Bizi biz yapan, birbirimiz.
Benliğin kavranışı ve bizliğin coşkusudur sözlerimiz.
Bir devrim gerek bize.
Yakılmış kadınlığın küllerinden doğduğumuz.
Bugüne kadar kadının toplumsal yaşamdaki rolünden çok söz edildi. Savaşlarda, barışlarda, üretimde ve farklı toplumsal alanlarda, toplumsal bir varlık olarak kadın gerçeği sorgulandı ve analiz edildi. Onu sadece halkasından çıkarıp, ama yine köle kalmasını koşullayan sermaye egemenlikli sınıflı toplum, birçok değerlendirmenin konusu oldu. Gördük ki, kadının köleliğini her şartta sağlama alan toplumsal-sınıfsal tarih ve güncellik sorgulandıkça, bizi daha derin ve özel noktalara götürüyor. Ezilen kadının psikolojisi gibi... Bu konu oldukça zor; ya da bize öyle geliyor. Genel ve toplumsal yaşamın doğrudan penceresinden bakınca sade ve sıradan olan kadının, özel ve dolaylı gözlükleri takınca, birden “anlaşılmaz” varlıklar haline gelmesi, bir parça şaşırtıcı olabilir. Özellikle de bu tespitin sahibi erkekler için... Ancak genel toplumsal-sınıfsal gerçeğin, büyük kadın kitlesi üzerindeki derin tahrip gücünü gördükçe, kadın psikolojisiyle yüzleşmek, şaşırtıcının ötesinde “ürkütücü” olabiliyor. Kadın psikolojisini çözümlerken her bir aşamada karşınıza çıkan “kadınları anlamak mümkün değil, hatta onlar da kendini anlamaz” sözleri, çözümlemeye çalışanlar için biraz ürkütücü ve cesaret kırıcı olsa da, bu kadar muamma sayılan bir gerçeği anlaşılır kılmanın kesin bir zorunluluk olduğu fikrini de oluşturuyor. Biz daha çetin sayılan ikinci tespitin izinden gitmeyi ve bir zorunluluğu yerine getirmeyi tercih ediyoruz. Kadın psikolojisini anlamak, genel olarak ezilmişliğin psikolojisini anlamaktır çünkü. Dünyada ve yaşadığımız coğrafyada ezilenleri anlamak, ezilenlerin de ezileni emekçi kadın psikolojisini anlamaktan geçiyor. Her şeyin ötesinde, yok sayılmayı kader bellemiş ezilen kadınları varlığına ve varlığının anlamına kavuşturmak için, çokça konuşulması, tartışılması gereken bir konu kadın psikolojisi.
Bu konuyu irdelerken bazı riskleri de göze alacağız. Mesela eksik kalmayı, özel ve genel arasında ilişki kurarken zorlanmayı, sayısız parçası olan olguyu bütünlerken düşebileceğimiz sıkıntıyı, kadın düşüncesinin ve yaşamının her bir kıvrımına kadar yayılmış gerçekleri bir yazıya sığdırmaya çalışıyor olmanın yetersizlik duygusunu, hata yapmayı-hatalı algılanmayı ya da devrimci düşünce tarihimiz bakımından neredeyse girilmemiş bir konuya girerken eşikte duyduğumuz tedirginliği... Ancak bunların hiçbiri ezilen kadın olmaktan zor değil; ve bütün riskleri göze almaktan başka şansımız yok!
Kadınlığın Toplumsal Anlamı Ve Çağrışımları
Özel olarak kadınlığın farklı bir anlamı olduğunu kabul etmek bazıları için hala zor olsa da, genel geçer tanımlar yapmaktan vazgeçip, kadının bir cins olarak nasıl bir anlam edindiğine bakmakta yarar var. Bu bizi, kadının ezilmişliğini ve emekçi kadın gerçeğinin toplumsal alandaki yerini çözümlemeye ve o yeri devrimci tarzda değiştirmeye götürecek. Kadın psikolojisinin nasıl şekillendiğine ve bu şekillenmedeki etken faktörlerin neler olduğuna bakıp uzaklaşmanın yerine, ellerimizde tutmayı ve hakim olmayı deneyeceğiz.
Kadınlık ilk kavranmaya başladığı dönemlerde, yani ilkel komünal dönemde, bir gizem perdesinin altındaydı. İnsan düşüncesinin yeni yeni şekillenmeye başladığı çağda, merak ve şaşkınlık duygusunu o çağın insan kümelerine tanıştıran, diğer doğa olaylarıyla beraber anlaşılmaz bir doğa olayı! Gizem perdesinin arkasındaki cinsin yarattığı, korkuyla karışık keşfetme dürtüsü! Henüz kendisinin bile farkında olmayan kadının, erkek tarafından fark edilen sıra dışı doğal özellikleri...
Kadının o dönemde gizemini ve sıradışılığını doğurganlığından aldığı, ortaklaşılan bir görüş. Doğurganlık özelliği ile doğumu koşullayan aybaşı kanamaları ve kadının soyu üretmeye kodlanmış biyolojisinin doğa olaylarıyla uyumu (aybaşı kanamalarının, ayın doğumu-batımını takip etmesi gibi), onun üzerindeki sıradışılık ve olağanüstülük halesini belirginleştiriyordu. Soyun üretiminde ve yetiştirilmesinde kilit noktada duran kadın, henüz yerleşik üretimin ve üretim araçları üretiminin gelişmediği koşullarda, sadece analık özelliğiyle ilkel toplumsal üretimin merkezinde duruyordu. Soy üretiminin temel içgüdü ve amaç olduğu o yabanıl dönem, yaşam hukukunun belirlenmesinde de kadını öne çıkarmıştı. Yaşama beşiklik eden, gelecek yaşamı içinde taşıyan kadın, analık hukukunun hakim olduğu bir insanlık döneminin sessiz, bilinçsiz ve zorunlu yönlendiricisiydi. Bu dönemlerde kadının doğa olayları karşısındaki direnci de erkekten geri değildi. Vahşi hayvan saldırılarına karşı kabilenin savunulması, yıkıcı doğa olaylarına göğüs germe gibi vasıfları gelişkindi. Üstelik biyolojik yapısı ve doğurganlığının getirdiği vücut savunma gücü erkeğe göre daha ileriydi. Bunun yanı sıra insanlık tarihinin gelişimine hizmet eden bazı keşiflerin sahibinin de kadın olduğu söylenir. Örneğin, tarımsal üretimi ilk gerçekleştiren ve ateşi bulanın kadın olduğu, antropologların tarihe kaydettiği bir görüştür.
İlk çağda insanın temel iki gerçeği, mağara duvarlarına ve taş levhalara kazınmış iki figürde sembolize olur: Birincisi, avlanmayı tasvir eden figür, İkincisi, göbek bağı henüz kopmamış bir anne ve bebek görüntüsünün olduğu, doğum olayını tasvir eden figür... İlk çağın başlarında “ilkel ressamların” çizdiği ve çizim temalarının ana kısmını oluşturan bu resimlerden yola çıkarsak, o dönemde insan yaşamının iki temel gerçeği vardır: Beslenme ve doğum (soy üretimi)... Bu iki temelin ikisinde de tartışmasız belirleyiciliği olan, üstelik İkincisinde analığın kutsallaştırılmış mertebesine oturtulan kadın, ilkel dönemdeki olumlu anlamların en büyüğüne sahipti. Ta ki, insanlık tarihinin en önemli aşamalarından birisi sayılan, üretim araçlarının keşfine kadar...
Tarihe baktığımızda bu önemli gelişmenin erkeğe dayandığını görürüz. Üretim araçlarının keşfini gerçekleştiren erkek, bu rolünün kaynağını, ilkel dönemlerdeki iş bölümünden alıyordu. Toplumsal iş bölümünde kadının soyun üretimine ve “toplayıcılık” olarak tanımlanan topraktan besin elde etme rolüne karşı, erkeğin avcılıkta somutlanan dışa dönük ve daha aktif rolü, onun toplumsal alandaki rolünü de yönlendirdi. Doğa ve yaşamla daha aktif, sınırları geniş bir etkileşim içerisindeki erkeğin bu pozisyonu, düşüncesi ve yaratıcılığına da itilim kazandırarak, onu üretim araçlarının kaşifi haline getirdi. Tabii ki bunu, üretilen araçların erkek tarafından sahiplenilmesi izledi. Bu, daha sonra sınıflı toplumun temel yasası haline gelecek özel mülkiyet duygusunu ve mülkü elde tutmak, daha fazlasını isteyerek hakim olmak amacına dayanan ilkel savaşları doğurdu. Böylece, önce ihtiyaca, sonra ihtiyaç fazlasına hizmet eden bu üretim sürecinde, ihtiyacı da, fazlayı da, onu üreten araçları da ellerinde toplayan erkek, savaşlar yoluyla ilk politikayı da yapmaya başlayan cins oldu. Bu onun iktidar olma bilincinin şekillendiğinin de ifadesiydi. Savaşlar, savaşlardaki ganimet yağması ve sonra bütün bu sürecin dışında kalan kadının da savaş ganimetlerine dahil edilmesi... Üretim araçlarına sahip olmayan ve silah kullanmayı bilmeyen kadının köle haline gelmesi de işte bu aşamaya rastlar.
Artık başka bir dönem başlamaktadır. Kadının bulduğu ateş sabana, ilkel tarım tekerleğe, analığın gizemli gücü mızrağa yenilmiştir. Bundan sonraki gelişme, kadının toplumsal gerçeğini ve anlamını tersyüz edecek bir çağın kapısının açılmasıdır. İlkel komünal dönemde kadın, kendi rolüyle eşitliğe, mülksüzlüğe dayalı komün ilişkilerinin doğal yaratıcısı ve hakimiyken, erkeğin baş rolde olduğu özel mülkiyet sisteminin gelişmesiyle birlikte tarihin ilk kölesi olmuş ve adeta bu sistem içinde bir daha özgürleşmemek üzere lanetlenmiştir. Buna kadının kısa mutlu hikayesinin sonu mu denir, yoksa uzun acılı hikayesinin başı mı bilemeyiz; ama tarihle beraber, kadının da şekillenmeye yüz tuttuğu süreç, bu iki hikayenin arasında başlar.
