biçimini fetişleştirmediği gibi inkar da etmezler. Seçimler, siyasal sınıf savaşımının belli anlarıdır. Ne en önemli anı ne de en önemli alanıdır. ML komünistler, parlamentonun, seçimlerin her şey haline getirilmesine karşı tutum alırlar ve mücadele ederler. Ne iktidarın parlamento yoluyla ele geçirileceğine, ne de sosyalizme barışçıl yoldan geçileceğine dair hayaller yayarlar. Tam tersine, işçi sınıfı ve ezilenlerin mevcut devlet aygıtını zor yoluyla yıkmasını ve üretim araçlarına el koyarak burjuvazinin sınıf egemenliğine son vermesini savunurlar. Seçimlerde parlamento çoğunluğunu elde ederek sosyalist bir toplumsal sistemi yerleştirmek ve ezilenlerin kurtuluşunu sağlamak imkansızdır. 20. yüzyıl deneyimleri bu düşüncelerin imkansızlığını ve açmazını ortaya çıkaran olgularla doludur. Şili'de Allende deneyimi buna en somut örnek ve çarpıcı kanıttır. Bu deneyim; parlamentoda çoğunluğun elde edilebileceğini, halkın bir mücadele mevzisi olarak kullanılabileceğini, demokratik ve halkçı adımlar atılarak kısmi reformların elde edilebileceğini, ancak bu yolla iktidar olunamayacağını çok somut olarak gösterdi.
Sosyalizmin geçici yenilgisi, dünya devrim dalgasının geriye çekilişi nedeniyle antimarksist fikirler kolaylıkla ileri sürülebiliyor. Reformların, kapitalizm koşulları altında kısmi iyileştirmelerin elde edilmesi için mücadelenin her şey haline getirilmeye çalışıldığı bir sürecin yaşanıyor olması nedeniyle de bu düşünceler pratikte kendilerine bir alan bulabiliyor. İktidar perspektifinin kaybedilmesi, devrim partilerinin zayıflığı vb. olgular, parlamentoyu her şey haline getirme, parlamenter avanaklık eğiliminin gelişmesi için de bir zemin oluşturuyor. Önemli olan bu durumun geçici bir geriye çekilişin sonuçları olduğu, tarihsel ilerlemenin çok kısa bir dönemeci olduğu bilincini diri tutmaktır.
Genel seçimlerde parlamento önemli bir güven kaybına uğramıştı. Parlamentonun dörtte üçü değişmişti. Geleneksel partiler seçim barajının altında kalarak saf dışı olmuşlardı. AKP Mecliste çoğunluğu elde etti. Buna rağmen kitlelerde burjuva partilere güven erozyonu sürmektedir. Türkiye'de her on yılda bir darbeler yoluyla kesintiye uğrasa da, her MGK toplantısında parlamento hiçe sayılsa da bir parlamentarizm geleneği mevcut. Bugün, ordu- TÜSİAD arasındaki dalaşın ve mevzi savaşının parlamento üzerinden sürüyor olması, TÜSİAD'ın ordu partisine karşı salvo atışlarını parlamento içinde siper alarak sürdürmesi, emperyalist tekellerin ihtiyaç duyduğu bazı yasaların çıkarılması vb. nedenlerle de parlamento önemli bir alan haline gelmiştir.
Bu durum, komünist, devrimci, yurtsever kuvvetler bakımından da geçerlidir. Parlamento siyasi mücadelelerin bir alanıdır. Parlamentonun kürsü olarak kullanılması; gerçekleri açıklamak, düzen partilerini, MGK diktatörlüğünü teşhir etmek ve ezilenlerin mücadelesini ileriye taşımak için de gereklidir. Parlamentoyu bir kürsü olarak kullanma görüş açısına sahip olmayanların, kitlelerin devrime kazanılmasını sağlamaya muktedir olamayacaklarını söylemeye bile gerek yoktur. Parlamentoya, parlamentarizmle savaşmak için girmek gerekir. Grevleri, direnişleri, mitingleri, serhıldanları, dernekleri, sendikaları vb. parlamento dışındaki sınıf mücadelesini parlamento kürsüsünde desteklemek, buradan geniş yığınlara seslenmek, kitlelerin eğitimi, aydınlatılması ve hareketin güçlendirilmesi bakımından da parlamento kürsüsü önemlidir.