Köleci toplumun boy vermesiyle beraber, kadının toplumsal anlamı ve çağrışımları da değişmiştir artık. Özel mülkiyetin korunması amacına bağlı olarak, soy üretiminin erkek cins hakimiyetine dayalı şekillendirilmesi, doğan çocukları erkeğin çocuğu haline getirmiştir. Mülkünü ve zenginliğini kendi kanından gelen varislere devretme arayışındaki erkek, kadını tek eşliliğe zorlamış, bu yolla sınıflı toplumun çekirdek kurumu aile şekillenmiştir. Artık kadın, özel mülkiyetin devamını sağlayacak ailede, mirasa varisler yetiştirmekle yükümlü bir araç haline gelir. Kadının ev kölesi olması ve mirasa başka kandan ortakların çıkmaması için icat edilen namus kavramı da bu koşullar içerisinde oluşur. Kadın, kocasından başka erkekle cinsel ilişkisi yasaklanan ve bu yasağın dışına çıkma riskini ortadan kaldırmak için eve kapatılan, toplumsal iş bölümündeki rolü sadece annelik olan statik bir varlık olmaya başlar. Bu dönemde onu tarladaki diğer kölelerden ayıran fark, daha köle olmasıdır. Mülk sahiplerinin mülksüz köleleri dahi, cinsel özgürlük açısından ev kölesi kadından daha özgürdür. Tarlada ve evde, yani yaşamın her alanında yönetilen, bastırılan kadın, doğadan, aktif toplumsal ilişkilerden, aslına bakılırsa yaratıcı düşünsel yeteneklerinden bir bir koparılmaktadır.
Erkeğin psikolojisinde kadın, egemenliğini korumak için kontrol etmek zorunda olduğu ve kontrolü yitirme korkusu duyduğu “karşı cins”tir. O dönemin temel yasalarına hep bu kontrol dürtüsü ve korkusu yansımıştır. Korkuyla karışık bu egemenlik biçimi, toplumsal değer ve yaklaşımları da belirlemiştir. Kadının aslında bir şer kaynağı olduğu, mayasına yalanın, ihanetin ve düzenbazlığın karıştığı, güvenilmezliği, işte tam da bu nedenle erkek tarafından kontrol edilmesi gerektiği fikri, korkularına karşı savunmasının en önemli silahı olmuştur. Kadın sadece evinin kadını, erkeğin çocuklarının anası, özel mülkiyet devrinin uysal payandası olduğu sürece bir değer sahibi olmuş, üstelik bu rolü en eksiksiz ve törensi tarzda yerine getirdiği zaman, kutsallık vasfıyla ödüllendirilmiştir. İşte bugüne kadar taşınan o “analığın kutsallığı” kavramı, kadın doğurganlığının erkek kontrolüne geçtiği dönemin, hala kadınları ezilmişliği ve kaybettikleri karşısında avutan bir teselli armağanıdır.
Bu dönemde kadının toplumsal anlamını ve yarattığı çağrışımları anlamak için yine bugüne taşınan tasvirlerden ikisine bakmakta yarar var. Kadının erkek anlayışında ve sınıflı toplumun kültürel algılayışındaki yerini tanımlayan tasvirlerden birincisi, dinsel kaynaklı Adem ile Havva mitosudur. Burada Havva, şeytan tarafından kandırılarak nefsine yenilen ve cennetteki yasak elmayı koparması için Adem’i de yoldan çıkararak, onun da nefsine yenilmesine neden olan, insanın cennetten kovulmasının müsebbibi kadındır. Dini yoruma göre kadın, cennetten buraya hep aynı şeyi yapmaya, yani erkeği nefsine yenik düşürüp, kötülüklere neden olmaya yazgılıdır. Erkekte Adem’in Havva’ya yapamadığını yapıp, kadını hep kontrol etmeli, ona yenilmemelidir; eğer yenilirse dünyayı kötülük sarar!
İkinci tasvir henüz tek tanrılı dinlerin doğmadığı köleci dönemin başlarına denk düşen bir antik Yunan mitosudur. Burada kadın, tanrıların tanrısı Zeus tarafından, kutsal ateşi çalıp insanlığa armağan eden Prometheus’a ceza olsun diye yeryüzüne gönderilen Pandora’dır. Yunan mitolojisinde erkeklerin dünyasına gönderilen ilk kadın sayılan Pandora, tanrılar tarafından güzellik, zarafet, el becerisi ve ikna gücüyle donatılır, ama yüreğine yalan ve düzenbazlık da yerleştirilir.
Tanrılar tarafından insan soyunun babası sayılan Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a, yanında bir sandıkla beraber gönderilen Pandora, Epimetheus’u hemen etkiler ve onun eşi olur. Ama Prometheus’un uyarılarını dikkate alan Epimetheus, tanrıların gazabına karşı tetiktedir ve Pandora’ya sandığı asla açmamasını söyler. Ne var ki, merakına yenik düşen Pandora, onu dinlemeyip sandığı açar ve sandığın açılmasıyla birlikte hırs, ikiyüzlülük, ihanet, kıskançlık, yalan, korku, öfke, kin gibi kötü duygular yeryüzüne, insanlar içine yayılır. Pandora sandığı hemen kapatır ve bu sırada sandığın içinde sadece umut kalır. Bir yoruma göre, böylece insanlık kötülüklerle tanışır; kötülükler ve duygular üzerinde hakimiyet sağlayamayan insanların elinde bir umut vardır. Başka bir yorumda ise, insanlık bütün kötülükler ve duygularla tanışmıştır ama sandıktan çıkamadığı için umutsuz kalmıştır, umut dışarı çıkarılmalıdır. Mitos böyle... Ve bu ikinci tasvirde de kadının anlamı değişmiyor. Erkeği kandıran, onun başına kötülük ve şer açan belalı bir mahlukat. Çıkarılacak derste aynıdır: Kadına güvenilmemeli, her daim kontrol edilmelidir. Sınıflı toplum tarihinin başında kadına bakış açısını sembolize eden bu tasvirler, erkek egemen anlayış tarafından yaşamın her aşamasında yeniden üretilmiştir. Kadına dönük hala süren genel yargı ve yaftaların mayasında, bu iki örneğin ruhu vardır.
Köleci toplumu takip eden feodal ve kapitalist toplumda da kadının ilk dönemlerdeki anlamında temel bir değişiklik olmaz. Aksine dinsel etkinin belirgin olduğu feodal dönemde kanının ezilmişliği bakımından en karanlık dönemler yaşanır. Sıranın dışına çıkan kadınların cadı ilan edilip yakıldığı, manastırlara kapatıldığı, belden aşağılarına bekaret kemerlerinin takıldığı, örtünme zorunluluğunun getirildiği bir dönemdir bu. Özel mülkiyete ve sömürüye dayalı erkek egemen sistemin hukuku tek tanrılı dinlerdir; ve bu dini hukuk, kadının ayağındaki prangadan sonra, boynuna da ağır bir pranganın takılmasıdır.
Feodal sistemden sonra gelişen kapitalist sistemde kadın, yavaş yavaş evden çıkarılmaya başlanır. Temel varlık alanı yine ev ve analık olmakla birlikte, özel mülkiyet düzeninde büyüyen sermayenin, büyüyen üretici güç ihtiyacını karşılaması için fabrikalara sürülür. Bir taraftan evden adımını dışarı atması ve iktisadi üretimde bir güç haline gelmesi onu yaşamın içine daha çok çekerken, yaşam alanının genişlemesi, dünyasının genişlemesine, özgürleşmesine yol açmaz. Hem evinde erkeğin, hem üretim alanlarında patronun kölesidir artık. Köleci toplumun başlarından itibaren erkek egemenlik dünyası da kendi arasında mülkiyetinin yoğunluğuna göre ayrışmış, onu en çok ellerinde toplayanlar diğerlerinin efendisi olmuştur. Bu sınıfsal ayrışma kapitalizme gelindiğinde daha keskinleşmiştir. Erkek egemenliğinin her açıdan sürdürülmesi, sermayeyi elinde bulunduran efendilerin işine daha çok gelmiş ve fabrikada-tarlada kendilerine köle olan mülksüz işçilerin, evde kadına efendi olmasına izin verilmiştir. Ezilen erkeğin böylece avunması ve güçlünün güçsüzü yönetmesi ruhunun her koşulda korunması sağlanmıştır.
Kapitalistin, kendi varlığının devamı için bu ruhun yaşatılmasına ihtiyacı vardır ve ezilen ya da işçi erkek, kadının efendisi olduğu sürece asla özgürleşemeyecektir. Kapitalist ise bu yolla, kadını erkeğiyle büyük bir köle ordusunun sahibi olmayı başarmıştır. Erkek işçinin ruhuna sahip olan kapitalist efendi, onu aile yoluyla geniş emekçi kadın kitlesini kontrol eden, fabrikadan çıktığında eve kapatan, dinin, hukukun ve ahlak yasalarının kadın üzerinde uygulanışına bekçilik eden bir payanda haline getirmiştir.
Erkek işçi kapitalist sistemde bilinçsizce, yaşamdaki tek mülkü kadınını korurken, aslında efendisi adına sömürücü, barbar ve kendisinin de düşmanı sermaye sistemini korumaktadır. Sermaye sahibi efendi, kölelerini ruhunun derinliklerine kadar sömürmekte, kullanmaktadır. Kölelerin kölesi emekçi kadının ruhu ise, yüz yıllardır üzerine düzenlenen akınlardan sonra, yıkılmış, yağmalanmış ve kimliği, ateşe verilen bilincinin külleri altında kalmıştır.