Büyük kitlelerin siyasal bakımdan uyarılması, siyasi mücadelenin içine çekilmesi bakımından parlamento kürsüsünden yararlanmayı küçümseyen eğilimlerin varlığının şu ya da bu düzeyde sürdüğünü inkar edemeyiz. Darbelerle kesintiye uğratılmış olsa da, uzun yıllara dayanan parlamento geleneğine karşılık, devrimci hareketimiz parlamento kürsüsünden devrimci amaçlarla yararlanma deneyiminden yoksun kaldı. Bu alanın da sınıf mücadelesinde bir yer tuttuğunu göremeyince, önemini de bilince çıkaramadı. Sözde ne derse desin gerçek durum budur. Hatta parlamentoya girmek, seçimlere katılmak oportünizmle eşdeğer olarak görüldü. Oportünizme düşme korkusuna, kaygısına kapılınca, bu alana politik bakımdan ilgisiz ve politikasız kalındı. Aslında bu, zayıflığın siyasetidir.
Parlamenter mücadelenin sınıf mücadelesinde oynayabileceği role dikkat çeken ML komünistler; parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanabilmekle parlamentarizm eğiliminin birbirine karıştırılmaması gerektiğinin bilincinde olarak şöyle diyorlar:
“Parlamento, sınıf mücadelesinin bir alanıdır. Parlamentoyu politik mücadelenin başlıca alanı olarak gören yaklaşım ve mücadele tarzı, parlamentarizm biçiminde reformizmin tuzağına düşmek, düzen içine çekilerek burjuvazinin hegemonyası altına girmek demektir. "Sol"da, günümüz koşullarında bu türden eğilimlerin belirgin bir biçimde güçlenmekte olduğu asla gözden kaçırılmamalıdır. Diğer yandan, lafta ne denirse densin parlamentoyu sınıf mücadelesinin bir alanı olarak görmeyen yaklaşım, seçimler ve parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanılmasının reddini getiren sekterce ilgisizliktir. Parlamento dışında yığınların devrimci inisiyatifini geliştirmeyi, parlamento dışı mücadele yöntem ye biçimlerini temel alan komünistler; bunu parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma taktiği ile birleştirmek, parlamentoyu geniş yığınlara seslendikleri, burjuvazinin iktidarının gerçek yüzünü teşhir ettikleri bir kürsü olarak kullanarak, parlamento dışı mücadeleye tabi kılarlar.” (Birlik Kongre Belgeleri, sayfa 142)
Parlamento; siyasi sınıf savaşımının bir parçasıdır, ondan daha fazlası da değildir. Dolayısıyla parlamenter mücadeleyi kitle mücadelesinin dışında ve ondan bağımsız ele alan yaklaşımlar parlamentarizmle malüldür. Parlamenter mücadelenin üzerinde yükseleceği zemin politik kitle mücadelesidir, politik sınıf savaşımıdır. Parlamento kendi başına bir amaç haline getirilemez ve getirilmemelidir. Parlamento kürsüsünün gerçek rolünü oynayabilmesi için devrimci savaşımın merkezine, devrimci önderlik gücünün denetim ve yönetimine yani parlamento dışına tabi olarak yürütülmesi gerekir. Dünya devrim deneyleri de bunu doğrular. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Coğrafyamızda Kürt yurtsever hareketinin deneyimlerine bakmak bile yeterlidir.
Bolşevik merkez tarafından yönlendirilen Bolşevik Duma grubu, Bulgar vb. komünistlerinin aynı yöndeki deneyimleri bu çizginin dayandığı tarihsel deneyimlerdir.
Parlamento dışı mücadeleyle karşılıklı etkileşim olmadan bu kürsü etkin olarak kullanılamaz. Bu kürsüden günlük politikanın örgütlenmesi olanaklıdır. Gerçeklerin bilgisini yığınlara taşımanın, sarsıcı ajitasyonun, düzen partilerini teşhir eden propagandanın etkili araçlarından biri olmuştur. Parlamento kürsüsü yığınların devrimci girişkenliği, inisiyatifi ve mücadelesi ile desteklenmediği, beslenmediği koşullarda burjuvazinin bu alanı devrimci savaşımın ihtiyaçları için ne ölçüde kullandıracağı da ayrı bir sorundur.