Sınıf ayrışmasının ilk boy verdiği köleci sistemden, kapitalist sisteme kadar olan süreçte, sınıf farkı kadın gerçeğine de yansımış ve bu gerçeğin sömürülen ve sömüren sınıf tarafında olmak üzere iki yönü belirmiştir. Sömürülen çoğunluğun tarafındaki mülksüz emekçi kadınlar, ezilen kadın kavramının da esas anlamını oluşturur. Sömürücü taraftaki kadınlar ise, yine sömürücü erkek tarafından yönetilseler de, ezilen sınıfa karşı bir dizi üstünlük, hatta esas sömürücü erkeğin çizdiği sınırları aşmamak kaydıyla efendilik hakkı kazanmışlardır. Kendince güç ve otorite kazanan aristokrat, feodal ya da burjuva kadının psikolojisi, efendisi tarafından azat edilen ve çiftlik sınırları içerisinde kahyalık görevi verilen köleninki gibidir. Bahşedilen, aşağıdakiler karşısındaki üstünlüğü hak etmek için, kraldan daha kralcı, zalimden daha zalim olmayı bir erdem bilir. Özgürlüğü çiftliğin sınırları kadardır ve kendi sınıfında dahi cins olarak ikinci planda olmasının hırsını, daha zalim ve tavizsiz üstünlük gösterileriyle çıkarmaya çalışır.
Bu tarihsel bir aktarım içinde, kadının toplumsal-sınıfsal anlamını ve kadın psikolojisinin belirginleşen, zamanla kadınlık kavramına yerleşen özelliklerini görmeye çalıştık. Ancak, bir toplumsal psikolojiyi ve onun kadın bireylerdeki tezahürünü görmek istiyorsak, biraz daha özele inmekte, canlı ve yaşama doğrudan değen yanlarına bakmakta yarar var. Bunu yine yazının akışı içerisinde yer yer kadın psikolojisini şekillendiren toplumsal-sınıfsal ve sosyolojik kaynakla ilişkisini kurarak yapacağız. Kadın ve psikoloji gibi özel kavramların kendi içinde de çoğu durumda özel ve kesimsel kanallara ayrışacağını da belirtmekte yarar var. Örneğin, ait olduğu ulus, coğrafya, üretim, kültür koşullarının kadın psikolojisinde bazı farklar oluşturduğunu ve bu farkı her ayrıntısına kadar kapsamanın zorluğunu kabul etmeliyiz. Ancak, bu farkları, bizi dağıtmayacak, bir yöntem sorunu oluşturmayacak ve esası kaçırmamıza olanak vermeyecek biçimde kapsamaya çalışacağız. Bunun yanı sıra kadın psikolojisinin gerçekte sosyolojik ve toplumsal bir bağlaşıklık olduğunu ve bu durumun genel ve çoğunluk tarafından paylaşılan sonuç ve saptamaları kolaylaştırdığını da belirtmeliyiz.
Kadının Düşünce Yapısı
Eve ve dar bir alana kapatılmışlıktan, toplumsal rolünün alabildiğine sınırlandırılmışlığından dolayıdır ki, kadın, diyalektik materyalizmin temel yasalarından birinin insan üzerindeki tipik yansımasını doğrular: Yani yaşadığı gibi düşünür. İnsan düşüncesinin, maddi yaşamın etkisi ve insanın maddeyle teması üzerinden oluştuğunu ve geliştiğini kanıtlayan bu bilimsel yasaya göre yaklaşırsak, şunu rahatça söyleyebiliriz: Kadın düşüncesi ve bilinci tarih boyunca oldukça sınırlı düzeyde gelişmiştir. Ta ilkel komünal toplumun sonlarından itibaren, aşama aşama hayattaki rolü gerileyen kadın, bütün olay ve olgulara dar bir pencereden bakar hale gelmiş, yaşamındaki daralma düşüncesinde de kaçınılmaz bir daralma yaratmıştır. Bu nedenledir ki kadın düşüncesi, genel değerlendirmeler yapıp genel sonuçlar çıkarmak söz konusu olduğunda, çoğu durumda çaresiz ve yetersiz kalır. Hatta yaşam ve etkinlik alanı oldukça genişlemiş, “çağdaş” yaşamın dinamik kadınları dahi, sayısız fikrin durumun, olgunun ve muhakeme etmesi gereken nesnel gelişmenin karşısında ya afallar ya da bu anlaşılmaz ve boğucu çeşitlilikten hızla uzaklaşıp kendisine daha dar, sade, kolay anlaşılır ve yönetilir bir yaşam parçası bulur. Yüz yıllar boyunca kadının düşünmemeye kodlanmışlığı adeta toplumsal bir gen haline gelmiş, artık evinin dışına çıkmaya başladığı günümüz koşullarında dahi yakasını bırakmayan bir kadınlık gerçeği olarak kalmaya devam etmiştir.
Diğer yandan büyük bir kısmı hala hipotez aşamasında olsa da, kadının uzun toplumsal-sınıfsal ezilmişliğinin, onun beyinsel kapasitesini kullanmasında da ciddi gelişim bozuklukları yarattığı tespiti dikkate alınması gereken bir noktadır. Uzun aleyhte işleyen süreç, kadının fiziksel gücünden tutalım da, el becerileri ve tekniğe hakimiyetine kadar, bir çok yönünü aşındırmıştır ya da değişime uğratmıştır. Örneğin, son yıllarda bilim çevrelerinde sıkça tartışılan, kadın beyninin, duyguları yöneten sol lopunun daha gelişkin olmasına rağmen, mantığı yöneten sağ lopunun daha az geliştiği tezi, kadınla erkek arasındaki biyolojik farkın ötesinde, esas olarak, toplumsal alanın farklı kategorilerinde şekillenmiş olmalarına dayanır. Her ne kadar, burjuva bilimsel kaynaklar, bunun kadınla erkek arasındaki ezeli bir biyolojik fark olduğuna işaret etseler de, bilimsel sosyalizmin bakış açısına göre, yaşadığı koşullara dayalı olarak gelişen beynin, kadın gerçeğindeki yansımasıdır bu durum. Ne var ki, kendini kadının doğuştan, erkekten “eksik” bir cins olduğunu kanıtlamaya vakfetmiş o malum bilimsel kaynaklar, bu tespit yoluyla, onun aklının ve mantığının eksik olduğu köhnemiş tezini güncelleme çabasındadır. Erkek egemen anlayışın, yüz yıllardan bu yana daha kaba yöntemlerle kadının “saçı uzun, aklı kısalığını” kanıtlama çabası, bugünün modern burjuva maçoları tarafından, sözüm ona daha akademik ve ikna edici yöntemlerle sürdürülmektedir. Kadın ve erkeğin biyolojik, anatomik farklılıkları olduğu kesindir; hatta bu fark, beyin anatomisi ve kimyası için de geçerli sayılabilir. Ancak, bu farklılıklar, bir cinsi diğerinden daha üstün ve yetenekli kılmaz
Yapılan araştırmalar, kadınların sezgisel zekasının, ayrıntıları ayırt etme özelliğinin, güzel sanatlara yatkınlığının daha güçlü olduğunu göstermesine karşın, rasyonel zeka, veriler üzerinden soyutlama-genelleme yapma, sonuç çıkarma ve coğrafi yön tayini, teknik beceri gibi yanlarının zayıf olduğunu göstermiştir. Bu özelliklerin bir kısmı erkekten daha gelişkin yanları ifade ederken, bir kısmı da, daha geri yanları tanımlar. Belirtmekte yarar var ki, erkekten geri olarak tanımlanan, yön bulma, teknik becerilerde zayıflık gibi özellikleri, kadının sonradan gelişen zayıflıklarıdır. Aktif üretimden ve doğadan koparılmışlık durumu, kaçınılmaz olarak kadının, bu ve erkekten geri olarak addedilen diğer özelliklerinin oluşumunu koşullamıştır. Ne var ki, kadının beyinsel yapısı üzerine, bol bilimsel soslu çözümlemeler yapan burjuva erkek kafalar, evrim denilen şeyin ve evrimi şekillendiren maddi gerçekliğin kadın beyninde yarattığı değişimi, hatta bir değişim yaratmış olabileceğini bile tartışmazlar. Oysa ki, “homo sapiens”likten bugüne, maddi yaşam içerisinde ciddi değişimler geçiren insanın erkek hali, erk olma durumunu, kadının aleyhine, kendinin lehine işleyen bu evrim sürecinden alır. Söz konusu süreç, şüphesiz kadının da yukarıda saydığımız ileri bazı özelliklerini belirginleştirmiştir; ama bir somutluğa dönüşemeyen üretim sürecine bu özellikler, yaşamın eşitsiz akışı karşısında hapsolup kalır.
Bugün kadın düşünce yapısının temel yanlarına baktığımızda, onun yaşamdan soyutlanmasının getirdiği bir sonuç olarak, özellikle soyutlama gücünün geri olduğunu görürüz. Düşünme, derinlikli siyasi, felsefi çözümlemeler yapma konusunda yüzeyseldir. Eğitim görmüş olanlarda da genellikle ezbercilik öne çıkar. Derinlik ve çok yönlü kavrayış gerektiren konularda yetersizdir ve bu tür durumlarda bir yoğunlaşma sorunu yaşar. Kadının genel olarak üretimden kopukluğu, siyasette ön planda olmama ve geniş kitleler halinde siyasete girmeme noktasındaki geriliği, düşünce sisteminde mantık, akıl yürütme, çözümleme gibi fonksiyonları değil, daha çok duygu ve sezgileri öne çıkarır. Dar yaşam alanı içerisinde kafa yoracağı ve çaresizce acı çekmenin dışında çözümlemesi gereken karmaşık sorunlar çıkmıyordur karşısına çünkü. Evi ya da en fazlasından işle ev arasındaki o sıkışık yaşam alanı içerisinde gidip gelirken daha çok kendine döner. Yaşamı çözümlemesine ve onunla dövüşüp, yönetmesine yetecek bilgiden ve veriden yoksundur. Onun evinde ve dünyasında ayrı bir yaşam akar, dışarıdaki dünyada ayrı bir yaşam. Her gün etrafımıza baktığımızda, dünya yıkılsa farkına varmayacak, üstelik fazla şey fark edip başına yeni belalar almak istemeyen kadınlar görürüz. Sıkıştığı kabuktan dışarı bakma cesareti ve takati taşımayan bu kadınlar emekçi kadın gerçeğinin ana gövdesini oluşturur.
Duygularının ve sezgilerinin kendi yaşamını sürdürmeye yettiğini düşünen kadın, mantığını ve rasyonel zekasını sadece kendi yaşam alanında günlük işlerini çevirmeye yetecek kadar kullanır. Bilinci ve düşüncesi daha geniş bir alana kaydığında ise, zorlama ve düz bir mantık ile kaba rasyonel bir yaklaşım belirginleşir. Bilgiye, çözümlemeye ve muhakemeye dayanmayan yöntem ve düşünceleri, ısrarlı ve fanatikçe savunmaya kadar götürür işi. Küçük dünyasında belki doğru olan ve sorunları çözmesine yeten bu yöntem, büyük ve dışındaki dünyaya yetmemekte, aciz kalmaktadır hâlbuki. Çoğu kadın bu gibi durumlarda, dış dünyanın akıl devi karşısında yenilgiyi ilan eder ve bir özgüven çöküntüsüyle, sularından henüz uzaklaşmadığı geleneksel kadınlığın kıyılarına geri döner. Dönmeyenler ise, bilgiye, eyleme, soru işaretlerine ve ünlemlere doyuncaya kadar, bir duvardan diğerine çarparak ve erkek düşünce dünyasının labirentlerinde kaybolmadan ilerlemeye çalışarak, varlığını bulabilir ancak.
Kadının düşünsel yetersizliği, onun kolay yönetilmesinin de gerekçesi olur ayrıca. Sosyalizmden etkilenmiş feminist bir yazar olan Sheila Rowbotham, bu duruma yol açan gerçeği şöyle tanımlar: “(Kadınlar) Yaşamları boyunca bir takım kitaplar okumuş, konuşmalar dinlemiş, güzel sanatlarla şakalaşmış olsalar bile, büyük ölçüde rast gele devşirilmiş bilgileri bir kültür meydana getirmez; dolayısıyla akıl yürütmeyi bilemeyişleri, beyinsel bir kusurdan ötürü değildir, kılgısal yaşam onları buna zorlamamıştır. Kadınlar için düşünce bir araçtan çok bir oyundur; zeki, duyarlı, içten olsalar da, zihinsel teknikten yoksun bulundukları için, kendi kişisel görüşlerini ortaya koyup, bundan bir takım sonuçlar çıkarmayı bilemezler. Erkek, hatta en sıradan erkek de (ki bunlar genellikle eşler olur) işte bundan yararlanıp kadını bastıracaktır, haksız olsa bile haklı olduğunu kanıtlayabilecektir. Mantık erkeklerin elinde çoğu kez bir şiddet aracı olarak kullanılır”. Bu tanımlama ve örnek hangi kadına tanıdık gelmez ki. Çoğu kadının yaşamındaki yetersizlik duygusunun ve onun ardından gelen güvensizlik, edilgenlik gibi psikolojik hallerin, bu yenilgiyle biten mantık savaşlarından sonra gelişmesi tesadüf değildir. Zaten yaşamı boyunca söz söyleme ve müdahale etme hakkından men edilen, üstelik mantıklı söz söyleyemeyeceğine dair geleneksel yargıyla güvensizleştirilen kadın, boyunun ölçüsüne bakmadan bir de erkekle mantık alanında aşık atmaya kalkarsa bir güzel burnu sürtülür ve ona durması gereken yer hatırlatılır. Bu psikolojik sarmal içinde güvensizleşen kadın, çoğu durumda yenilgiyi kabul ederek, erkek tezlerinin ya pasif destekçisi ya da daha fanatik savunucusu olur. Korku, güvensizlik, içe atılmış öfkeden beslenen bu ezilmişlik psikolojisi onu, erkek tezlerinin fanatik bayraktarlığını yaparak varolmaya iter. Onun varlıkla yokluk arasındaki bu durumu, kişiliğinin iğdiş edilmesi ve buradan tüm toplumun iğdiş edilmesine kadar gider.
Kadın düşünce yapısı, baştan bu yana ifade ettiğimiz özelliklere bağlı olarak ele alındığında, daha çok parçalanmış yanıyla dikkat çeker. Bütünseli yakalayamaması, tek tek parçalarda yaşamak zorunda kalması, onun ayrıntıcılığını ve daralmasını da beraberinde getirir. Onun düşünce dünyasındaki bu çizgiler, kaçınılmaz olarak ruhsal yapısını da etkiler ve belirler.
Kadının Ruhsal Yapısı
Kadının ruhsal yapısı ya da psikolojisinin tipik özellikleri denince akla ilk neler gelir? Bu yanıtı kolay bir soru. Günlük yaşam içinde kadınların kadınlara ve erkeklerin kadınlara söylediği sözleri toplarsak hızla geçerli bir yanıt elde ederiz çünkü. Bağımlılık, edilgenlik, özgüvensizlik, duygusallık, kıskançlık, rekabet ve daha sayılabilecek başkaca tanıdık özellikler, kadın psikolojisinin tipik yanlarını oluşturur. Bunların yanı sıra onun toplumsal rolüne bağlı olarak gelişmiş, anaçlık ve fedakarlık gibi özellikleri de, sayılması gereken tipik yanlardan bazılarıdır. Çoğunluğu kötü sayılan bu özellikler, kadının geçirdiği uzun değişim sürecinin en gözle görünen sonuçlarıdır sadece. Toplumun geneli, hatta birçok kadın bile, kadına doğuştan yapışmış gibi görünen bu özelliklerin, onun karakteristik yanını oluşturduğunu düşünürler. Şimdiki zaman ölçüsü üzerinden düşünüldüğünde pekte haksız sayılmazlar. Ama zaten temel sorun da, kadın gerçeğine, geçmiş, gelecek ve geniş zaman penceresinden bakılmaması değil midir? Bu psikolojik yapı ve özelliklerin nerden geldiği, nereye gideceği üzerine düşünmeyi özenle engelleyen burjuva erkek egemen kafalar, kadını şimdiki zamana hapsederek statik, donuk, geçmişsiz, geleceksiz bir varlık haline getirirler. Bütün toplumla beraber kadın kitlesinin de, bu “değişmezlik kuralına” göre düşünmesini ve davranmasını beklerler. Yani, burjuva gerici anlayışa göre, kadının yapısal psikolojik profili, böyle gelmiş böyle gider türdendir. Tanım derseniz; duruma göre, naiftir, kırılgandır, içlidir, şefkatlidir, vefalıdır; duruma göre de, ikiyüzlüdür, içten pazarlıklıdır, oyuncudur, dedikoducudur türünden hem nalına hem mıhına vuran tanımlar çıkar karşınıza. Kadına bakış açısında, ona yüklediği ikiyüzlülüğün daniskasını sergileyen burjuva erkek egemen sistem, kadının beynine ve ruhuna girmiş “şeytanın” kendisi olduğunu gizlemeye çalışır. Bu arada kadın, kötü yaşam çizgisinin ona -en azından şimdilik- yapıştırdığı “kadınlık halleriyle” cebelleşip durmaktadır.
Şüphesiz kadının psikolojik hallerinin, başat ve diğerlerine kaynaklık eden hali, onun bağımlılığıdır. Bu bağımlılık, temelini yine ekonomik-toplumsal iş bölümü ile zorunluluklar ve kadın üzerindeki ağır baskıdan alır. En başta kadının geçmişten bu güne, ekonomik olarak erkeğe bağımlılığı, toplumsal, kültürel, siyasal alanda da kaçınılmaz bir bağımlılık ve “eli mahkumluk” durumu yaratmıştır. Kadının baskı ve zorla iç içe geçmiş bu bağımlılığı, peşinen, türevlerini ve ardıllarını oluşturur. Edilgenlik, nedenli-nedensiz korkular, özgüvensizlik, kaçma ve sığınma sendromu, içe dönme, donuklaşma, yaratıcı eylem karşısında duyulan sıkıntı-tedirginlik ve daha çoğaltabileceğimiz onlarca psikolojik durum, kadının tarihsel bastırılmışlığı, kısıtlanmışlığı ve bağımlılığının sonucudur.
Kadın cinsin erkeğe bağlanması ve bununla paralel olarak eve kapatılması, bugün doğan bir gerçek olmadığı içindir ki, bu bağımlılık ve kapatılmışlığı aşmak çok zordur. Öyle ki, ezilen kadın kitlesinin neredeyse tamamı, bu mahkumiyetin dışında bir seçenek düşünemezler. Düşünseler bile, mevcut toplumsal-sınıfsal gerçeklik buna izin vermez. Hal böyle olunca, tipik kadın savunması devreye girer ve kadın birey kendini acılara, mahkumiyete alıştırmaya, kaçınılmaz duruma adapte etmeye yönelir. Bu acı mahkumiyet içinde, bulduğu ya da türettiği küçük mutluluklarla, rutin yaşamın getirdiği kayıtsızlık ve acılara dayanıklılık fonksiyonuyla ve kandırıcı analık başarılarıyla yetinmek zorunda kalır. Kadın birey, eğer sisteme karşıt bir eylem içerisinde değilse, psikolojik açmazlarının yükü çok daha ağır demektir ve verili sistem koşullarının açmaza kapı diye gösterdiği her eşikten geçerken, ruhsal yapısı daha acıtıcı biçimde burulur ve çarpıtılır. Kapitalizmin bu ultra modern döneminde, kadınların büyük bir kitle halinde acı çeken, sömürülen ve bunalımdan bunalıma itilen halinden başka bir sonuç çıkarılamaz zaten. Açıktır ki, kapitalizm kadını bazı demokratik temellerde özgürleştirirken bile çarpıtmakta ve çürütmeye çalışmaktadır.