Parlamento içi ve parlamento dışı mücadelenin birleştirilmesinin güzel ve etkin olarak kullanıldığı örneklerden biri Venezuela'dır. Kitleler Chavez'i darbecilerden kurtarıp, yeniden başkanlık koltuğuna oturttular. Böylece, 13 Nisan darbesini bertaraf ettiler. Bugün Venezuela'da parlamentonun aldığı kararların, halkçı ilerici adımların arkasında sokaklara dökülen politik yaşama dahil olan kitleler vardır. Amerikan emperyalizmi ve Venezuela tekelci burjuvazisinin, parlamento üzerindeki tehdit ve baskısını kitlelerin girişkenlik ve inisiyatifiyle, sokak mücadelesiyle bertaraf etmektedirler.
Buna ilişkin çok somut ve güncel bir diğer örnek Ekvador'dur. Ekvador'da halkın talep ettiği Kurucu Meclis'in oluşturulmasına karşı çıkan sermaye oligarşisinin temsilcisi 57 milletvekili, kitleler tarafından parlamento kuşatılarak püskürtülmüş, Kurucu Meclis referandumu kitlelerin baskısıyla yasallaştırılmıştır. Referandumda çıkan yüzde 80'lik halk iradesi, halkın değişimden yana ağırlığını koyduğunu göstermiştir. Chavez gibi, Correa da, sermaye oligarşisinin direnciyle karşılaştığı noktalarda kitleleri sokağa, mücadeleye çağırmakta, politikaya katılmaya teşvik etmektedir.
ML komünistlerin seçim mücadelesi deneyimlerinin de ortaya koyduğu gibi seçimler, tüm engellere ve politik baskılara rağmen kullanılabilir. Bu mücadele biçimi devrimci imkanları arttırabilir. Bu araçtan faydalanarak, kitlelerle devrimci ilişkiler geliştirilebilir ve kitleleri devrimin, sosyalizmin yandaşları haline getirebiliriz. Yaygın, kapsamlı, sarsıcı ajitasyonla yığınları uyandırabilir ve örgütleyebiliriz. Seçim süreçleri kitlelerin politikaya ilgisinin arttığı, politik duyarlılığının geliştiği süreçlerdir. Seçim mücadelesini küçümseyen eğilimler, gerçekte kendi eğilimlerini kitlelerin eğilimleri yerine ikame ediyorlar.
Seçimlerde devrimci taktiğin görevi; sınıf mücadelesinin, nesnel durumun ortaya çıkardığı, barındırdığı imkan ve olanaklara saldırmak, bu imkanları hakkıyla kullanmaktır. Kitleleri devrime yakınlaştırmayan, devrimci hareketin kitlelerle kaynaşmasına hizmet etmeyen tutum ve yaklaşımlar apolitiktir. Bir seçim mücadelesinin amacı, devrimci hareketi kitlelere bağlamak, doğrudan kitlelerin devrimci seferberliğine dayanarak, faşist karşı devrim merkezlerinin cepheleştirme adımları attığı bugünkü koşullarda seçim mücadelesi, politik görevlerin çözümünde atılacak adımlara dönüştürülebilir.
ML komünistler bakımından ise; temel şiar ve talepleri kitlelere mal etmek, yaygın ve kapsamlı bir ajitasyonla kitlelerle yüz yüze gelmek, kitlelerin karşısına çıkmak, örgütsel omurgayı güçlendirmek, örgütsel niteliği yükseltmek, geliştirmek, yeni ve taze kuvvetleri kitle çalışması ve siyasi savaşım pratiği içinde eğitmek; kısacası kitlelere hücum pratiğini sürdürmek, 2002 seçimlerinden daha kapsamlı ve yaygın bir ajitasyon ve enerjiyle kitlelere gitmek, temel yönlendirici düşünce olmalıdır.
Seçim Çalışmasının Bazı Sorunları
ML komünistlerin küçümsenmeyecek bir seçim çalışması deneyimi var. Yine de aşılması gereken bazı sorunların olduğunu, olabileceğini gözetmek gerekir. Gerek bağımsız adaylarla, gerekse de ittifaklar temelinde olsun, her iki bakımdan da öğretici dersler mevcut. Nasıl ve hangi biçimlerde seçimlere katılacağımızdan ayrı olarak bazı konulara dikkat çekmenin yararı var.