Kadın psikolojisinin belirgin noktalarından, edilgenlik durumu, kadının beyinsel enerjisini kör noktalara yöneltir. Günlük yaşamın ve insan ilişkilerinin ayrıntılarına takılmak, abartıcılık, kuşkuculuk, bunlardan bazılarıdır. Genele hakim olmadığı için ayrıntılara saplanır; düşünce ve duygularının merkezini ayrıntılar işgal ettiği için, onları abartır; bilgiden ve bilgi kaynaklarından yoksun oluşu onu, bilimsel yöntemden ve sonuçtan uzak kör bir kuşkuculuğu iter. Bunların yanı sıra, zihninin kapatıldığı ve edilgenleştirildiği dar yaşam alanı, duygularının ve hassasiyetinin aşırı düzeyde öne çıkmasına yol açar. İşte, dokunduğunda ağlayan, çocuğu az yemek yediğinde bunalımlara giren, eşi ya da sevgilisinin söylediği bir yakışıksız söz için günlerce düşünüp kahrolan kadın tipi geleneksel edilgenliğin ürünüdür. Toplumsal-siyasal yaşamda etken bir faktör olamamak, kadının yaşam içerisindeki etkileşim şansını elinden alır. Maddi etkileşimin olmadığı durumda, yeni olaylar, yeni fikirler, sorular, cevaplar, yani zenginlik ve gelişim de yok demektir. Kadın yoksullaştırılmış dünyasının dışına çıkıp etkileşim yaşayamayacak kadar cesaretsizdir. Kendi dünyasının kabuğu dışındaki bilinmezlikler ve riskler, istemli ya da istemsiz, onu aynı yerde kalmaya mahkum eder. Bunun yanı sıra, kadınlık üzerine, aktarılan geleneksel deneyim ve yargılar da onun pasif ve edilgen durumunu pekiştirir.
Bu ruh halini en belirgin yaşayan emekçi kadın kesimi, rolü ev kadınlığı olanlardır. Toplumsal ve ekonomik sıkıştırılmışlığı daha katmerli yaşayan bu kadınlar için yaşam, flu ve varlığı-yokluğu belirsiz bir hal almıştır. Yaşamı böyle algılayan beyinleri ve bilinçleri de matlaşmış, bedene güçlü ve coşkusal uyarılar gönderme özelliğini önemli oranda yitirmiştir. Ev işlerinin her gün kendini tekrar eden bıktırıcılığı, çocuğa karşı annelik, kocaya karşı karılık görevlerinin yerine getirilmesi ve bunları düzenleyen geleneksel kurallar manzumesi kadını, sabah düğmesi açılan-gece kapatılan ve ertesi sabah tekrar açılan bir makineye dönüştürmüştür. Bu mekanizm içerisinde, bazı sorunlar bastırılır ve çoğu durumda tepki dışa vuracak bir kanal bulamaz. Bulduğu zaman ise, küçük bir facia demektir. Histeriye varan sinir nöbetleriyle sarsılan, en başta kendine ve gücünü yetirebileceği en yakınındaki canlı nesne olan çocuğuna zarar veren kadınlar, bu durumun bir örneğidir. Bazı sorunlar karşısında da hiç bir tepki vermeyecek kadar alışmış ve mecalsiz kalmıştır. Zorunlu işler içinde bulduğu her arada, uykuya ve televizyona kaçan, sürekli bir sersemlik ve uyurgezerlik hali yaşayan kadın da, en az önceki örnekteki kadar kötü bir noktadadır. Bu iki durum, psikolojik sorunlarının, artık psikiyatrik hastalıklar ve davranış bozukluklarına dönüşmeye başladığının da bir ifadesidir. Kapandığı o küçücük evde ya bir mezar sessizliği ya da onu duvardan duvara çarpan ruhsal fırtınalar yaşayan kadın, kaybolmuş emeğini ve kaybolmuş kimliğini aramayı akıl edemez bile. Kendisine dayatılan bu durum karşısında dövüşmemesi ise, yaratıcı eylem için biriktirdiği doğal enerjisinin içe dönmesine ve tüketici, çürütücü bir enerjiye dönüşmesine yol açar.
Kadının bu boğucu mengene içerisinde, varlığını küçük zevklerle süsleyebilmesi ve yaşamı daha çekilir kılabilmesi gereklidir. Çiçeklerle uğraşır, onlarla konuşur, hatta nazar boncukları takar. İncecik iplerle ördüğü danteller, onun için bir gurur abidesi ve estetik yaratıcılığının sembolü olur. Komşularının bilmediği pasta tarifleri aldığı zaman gizli bir sevinç duyar. Çocuklarının okuldaki başarısı ve hayırlı izdivaçlarıyla övünür. Bütün yoksulluğuna rağmen, küçük alış-veriş turları onda sevinçli bir telaş yaratır. Temizlik sonrası deterjan kokan evinde duyduğu anlık huzur, toz yüklü bir rüzgarla hemen bozulacak olsa bile, yaşamdan tırtıkladığı o küçücük zevk onun için değerlidir. Komşularla, arkadaşlarla yapılan dedikodular ise, onun hükmedemediği ve içine dalamadığı yaşama, insanlara dair yaptığı rahatlatıcı konuşmalardır. Etkin yaşayarak boşaltamadığı yaşam enerjisini, “etkin konuşarak” boşaltma yöntemidir bu. Dedikodu, kapatılmış ve edilgen kadının özgürlük alanıdır ve bu özgürlüğü kullanırken zevk alır. Bu küçük zevkler yetmediği zaman ne mi olur? İşte burada kadının oyunculuğu devreye girer. “Mış gibi” davranma taktiği uyarınca, eşe-dosta karşı mutluy”muş” gibi görünür, düğünlerde-derneklerde eğleniyor”muş” gibi davranır, yatakta orgazm olur”muş” gibi yapar... Onun zaman çizgisi, sıkıştığı dar mekanında, “gibi” hastalığı bulaşmış, yarım yamalak, coşkudan uzak bir sürü anla doludur. Yani eve kapatılmış kadının, bütün yaşam kesitlerini toplasanız, tam yaşanmış bir hayat bulamazsınız.
Emekçi kadın aktif meta üretimine katıldığı ve dışarıdaki çalışma ya da öğrenim hayatına dahil olduğu durumlarda da, psikolojisinin tanımladığımız yanları temelde bir değişime uğramaz. Bunları yaşama biçimleri ve mekanları değişiklik gösterebilir, ama çok küçük bir azınlık dışında, kitlesel olarak aynı ya da benzer noktalarda birleşirler. Çünkü bugünün kapitalizm koşullarında, “öğretilmiş kadınlığın” girmediği kadın bilinci yoktur. Sömürücü sınıflı toplum sistemlerinin eğitim, ahlak, yasa ve kültürü üzerinden durmaksızın şırınga edilen mevcut kadınlık olgusu, fabrikada, okulda, tarlada yine kadını boğmaya devam eder. Üstelik bu mekanların yolu, sıkı bir denetim için kurulmuş saatler çaldığında, telaşlı bir koşturmacayla kadını hep eve getirir. Bağımlılığın ana üssü ev ve aile olarak kalmaya devam eder. Diğer yandan, kadının dışarı ve içeri arasında beliren çelişkisi ve dışarıdayken bile hep içeriyi yaşayan bilinç durumu, psikolojisinde daha ağır yaralar açar. Üretime, ücretli çalışma hayatına, okul sıralarına geçmesi, onun köleleştirici düzenden kopmasından çok, daha zorunlu bir düzenek ve sıkı bir disiplinle bağlanmasına hizmet eder. Dışarıda ona yüklenen işlev de, ne tesadüf ki, evdekine çok benzer. Fabrikadaki kadın işçi bedeni yoran ama düşünme gerektirmeyen basit, kısa çevrimli işlere verilir. İpliği tak-kolu indir-etiket yapıştır-paketi kaldır... ve robotlaştırıcı, insanı beynine yabancılaştırıcı binlerce vesaire... Kadın işçinin zihni bu binlerce vesairenin akını altında tutulup kalır. Eve gittiğinde ise, yine aynı tutulmanın anneli-babalı, çocuklu-kocalı hali içindedir.
Diğer emekçi kadınların çalışma alanı tablolarına baktığımızda, yine “cinse özel” işlerde olduklarını görürüz. Bu tablonun içi, düzenin kadın kimliği anlayışının yalancı pembesiyle boyanmış, kenarları ise erkek egemenliğinin hapsedici keskin siyahıyla çizilmiştir. Büronun, hastanenin, temizleme mekanlarının, tarlaların ve buna benzer çalışma alanlarındaki rutin işlerin dışına çıkmaları, siyah hattı geçmeleri demektir. O hattın ötesi ise daha zordur, çetrefildir. Burjuva erkek egemen sistemin bekçileri-güvenlikçileri alarm düğmesine bastığında, kadın için çok çetin bir savaş başlıyor demektir.