Önemli sorunlardan biri hazırlık sürecinin örgütlenmesidir. Parlamenter mücadele esasına göre kendimizi uyarlamadığımız için, bizim bakımımızdan daha özel bir anlam taşıyor. Kendimizi seçim mücadelesine ve onun ortaya koyduğu görevlere göre uyarlamak durumundayız. Bu nedenle seçim siyasi sınıf mücadelesi için hazırlık önemli bir yerde duruyor.
Seçim hazırlığının önemli ayaklarından biri, plan yaparken dar ve sınırlı kalmaktan kendimizi kurtarmaktır. Hazırlık sürecinin sığ, yüzeysel ve dar bir bakış açısına hapsolmaması gerekir.
2004 Yerel Seçimleri'nde yakalanan politik yoğunluk ve enerjinin, ulaşılıp aşılacak bir düzey olarak görülmesi gerekir. Tüm hazırlığın da bu görüş açısından ele alınması gerekir.
Parlamentarizm, seçimler-parlamento ve devrim ilişkisi, seçimlerde siyasi hedef ve amaçlarımız, seçimler taktiğinin ve seçim deneyimlerimizin kadro, aktivist ve taraftar kitlesine kavratılması, başlı başına bir eğitimin konusu haline getirilmesi teorik/ideolojik hazırlığın temel bir halkasıdır. Seminerler, tartışma toplantıları, eğitim çalışmaları vb. platformlarda tartışılması, kavratılması hazırlığın bir parçası ve sorunudur. Bunu ne kadar kapsamlı, planlı, yaygın yaparsak, bir seçim siyasi mücadelesinin düzeyini, temposunu o ölçüde hızlandırabilir ve artırabiliriz.
Biz, parlamenter bir parti değiliz. Bu nedenle kuvvetlerin çalışma tarzı, çalışmanın örgütlenmesi vb. seçimleri gözeterek şekillenmiş değil. Demek ki kuvvetlerin seçimler an'ında, bu mücadeleye göre adapte edilmesi gerekiyor. Örneğin, kitle ajitasyonunun örgütlenmesi seçim çevrelerine göre yapılanmak durumunda olmalıdır. Nerelerde yoğunlaşılacaksa, hangi hedefler, seçim bölgeleri saptanmışsa kuvvetlerin buna göre bir düzeneğe sokulması vb. tüm sempatizanları, çeperi kapsayan bir ilk hareket planı ve planın genişletilmesi kanalları, yönelimlerinin oluşturulması da hazırlığa dahil edilmesi gereken önemli bir noktadır. Öyle ki; bütün kuvvetleri, sempatizanları, hatta taraftar, seçimlerde birlikte çalışmak isteyenler de dahil olmak üzere tüm kuvvetleri örgütleyip harekete geçirecek somut, detaylı planlar yapmak gerekir. İlerlemek için cesur hedefler konmayabiliyor. Hem siyasi, hem ideolojik, hem de örgütsel hedefler konmayabiliyor... Örneğin sandık görevlileri örgütlemek çok kapsamlı bir iş, önemli bir kitle örgütlenmesi biçimi. Her alan, her merkez hazırlığı kendi çapında ele almak, seçimlerde sınıf mücadelesi esası ve keza bu dönemin imkanlarını en iyi şekilde değerlendirmek için hazırlanmalıdır.
Hazırlık sürecinin bir sorunu olarak, tüm teknik malzemelerin, imkan ve olanakların gözden geçirilmesi (ses düzeni, megafon, bayrak, pankart vb.), bu çalışmada kullanılmak üzere imkan/olanak taramasının yapılması (otomobil, ev, işyeri, kahvehane, telefon, müzik seti vs. vb.) gereklidir.
Ajitasyon biçimlerinin çeşitliliğini arttırmak, yazılı, sözlü, görsel, işitsel vb. akla gelebilecek her türlü biçime başvurmak kuvvetlerin ajitasyon biçimlerine göre eğitimini gündeme almalıyız. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, ajitasyon materyallerine ilişkin. Ajitasyon materyallerinin içeriği kadar biçimi, çarpıcı ve anlaşılır olması önemlidir. Unutmamalıyız ki, bu alanda bizden kat kat üstün imkanlara sahip burjuva partilerle eşit koşullarda yarışmıyoruz. Eşitlerin mücadelesi söz konusu değil. Dolayısıyla materyallerin sayıca çokluğu kadar, içeriğinin, kullanılan dilin çarpıcı, anlaşılır, gerçeği dosdoğru, okuyanların zihnine yerleştiren somut bir ajitasyon tarzı olmalıdır. Bildirilerin, broşürlerin meramını tabii ki anlatması gerekir. Fakat mümkün olduğunca kısa ve özlü, anlaşılır olmasına dikkat etmek gerekir.