Okul ise, sistem sahiplerinin sistemin ihtiyaçlarına uygun kadın rolünü, akademik katkılarla genç kadına öğretme mekanıdır. Okul eğitiminin kadına dönük yüzünde yine cinsiyetçilik vardır. Okul sıralarında erkekten özenle ayrılan genç kadın, öğretme sistemindeki ezbercilik ve kadın kimliğine dair modern elbise giymiş gerici yorumlarla alıklaştırılır. Bilim, okul kalesinin yüksek içeri bilim girmekte zorlanır ve itiraz üstüne kızgın yağlar dökülerek uzaklaştırılırken, burjuvazinin yoz ve çarpıtıcı kültürüyle ahlakı, içerde rahatça fink atar. Genç kadın, eğitimdeki burjuva gerçeğin, akla ve bilince zarar bu halleri sonucu, diğer hemcinsleri gibi verili alanın dışına çoğunlukla çıkamaz.
Kadın Psikolojisinin Başkaca Görünümleri
Analık
Ezilen kadının etrafındaki bu çetin kuşatmanın baskısı, daha bir dizi psikolojik görünümde kendini ortaya koyar. Kendisine yüklenen role bağlı olarak gelişen, analık fonksiyonunun bir ülkü haline getirilmesi, bu görünümlerden biridir. Kadınlığın doğal ve soyun üretimi bakımından temel bu rolü, yazının birinci bölümünde belirttiğimiz özel mülkiyetçi kaygılar nedeniyle, en başta erkek egemen anlayış tarafından, doğal gerçeğinin üstüne çıkarılmış, sonra ise bu abartılı yaklaşım kadın tarafından daha abartılı bir biçimde algılanmış ve yorumlanmıştır. Çocuk bakımını salt kadına yükleyen mevcut analık tanımı, bu bakım sürecinde ona başka uğraşı zamanı ve alanı bırakmayacak kadar katıdır. Ama kadın bu katı gerçeği, analık sevgisinin katkısı ve toplumsal rolünü yüz yıllar içinde iyice öğrenmiş olmasının etkisiyle, daha yumuşak, hatta “mutlu” biçimde yaşar. Aslına bakılırsa analık, içgüdüsel bir duygu olduğundan daha fazla, öğretilmiş bir duygudur. Diğer yandan, kadın için anne olmanın gizli bir biçimde “sahip olma” duygusuna değen bir yanı olduğunu da görmek gerekir. Tam anlamıyla mülke sahip olamayan, erkeğe sahip olamayan, kendi yaşamına sahip olamayan kadının, küçük ve kendi bakımına, sevgisine muhtaç çocuğa sahip olmasıdır, bir yanıyla analık. Bunun içindir ki, kadın bütün ruhunu, zamanını, emeğini sahip olduğu o küçük varlığa vermekten sakınmaz. Kadın için çocuk, dolaysız ve kaybetme korkusu taşımadan sevgi alabildiği, hesapsız ve kaygısız sevgi verebildiği ender yaşam alanıdır. Ayrıca erkekle kendisi arasında güçlü bir bağdır.
Ana olmanın kadın için bu cazip yanları, ne yazık ki, köleleştirici ve kötürümleştirici yanlarını örter. Analığın abartılmış ve kadını çocuğa hipnotize eden yanı, çok daha büyük bir bağımlılık daha geliştirir. Ömrünü çocuğunun yoluna yatırır ve insandan, kadından önce artık bir anadır. Hatta bu bir gurur vesilesi haline gelir. Sistem ise, kadına yüz yıllar boyunca öğrettiği replikleri, onun ağzından tekrar duyuyor olmanın hoşnutluğu içindedir. Çünkü kadın ana olmayı yaşamdaki her şeyin üstünde tuttuğu müddetçe, yaşamın kenarında kalmaya, sisteme risk üretmemeye devam edecektir. Kadının çocukla ilişkileri onun durumunu keskin noktalardan etkiler. Diğer bir ifadeyle “çocuğun anneye mutlak bağımlılığı, anne üzerindeki mutlak iktidarı olup çıkar.” (Kadın Bilinci, Erkek Dünyası-S. Rowbotham) Yaşam çocuğunu yönettiğini sanan ama çaresizce çocukları tarafından yönetilen kadınlarla doludur. Şüphesiz analık psikolojisi, tek başına incelenecek kadar geniş ve ayrıntılı bir konudur, ama kadının genel psikolojik yapısı içerisinde, bağımlılığı besleyen güçlü bir faktör olarak tespit edilmelidir.
Aşk-Cinsellik
Aşk ve cinsellik, kadın için edilgenliğin somutlaştığı temel noktalardan biridir. Tabii ki, bunların özellikle Türkiye ve Kürdistan emekçi kadınları bakımından ne derecede yaşandığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak yaşanan haliyle bakıldığında, bol acılı olduğunu görmemek mümkün değildir. Bunda aşka ve cinselliğe, özellikle kadın açısından ket vurulmuş olması önemlidir. Ağırlıklı olarak, aşık olmanın ayıp, cinsel deneyim yaşamanın günah sayıldığı bir toplum düzeninde, kadının aşkı ve cinselliği algılayışı da doğal olarak abartılıdır. Duygularına vurulan ketleri aşıp, aşk yaşamaya başlayan kadın bu nedenledir ki, aşkın coşkusunu mistisize eder. Erkeğe bağımlılık psikolojisinin üstüne bir de aşkın tutkusu eklenince, erkeğe duyduğu cinsel aşk, toplumsal yaşamının merkezi haline gelir. Kadının bu durumu, “erkek için aşk, yaşamın bir bölümü, kadın içinse tamamıdır” sözünü doğrular niteliktedir. Üretim faaliyetine ve toplumsal yaşama çoğunlukla katılmayan ya da sonradan katılan kadın için aşk üzerindeki yoğunlaşma kaçınılmaz olarak daha belirgindir. Yaşama karşı sorumluluk alanı daha geniş ve sorumlulukları daha kritik olan erkek, bu pozisyonu gereği aşkı duygu ve düşüncelerinin merkezine koyamaz. Diğer yandan, erkeği şekillendiren geleneksel değerler de onun aşka tutsak hale gelmesine engeldir. Masallarda, efsanelerde aşkından deli-divane olan, çöllere düşüp, dağlar delen hep erkek kahramanlar olsa da, aslında aşkı en sarsıcı yaşayan kadınlardır. Çünkü sevme ve sevgisini ifade etme hakkından en fazla yoksun olanlar onlardır. Erkeğe kaygısızca aşkını ilan eden kaç kadın tanırsınız hayatınızda, ya da gerici değer yargıları gereği aşkında kontrollü ve “hanımefendi” davranmak zorunda olmayan kaç kadın vardır?
Aşk kadın için bitmek bilmez bir bekleyiştir. Erkeğin eve gelmesini, aramasını ve sevmesini beklemekle geçer kadının aşk hikayesi. Sevgi ihtiyacının doyurulması ise genellikle zordur. Çünkü o, yaşam üretiminde olduğu gibi, sevginin üretilmesinde de pasif ve edilgendir. Onu bekleyişçiliğe ve genellikle kendisine sunulanla yetinmeye koşullandıran geleneksel güdüler, aşkı çoğu zaman bir ıstıraba çevirir. Kadın erkekten ruhundaki o büyük boşluğu dolduracak kadar büyük ve sürekli bir sevgi, ilgi beklerken, aşkın ruhundaki anlamı oldukça net ve dolaysız olan erkek, çoğu zaman bu beklentiye yanıt olmaz. Erkeğe göre aşk ve tutkuyu yansıtmak için çok özel tarifler gerekmez, ama kadın için gerekir. Aşk ilişkilerinde kadının yaşadığı krizler de bundan kaynaklanır. Bu klasik durum, klasik bir diyalogda yansımasını bulur. Erkek kadına seslenir: Seni seviyorum. Kadın yanıt verir: Ne kadar seviyorsun? Bu diyalogda, kadının aşk ilişkilerindeki güvensizliğini ve daha fazlasını isteme duygusunu bir arada görürsünüz. Yani tam bir diken üstündelik psikolojisi... Sevgiyi az yaşayanın, daha çok duyduğu istek ve öncelikli olarak seven değil, sevilen olma özlemi genellikle yanıt bulmaz. Ne var ki, kadın hep bu yanıtı arar durur. Bu arayış ise ona zarar verir ve ruhunu hırpalar. Aşkta erkeğin çoğu zaman kaba ve incelikten yoksun olduğu doğrudur. Ama ya kadının bu abartıcılığı ve aşkı hayat-memat meselesi haline getirişi? Kadın aşkı, çiçeklerle ve kalplerle süslenmiş bir demir kafes içinde yaşar. Tutsaklıklarını süsleyerek, tutsak olduğunu unutmaya şartlanmış kadın, o demir kafes içinde daralırken, aşkın küçük süsleriyle oyalanmaktan başka bir yol bilmez.
Eski bir Latin Amerika özdeyişi şöyle der: Erkekler kadınları iki şeyde yenemez; aşkta ve intikamda... Galiba bu söz çok haksız değil. Aşkı kazanmak kadın için ayrı bir derttir, kaybetmekse ayrı bir dert. Aşkı kaybettiğinde kabullenememe, terk edildiğinde ruhen çökme ve kısa bir süre önce deli gibi sevdiği erkeğe düşman kesilme gibi uç duygular kadında yoğun yaşanır. Ayrılık sonrası intihar ve intihar girişimlerinde kadınlar, yüzde 70 oranla erkekten öndedir. Bundan anlaşılıyor ki, kadının erkekten intikam yöntemi de daha çok kendine zarar verme biçimindedir. Kadının aşkı yaşama deneyiminin bize gösterdiği, o özgürleşmeden ve onu özgürleştirecek bir toplumsal sistem gelişmeden, aşkın coşkun anlamının bulunamayacağıdır. Kadın gerçek anlamda bir özgürlük devrimi gerçekleştirmeden, sadece aşk için aşk demek, yani aşkı bütün kaygılardan, bağımlılıklardan, çıkarlardan arındırmak mümkün değildir.