Geçen seçim dönemlerinde eleştiri konusu olan noktalardan birisi buydu.
Kitle ajitasyonu ve propaganda çalışmasının örgütlenmesi, propagandistlerin saptanan gündem ve plan dahilinde hazırlanması, eğitimi, hazırlık sürecinin sorunlarından biridir.
Denebilir ki, siyasi düzeyin arttırılması propagandistlerin saptanması, örgütlenmesi ve bir plan dahilinde şimdiden eğitimini ertelememek gerekir.
Propaganda ve ajitasyonumuz, kitle bilincinin düzeyinin anlaşılmasını gözetmelidir. Bölgesel, yerel farklılıklar içermekle birlikte mevcut kitle bilincinin değiştirilmesi ve geliştirilmesi propaganda ve ajitasyonumuzun konusu olmalıdır. Bunun yeterince anlaşılmaması kitlelerle aramızda bir “mesafe” oluşturabilir. Bu “mesafe”yi ancak onlardan öğrenerek giderebiliriz. Amaç; düşünce ve hedeflerimizi kitleye aktarmaksa buna uygun bir dil kullanmak da önemlidir. Onlara tepeden bakan, emir-talimat verir gibi konuşmalar ve hitabet, aydınca bir yaklaşım tarzıdır ve bu asla bizi kitlelere yakınlaştırmaz. Bu kitlelere dönük politika tarzı ve dilinin değil de içe dönük, öncüyü izleyen sınırlı güçlere hitaben bir politika tarzının ifadesi ve görüngüsüdür.
Ajitasyonumuzun kapsamlı olması kadar içeriği de önemli. Yeni ajitasyonumuz ve propagandamız sadece gerçeklerin çarpıcı bir dille ifade edilmesi yanında hedef ve çözüm yolu da göstermelidir. Burjuva partiler, kitlelerin sorunlarını çarpıcı bir dille ifade edebiliyorlar. Hatta burjuva partilerin çoğu kez bu işi bizden daha iyi yaptıklarını söylersek abartı olmaz.
Sosyalist Ajitasyonu Yükseltelim
Aradaki temel fark, çözüm yolu ile ilgili. Burjuva partilerin ajitasyonu ne kadar çarpıcı olursa olsun siyasi inandırıcılığı giderek zayıflamaktadır, inandırıcılık zayıflığı burjuva propaganda ve ajitasyonun handikabıdır. Devrimci ajitasyonun gücü ise tam tersine siyasi inandırıcılığında, yığınların gerçeğini değiştirme gücü taşıdığı için etkilidir. Burjuvazi bu nedenle devrimci propaganda ve ajitasyonu yasaklıyor, engelliyor ve sınırlamalar getiriyor. Sömürücü sınıfların temsilcileri, burjuva partiler, kitlelerin yaşadığı sorunların kaynağında kapitalizm olduğu gerçeğini gizlerler. Onlar emperyalist kapitalist düzen ve MGK diktatörlüğü koşulları altında sorunların temelden çözüleceği hayallerini yayarlar. Bizse tam tersini söylüyoruz: Ülkemizi emperyalist zincirin halkalarından koparmadan, emperyalizmi kovmadan, mali, askeri, ekonomik, siyasi varlığına son vermeden, kapitalizmi ve faşist MGK diktatörlüğünü yıkmadan ne sömürü ve yoksulluktan, ne işsizlik ve evsizlikten, eğitimsizlikten, hastanelerde rehin kalmaktan kurtulabiliriz. Ne de politik özgürlüğümüzü kazanabiliriz. Onlar kapitalizmi, biz ise sosyalizmi savunuyoruz. Bu nedenle propaganda ve ajitasyonumuzun içeriği sosyalist olmalıdır. Hele Eylül filizkıran saldırılarından sonra sosyalizmin meşruiyetini savunmanın önemi büsbütün artmıştır. Dolayısıyla propagandist ve ajitatörlerin eğitimi ve siyasal hazırlığı geçiştirilmemesi gereken kritik sorunlardan biridir. Bu sorunun çözümü yolunda atılacak adımların aynı zamanda kuvvetlerin ufkunu genişleteceği, niteliğini geliştireceği, dönüşümünü hızlandıracağı göz ardı edilmemelidir.