Korunma İsteği
Bugünün kadın profiline baktığımızda dikkat çeken başka noktalar da az değildir. “Korunma isteği”, bunlardan biridir. Edilgenlik psikolojisinin bir uzantısı olan bu duygu, beşikten itibaren öğretilmiş bir duygu olmakla beraber, yaşamın her aşamasında kendini yeniden üretmeye müsaittir. Çünkü kadın kendini korunmaya, erkekte korumaya kodlamıştır. Kadının edilgen durumunu kabullenişi, onda bir tür rahatlık arayışı yaratmıştır. Yaşamın fırtınaları, tehlikeleri, zorlukları onu çok çabuk yorar. Erkeğin deneyimli kafası, sağlam iradesi ve toplumsal yaşama doğrudan etki eden gücü, kadın için sığınılacak ve dinlenilecek en elverişli yerdir. Kadın için yaşam mücadelesinde “fazla” kavramı vardır ama “daha fazla” kavramı genellikle yoktur. Daha fazla dövüşmek gerektiğinde, artık fazlalıkları atma zamanı gelmiş demektir. Çetin bir zihinsel, ruhsal yorgunluk girdabına sürüklenen kadın, bu girdaptan kurtulmak için, ilk uzanacağı ele, yani erkeğin eline yönelir.
Erkek açısından bu durumun hiç bir sakıncası yoktur. Tam tersine kadını yılgınlık girdabından kurtarmak, onun geleneksel erkek egosunu daha da yücelten bir şeydir. Kurtaran adam ve kurtarılan kadın... Kaç kadının hayallerini gizliden gizliye ya da açık, bu masal ilişkisi süslemez... Bu masalsı özlemin sonunda, kadının başına gökten bir elma düşemez, muradına eremez ve erkek dışında kimse de murada erip, mutluluk kerevetine çıkamaz. Çünkü kadın yenilmiş ve teslim olmuştur. Artık sadece erkeğe teslim olmaktan daha kötü bir şey olan, azgın yaşamın saldırılarından kurtulmuş ve korunmuş olmanın rahatlama duygusuyla idare etmek zorundadır. Mutluluk dediği şey ise, coşku ve tutku damarları alınmış kuru bir huzur duygusudur. Ki, bir süre sonra da o huzur duygusunun tırnakları çıkmaya başlar ve kadının ruhunu tırmalar durur. “Ne yazık yine yenildin, ne yazık yenildiğine yine üzülmedin”... Galiba “kurtarılan” kadının durumunu en iyi bu söz özetler.
Sorumluluktan Kaçış Ve Statüko
Aslında kadının yetenekleri ve düşünsel kapasitesi sayısız zorluğu aşmaya müsaittir. Ancak çalışma ve mücadele alanında belli bir sınıra gelen kadın, içinde kendisini geriye çeken güce çoğu zaman söz geçiremez. Başarma potansiyeli olsa bile yeni ve ileri sorumluluklar almama tutumu, zaferler ve kazanımlarla dolu bir gelecekten kaçma eğilimini doğurur. Ona dönük geleneksel “başaramazsın-yapamazsın” yaklaşımı, başarısızlık ve özgüvensizliğin en önemli toplumsal nedeni olabilir ama tek başına gerekçesi olamaz. Nitekim, bu tür burjuva, feodal yaklaşımları nesnel olarak aşmış, toplumsal yaşamda ve toplumsal devrim aşamalarında ciddi yer edinen kadınlar açısından da aynı “başarıdan ve üst sorumluluklardan kaçış” durumu gözlenmektedir. Bir tür psikolojik savunma refleksi olarak gelişen böyle durumlar, kadında genellikle statükoculuk geliştirir. Statükoculuk ise, gericiliği besleyen ana damardır; ve kadın bu pozisyonuyla, toplumsal ilerleyiş ya da devrim süreçlerinde çoğu zaman gerici düşüncelerin doğal payandası olur. Bugün, kendi toplumsal gerçeğimize baktığımızda, burjuva erkek egemen sistemin yasa ve kültürünün en sıkı savunucularının, geniş bir kadın kitlesi olduğunu görmek zor değildir. Kısacası yaşamdan kaçma pratiği, sanıldığı kadar masum bir şey değildir. Bu bireysel tutumlar toplanıp genele vurulduğunda karşınıza, objektif olarak statükoyu koruyan, gelenekçi ve gerici bir güç çıkar. Bugünkü egemen kapitalist sistemin, ezilenler üzerindeki hegemonyasını sürdürürken, dayandığı doğal yardımcı kuvvettir, statükoya hapsolmuş kadınlar. Sistem şöyledir: Sömürücü erkek egemen yapı kadının gelişimi önüne engeller koyar; engelleri aşma iradesi gösteremeyen kadın ise, bu yapının gelişim yönünde evrilmesi ve devrilmesinin önüne niyetli ya da niyetsiz engel koyar.
Rekabet Ve Kıskançlık
Kadın psikolojisinin hem alışıldık, hem de ilginç noktalarından birisi de rekabetçiliktir. Alışıldıktır, çünkü yaygındır; ilginçtir, çünkü kadının geneldeki silik, öne çıkmayan ruhsal yapısına göre çok sivri bir duygudur. Mesela, sırf kapitalizmin acımasız rekabetçilik gerektiren sistemine uyum sağlayacak bir güç sahibi olamadığı için, kenara çekilen ya da itilen kadın, hemcinsleriyle rekabet söz konusu olduğunda etkinleşir. Kendi cinsine karşı kıskançlık, çekememezlik ve hesaplılık gibi duygularla iç içe giden bir açık ya da kapalı rekabetçilik, kadının iç dünyasını kemirip durur. Bu durum onun yine kendisine dönmesi ve kendisini tüketmesinin zemini olur. Bireysel çıkışlı bu negatif duygular, çıktığı gibi kalmaz ve bir toplumsal psikolojiye dönüşür. Nitekim, bu duyguların hedefi kadının hemcinsi, yani başka kadınlar olduğuna göre, kıskananın kıskanılanın, çekemeyenin çekilemeyenin kim olduğu önemli değildir. Her kadın bu negatif duyguların kaynağı ve hedefi olabilir. Toplumsal yönlendirilmişliğin kötü bir sonucu olan, negatif anlamda birbirine yönelme durumu böyle gelişir. Kendisiyle aynı ya da benzer kaderi paylaşan hemcinse dönük, yıkıcı yaklaşımlar, dışarıda savaşamayan kadının birbiriyle savaşmasını beraberinde getirir.
Bu belki de bir anlamda, kadının psikolojik yapısını belirleyen burjuva erkek egemen sistemin, onları “birbirine düşürmesidir”. Çünkü kadın kendine ait olmayan bir yarışın şartlandırılmış yarışçısıdır. Sistemde -buna özel anlamda erkeğin gözünde de denebilir- bir yer edinmesi gereken kadın, bunu yaparken birbiriyle yarışmak zorundadır. En güzel, en zarif, en hamarat, en anaç olmak yolunda harcadığı çaba sürecinde, hep hemcinsleriyle kıyaslanmak, onları aşmak duygusuyla yüz yüzedir. Erkeğin ya da ailenin ilgisini çekip, takdirini toplayan öteki kadınlar söz konusu olduğunda ise yetersizlik duygusu ve onu takip eden kıskançlık illetine yakalanmış demektir. Kadının bu duygularda ifadesini bulan durumu, onun küçük dünyasına ve ruhuna küçük bir kapitalizmin daha inşa edilmesidir. Birbiriyle yarışan, küçük ya da büyük hamlelerle alt etmeye-ezmeye çalışan, kendine güvence ve varlık alanı oluştururken hemcinsine yönelen kadınlar, kapitalist ilişkileri üretirler. Hemcinslerinin zayıflıklarına erkekten daha fazla saldıran, güvenmeyen, dedikodu çarkını genellikle sevmediği kadınlar üzerine kuran bir ilişki sistemidir bu. Klasik gelin-kaynana, yasal eş-yasadışı sevgili çatışmalarında zarar görebilecek en son taraf erkektir. Ondan önce ve genellikle bu kadın taraflar birbirlerine zarar verir. Birbirleriyle çatışma ya da mahkum etmeye ayırdıkları dikkat ve enerjinin onda biri kadar erkeği sorgulamaya yönelmezler. Çünkü erkek çoğunlukla rakip kadın tarafından yoldan çıkarılmış, ipleri ele geçirilmiş ya da muska-büyü filan yapılmıştır. Suç kadındadır, erkeği etkilememe ahlakını göstermemiştir. Sınıflı sömürücü toplumların kadınları önce ayrıştırıp, sonra da kendi içinde karıştırmasına yol açan kültürel şekilleniştir bu.
Kadının toplumsal yaşamda yer edinme, beğenilme, saygı ve sevgi görme mücadelesi, bir anlamda onun mülk edinme mücadelesidir de. Mülkiyetçi zihniyetin duygusal uzantıları olan kıskançlık, rekabet gibi duyguları yaşaması da bundandır. Bunları yoğun ve kendisine dönük anlamda daha yıkıcı yaşaması ise, erkek kadar duygularını özgürce salamamasından, daha dar alanda yaşamasından kaynaklanır. Mesela, sevgilisini kıskanan erkek, rakibini ya da sevgilisini döverek deşarj olma özgürlüğüne ve hareket alanına sahiptir. Ancak kadının bu özgürlük alanı sınırlıdır. Keskin ataklar yapma şansı az olduğu için, daha küçük çaplı ve entrikacı yöntemlerle rakibine yönelir ya da pasif kıskançlığın iç gerilimiyle kıvranır durur. Yani neresinden bakarsanız bakın, bu duyguların yörüngesine girmek, kendine zarar bir girdabın içine girmektir.