Bununla ilişkili bir sorun olmakla birlikte siyasi amaç açıklığının sağlanması, hedeflerin net ve belirginleştirilmesinin hazırlık bakımından önemli bir yerde durduğunu belirtmeliyiz. Çalışmayı yürütenlerin siyasi düzeyinin yükseltilmesi güçlü bir enerji kaynağıdır. Çalışmadan hangi sonuçları elde etmek istediğimiz, siyasi amaç açıklığının kazandırılması, kavratılması çalışmanın verimi veya verimsizliği bakımından işin yarısı demektir.
Politika oluşturma ve politika yapış süreçlerine aktivistlerin katılımının sağlanması, politikanın kitlelere mal edilmesi yolunda önemli bir yere sahip. Ayrıca, aktivistlerin, çeperin birbirinden öğrenmesi, deyim uygunsa elektriklenme oluşması bakımından da bir enerji kaynağı olduğunu unutmamak gerekir.
Ajitasyonu en geniş kitlelere gidecek şekilde örgütlemeliyiz. Ama öncelikle bölgelere yoğunlaşmak, öncelikli hedefleri saptamak, bu anlamda aynı kitle hedefini ajitasyonla sarsmaya devam etmeliyiz. Ajitasyonumuzun “sürekliliği” sağlandığında daha etkili olacağını gözetmeliyiz.
Hangi Yanılgılardan Sakınmalıyız?
En başta, kitlelere güven ve inanma konusundaki yanılgılardan sakınmalıyız. Kitlelerin devrimci dönüşüme açık olduğu gerçeğini gözetmeyen bir çalışma başarılı olamaz. Bugün kitlelerin geri bilinci, eğilimleri ve önyargıları ile de karşı karşıyayız. Bir devrimci kabarışın, devrim saflarına kitle akışının hızlı olduğu bir süreçte de yaşamıyoruz. Bunların doğru olması emekçi, ezilen kitlelere güvenmeyeceğimiz anlamına gelmez/gelmemelidir. Kitlelere yabancılaşmanın her türlü biçimini alt etmeliyiz. Şu sözleri zaman zaman duyarız: “Kitleler gerici, bizim söylediklerimizi anlamıyor” vb. Rejimin ve burjuva tekelci medyanın da yönlendirmesiyle biçimlenen bir kitle gerçeği var. “Seçmenin 'sağ'a kaydığı, milliyetçi eğilimler beslediği” yollu ideolojik propaganda pompalanıyor. Kitlelerin milliyetçi önyargıların etkisinde olduğunu bir ölçüde doğru kabul etsek bile bu, bizim görevlerimizi azaltmaz, bilakis arttırır. Hâlbuki işsizlik, yoksulluk, sosyal yıkım politikaları nedeniyle coğrafyamızda kitle hareketinin nerede, ne zaman patlayacağını kestiremediğimiz bir durum var. Türkiye toplumsal volkanik patlama, kaynaşma kuşağının üzerinde bulunuyor. Bu rejimin zayıf karnıdır. Faşist MGK diktatörlüğünün toplumsal halk hareketini bastırmak için kendini örgütlediği, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-antilaik gerici kutuplaşma ve kamplaşma çabalarını arttırdığı, Kürt halkımıza ve ezilen milliyetlere karşı kışkırtma hareketi örgütlediği koşullarda politik özgürlüklerin savunulması, kitlelerin aydınlatılması, gerçeklerin bilgisinin taşınması güncel devrimci bir görevdir.
Gerici önyargıları yıkmak, halkların kardeşliğini ve enternasyonalizmi savunmak, emek- sermaye, ezen-ezilen çelişkisi temelinde kitlelere gitmek ve kazanmak bu nedenle elzemdir. Kitleler sosyalizme açık değil! Öyle mi? Peki, 2002 Kasım seçimlerinde ESP adaylarının en gerici, ırkçı, bağnaz fikirlerin etkisinde olarak bilinen bölgelerde sosyalizmi savunmalarında, önce tepkiyle karşılaşsalar da sonra alkışlarla uğurlandıklarına tanıklık etmedik mi?
Bunlardan bazıları ESP adaylarının çalışmalarına katıldılar. Çoğunlukla “yine gelin, tekrar bekleriz” diye söyleyerek davet ettiler. Devrimci propaganda ve ajitasyonumuz gerçekleri ifade ettiğinden dolayı değiştiricidir ve gerçekler devrimcidir. Aşırı sömürü, yoksulluk, işsizlik altında bunalan arayış içinde olan milyonlara umudu taşımanın karşılığını bulduğu tarihsel tecrübelerin gerçeğidir.
Seçimler, sınıf mücadelesinin bir alanı, tıpkı bir grev, direniş, barikat ve sokak gösterisi gibi... Nasıl ki, her mücadeleye kazanmak için giriyorsak, seçim mücadelesine de kazanmak için girilir. Kaldı ki, parlamento kürsüsünden devrimci amaçlarla yararlanmak da seçilmeye bağlı. Bu duygu, düşünce ve bilinç daha baştan, hazırlık süreci ile kazanılmalı. Parlamento kürsüsünün önemli olduğunu kavramayanların, kazanmayı önemsemeyeceği açıktır. Kazanabilmenin yolu da buna inanmaktan geçiyor. Biz seçimleri kazanmanın gerekli olduğuna inanmazsak, gittiğimiz, kapısını çaldığımız kitleleri nasıl inandırabiliriz ki? Kazanma iddiamız olacak ve olmalıdır. İddia ve hedef yoksunluğu kitlelerle kurduğumuz ilişki biçimini de etkiler. Çoğu kez şu durumla karşılaşırız; kitleler bizi dinler, söylediklerimizi onaylar, bize destek vereceklerini belirtir. Fakat arkasından şunu da sorarlar: “Sizin gücünüz nedir? Kaç oyunuz var?” Bunu açıkça belirtmeseler bile bu duygu ve düşünceleri taşırlar. Çünkü oy sayısı onların gözünde gücün somutlaşmış halidir. Şimdiye kadar genel ve yaygın kanı; Nasıl olsa kazanamayacaklar. Oyumu bunlara verirsem boşa gider. Öte yandan bu düşünce ve duygulardan her şeyden önce çalışma yürütücülerinin kurtulması ve arındırılması gerekiyor. Çalışma yürütücülerinin kitlelerde bir etkileşim yaratması için kazanmaya inanması şarttır.
Kazanma bilincinin zayıflığının temelinde başka faktörler yanında devrimci harekette parlamenter mücadeleyi önemsemeyen, uzak duran gelenek yatmaktadır. Buna kitlelerden oy isteme bilinci zayıflığını da eklemek gerekir. Kitlelerle devrimci hareket arasında varolagelen kopukluk, kitlelere yabancılaşma ve güvensizlik, kitle gücünün zayıf ve sınırlılığı vb. nedenler de bu eğilimi besleyen olgulardır. Bunun, hem siyasi hem de ideolojik arka planı ve boyutları var.
Kitlelerde düzen partilerine oy verme geleneği ise güçlü. Türk burjuva parlamentosunun az ya da çok tarihsel bir geçmişi var. Partilerden memnun olmasalar bile kerhen oy verme alışkanlığı var. Bağımsız adaylara ve ilerici antifaşist partilere verecekleri oyların boşa gideceği duygusu baskın hale gelebiliyor. Bağımsız adaylara oy verme alışkanlığı zayıf. Bu son yıllarda aşınma, zayıflama eğilimi taşısa da gerçek bir olgudur. Bunu yıkmak için kitlelerden oy isteme konusundaki utangaçlığımızı yıkmamız gerekir. Kitlelerden oy isteme utangaçlığının ve siyasi cesaret zayıflığının, devrimci sosyalist adaylara verilen her oyun siyasi öneminin yeterince kavranmaması ile de ilgisi var. Demek ki, sorunun esasını da siyasi bakış açısı oluşturuyor. Bir seçim siyasi mücadelesinde biliyoruz ki, amaçlarınızdan biri kitleleri düzen partilerinden koparmaktır. Bu, aynı zamanda düzen partilerine oy verme alışkanlığını kırmayı da kapsar. 1960'lı yılların TİP deneyimini ve Kürdistan merkezli DEP- HADEP-DEHAP-DTP çizgisini dışta tutarsak, kitlelerde ilerici, antifaşist ve devrimci partilere oy verme geleneği yoktur. Kitleler, parlamento kürsüsünün devrimci amaçlarla kullanılabileceği ve bunun önemli bir mücadele mevzisi olduğunu tecrübe edebilmiş değil.
Kitlelerin devrimci adaylara, partilere oy verme geleneğinin yaratılması; onları burjuva partilerden koparmak ve düzen partilerine karşı “bağımsızlaştırmaksan geçiyor. Bir seçim mücadelesinde her oy burjuva partilere karşı yürütülen mücadelenin de göstergelerinden biridir. Şu yanılgıdan kesinkes kaçınmalıyız. “Bizim için oy önemli değil”, “seçimleri kazanmak önemli değil!” Bu düşünüş tarzı ve söylemlerini kesinkes mahkum etmeli ve mücadele yürütmeliyiz. Bu yaklaşımın; devrimci harekette egemen olan, seçim siyasi mücadelesini sadece propaganda ve ajitasyon yapmaya indirgeyen, bu sınırlardan bir adım daha ötesine geçemeyen iddiasızlık, iktidar bilinci yoksunluğu ile de bağlantısı vardır. Seçim siyasi mücadelesinin sonuçları somuttur! Kurduğumuz ilişki sayısı, gittiğimiz kitle, yarattığımız devrimci olanak kadar, düzen partilerinden kaç oy, kaç kişi kopardığımızla da ölçülür. Devrimci adaylara kaç oy kazandık, kazandırdık? Bu siyasi bir gösterge olarak görülmeli.
Oy isteme ve siyasi başarıyı oya çevirme konusundaki zayıflık, seçim sandıkları ile kurduğumuz ilişkiye de yansıyor. Oy isteme, kazanma istek, yönelim, inanç ve kararlılığının olmadığı koşullarda sandıkların başında olma, oy ve sandığa sahip çıkma sorunu gündemimize girmiyor. Kullanılan bir oyun bile kazanmada ileri atılmış bir adım olduğu bilince çıkarılamadığı için sandıklara, oya ilgisiz kalmak doğal karşılanabiliyor. Oy ve sandık emeğimizin somutlaşmış biçimidir/biçimlerinden biridir. Öncelikle biz kendi emeğimize sahip çıkmazsak, değer vermezsek, kim sahip çıkacak? Sadece biz mi? Kurduğumuz ilişkileri, ortalama işçi ve emekçiyi neden sandık görevlisi olarak görevlendirmiyoruz? Hem kitlelerden oy isteyeceğiz, aynı zamanda da sandık görevlimiz olmalarını isteyeceğiz. Onlara, öncelikle bunu, kendi oylarına sahip çıkmaları için kabul etmesini isteyeceğiz. Çünkü emekçilere oyunun kendi onuru olduğunu, kendi iradesini yansıttığını anlatacağız, iradelerine sahip çıkmalarını isteyeceğiz ve talep edeceğiz. Biz onlardan bu talepte bulunmazsak, böyle bir görevi kabul etmelerini istemezsek, biz görev vermezsek ortalama emekçiler, burjuva partilerde gönüllü olarak bu işi yapacaklar.
Seçimler sürecinde yürüttüğümüz siyasi mücadele, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasında, bize yaklaşan, elini uzatan herkesi duraksamadan bir biçimde örgütlemeli, somut görevler vermeliyiz. “Kazanımı” örgütlemek asla sonraya bırakılmaması gereken görevdir. Bizimle ilişki kuran, çalışmalarımıza katılan herkesi hemen ve derhal örgütlemek, bir iş, görev vererek örgütlemek hattında ilerlenmeli. İnsanlara görev verdiğimizde örgütleyebiliriz. Yürüttüğümüz çalışma sürecinde yeni kurulan ilişkilerin örgütlenmesini asla sonraya bırakmamak, ileri bir sürece ertelememek ve atmamak gerekiyor.
Seçim görevlilerini örgütlemek, bir seçim çalışmasının en önemli sorunlarından biridir. Bunu özel bir sorun haline getirmek gerekir. Yalnız başına bu bile çok ciddi bir örgütlenme hedefi açığa çıkartabilir. Bu sorunu seçimlerden bir veya birkaç gün öncesine bırakmak baştan savmacı bir mantığın ürünüdür. Daha çalışmanın hazırlık ve planlama aşamasından başlayarak her sandık başına görevlendirme yapma hedefiyle gündeme almalı ve çözümlemeliyiz.