Kronik Mazoşizm Mi, Tarihsel Ezilme Mi?
Kadının ruhsal yapısı üzerine yapılmış birçok tespitten biri de, mazoşizmdir. Bu tespitin sahipleri, erkek egemen burjuva ideolojinin psikanaliz alanındaki sürdürücüleridir. Psikanalizin kurucusu sayılan Breuer’den sonra, çağdaş psikanalizi geliştiren isim olarak tanınan Sigmund Freud, bu tezin en tanıdık savunucusudur. O ve ondan sonra gelen Deutsc, Rado gibi psikanalistlere göre, “mazoşizm kadının anatomik yazgısıdır”. Freud’a bakılırsa, kadın ve erkeğin cinsel kimliğinin yanı sıra toplumsal kimliği de cinsel organı ve libidosuna göre şekillenir. Tanım şöyledir: Penise sahip olan erkek, cinsel birleşmede aktif-etken tarafı temsil eder; kadın ise yine cinsel organının anatomik, biyolojik özelliklerinden dolayı, pasif-edilgen taraftır. Bu durum erkeğin cinselliği ve psikolojisinde aktif sadık yapıyı şekillendirirken, kadında mazoşizmi doğurur. Freud tezlerini takip eden Deutsc ve Rado, kadının ilk çocukluk çağlarında bilinçaltında penise imrenme sendromu yaşadığı ve bir penise sahip olamayacağını anladığında bu aktif olma isteğinin ters teperek mazoşizme dönüştüğünü savunur. Birbirine benzeyen ve tamamlayan bu tezlere bakılırsa, anatomik-biyolojik olarak erkek, ezelden ebediyete kadar sadizme, yani zorba, baskın ve acı verici olmaya, kadınsa mazoşizme, edilgen, acı çekmeye yatkın ve kodlanmış olmaya yazgılıdır. Bu mazoşizm tanımı, kadının yaşama biçimi, onun zevk alma arayışlarının kökeni olarak ortaya konulur. Freud, çocukluk dönemindeki erkeğe imrenme sendromunun, kadının psikolojisini iğdiş ettiğini ve mevcut psikolojik yapısıyla onun “iğdiş edilmiş erkek” olarak tanımlanabileceğini savunur. “Çağdaş” psikanaliz adına dile getirilen bu savunu bir anlamda, “Kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır” köhne tezinin de tekrarıdır. Anlayış aynı, formasyon değişiktir. Eski formda kadın bedensel olarak erkeğin uzantısı olarak yaratılmışken, yeni Freud formunda, kadın erkeğin psikolojik, üstelikte iğdiş edilmiş bir uzantısıdır.
Bu psikanalistlere bakılırsa, kadın sorunu çoktan çözülmüştür! Kadın edilgenliğinin, korkularının, mevcut zayıflığını kabul edip bu zayıflık içinde varolma davranışının, aşırı sevgi ihtiyacının, tatminsizliğinin, güvensizliğinin, (mağdur durumunu kullanarak çıkar gözetilme sağlama tavrının), yüzergezer duygusal hallerinin ve daha bir dizi psikolojik özelliğin nedeni anatomiktir, biyolojiktir, kadın libidosunun kötü bir cilvesidir. Dahası, bu haliyle kadınlar hayatta kurtulmaz! Büyük ihtimalle, “Kadın sorunu yoktur, sorunlu kadınlar vardır” sözünün ilham babaları da, adı geçen psikanalistler ve onların yandaşlarıdır. Kadını, çekirdekten sorunlu gören ve bunu “bilimsel araştırmacı tezlerle” destekleyen bu fikrin savunucuları, sorunlar artık “klinik vaka” haline geldiğinde, psikiyatrik tedavi yoluyla kadının yaşamının en azından biraz yaşanır kılınması dışında bir tutum da önermezler. Burjuva erkek egemen anlayışın, ince ve yine bilimsel patentli yöntemlerle, kabul edilir, çağa uygun bir hale getirilmesinden başka bir şey değildir bu. Halen bu tezler, burjuvazinin kadın gerçeğine bakış açısını tanımlamakta ve sürdürmektedir.
Bu anlayışın tamamı, kadının toplumsal yaşam içerisinde canlı bir varlık olarak görülmemesinin, onun psikolojisini olumsuz anlamda şekillendiren sınıfsal faktörlerin özenle yok sayılmasının ve “anatomik yazgının” kadının kurtuluşu önünde kaçınılmaz bir engel olduğunu kanıtlama çabasının ifadesidir. Kadının anatomik-biyolojik yapısının özellikle hormonal düzeyde bazı özgünlükler taşıdığı ve bunun psikolojik yapıya etki ettiği doğrudur. Ancak bundan gerici sonuçlar çıkarmak için, iflah olmaz bir ataerkil zihniyet taşımak gerekir. Örneğin, hamilelik, lohusalık, regl dönemlerinde devreye giren hormonal salgının, duygusallaşma, duygularda uçlaşma ve yer yer savrulma psikolojisi yaratması, kadının nasıl olur da toplumsal yaşamda kötürüm hale gelmesine yol açar? Çok açık ki, bir oran yapmaya kalksak, anatomik yapının kadının psikolojik profilini belirlemekte, en fazlasından yüzde onluk bir payı olduğundan söz edebiliriz. Kadın psikolojisinin temel ve ağırlıklı özellikleri öğretilmiştir ve yüz yıllar süren dayatmalarla ona kazınmıştır. Kadının biyolojik kaynaklı ruh halleri, çok sınırlı kesitlerdedir ve bir yapı değil, bir durum oluşturmaya denk düşer. Ona duygusallığı, acı çekmeciliği ve tek tek tartıştığımız diğer özellikleri yerleştiren sistemin ta kendisidir. Oldukça ağır bir kapatılmışlık, bastırılmışlık ve zorbalık ortasında şekillenen kadın psikolojisinin zayıf yanlarını çözümlerken, bu temel gerekçelerden başkasını aramak ise, olguyu saptırmaktan başka bir şeye hizmet etmez.
“Ben”i Tanımak “Biz”de Buluşmak
Daha söylenecek çok şey olduğunun farkındayız. Ne var ki, kadın psikolojisi üzerine söylenecek asıl sözler, gerçeğin aynasına doğrudan bakarak ve o gerçeğin eğri yanlarına doğrudan müdahale ederek söylenecektir. Psikoloji insanların kişisel deneyimlerini inceleyen ve irdeleyen bir kavramdır. Öyleyse kadın psikolojisini kavramakta, her bir kadın bireyin ezilen kadın gerçeğini önce kendi bilincinde ve kendinden başlayarak tanıması demektir. Buraya kadar söylediklerimiz ise, ezilen-emekçi kadınları kendisini tanımaya ve kavramaya çağrı olarak tanımlanabilir ancak. Kendisini ve birbirini tanımayan, kendisine ve birbirine yaklaşmayan milyonlarca ezilen kadının olduğu bir gerçeklikte, bu çağrı isabetsiz değildir kanımızca. Diğer yanıyla bakıldığında, kadın psikolojisi üzerinde durmak, emekçi kadın sorununu çıkış koşulları ve somut görünümleriyle kavramaya, aynı zamanda kadının kurtuluşu mücadelesinin bir zorunluluk olduğu fikrini güçlendirmeye de hizmet edecektir.
Kendi gerçeğimize bakarken yapılması gereken en son şeyse, olumlu bulduğumuz ya da geleneksel yapı tarafından olumlu olduğu söylenen yanlarla avunmaktır. Bir ananın vefa duygusu, etrafına sevgi akıtan kadının erdemli yanı ya da fedakarlığı kesintisiz bir borç bilen eşin saygın özelliği bizi gerçeğimizin olumsuz yanlarıyla yüzleşmekten alıkoymamak. Kaldı ki, bu vasıfların üstünü kazıdığımızda, altından koşullandırılmışlık ve bu iyi özelliklerle yetinmecilik çıkabilir.
Kadının kendi gerçeğini tanımlarken söyleyeceği en iyi söz herhalde şudur: Sorunları ben yaratmadım, ama ben çözebilirim. “Çözebilirim” bilinci, “dövüşebilirim” kararlılığıyla birleştiğinde, yeni kadının doğum sancıları da başlamış demektir. Kadının uzaklaştırıldığı ‘ben’ini kavramasında bir eşiktir bu bilinç ve kararlılık. Ama tek başına yetmez. Onun kolektifleşmesini, yani biz olma bilincini de geliştirmesi gerekir bu dönüşüm. Hatta benlikteki dönüşümün başarıya ulaşması için, bilincin ve eylemin bizlikle el ele yürümesi gerekir. Bugün kadının güçlü, kendisiyle barışık, değiştirici, mutlu bir iç dünya yaratabilmesinin yolu, dış dünyasını kolektifleştirebilmesinden geçer. Kolektifleşmek de yaşamın doğrudan içine yerleşmek ve örgütlenmekle mümkündür. Kadındaki genel kurtuluş isteği, kadınların kurtuluşu mücadelesi düzleminde örgütlenme ve eylemle birlikte yürüyemezse, yalnız kalmaktan, etkisiz olmaktan kurtulamayacaktır. Örgütlenme ve eylem niteliğinin bize doğrudan işaret ettiği nokta ise çok nettir. Kadının uzun ve kökleşmiş acılarının son bulacağı yer, kökten çözümün inşa edildiği, devrimci örgüt ve eylemdir. Ve diyebiliriz ki, kat kat ezilen, kat kat sömürülen kadının bu kapitalist dünyada, devrime kendi hayatı kadar ihtiyacı vardır. Kaybettiği hayatını, kaybettiği anlamını, devrim ve sosyalizmin, komünizme uzanan yolunda bulma mücadelesi onu çağırmaktadır. Kadınlığının bilincini kuşanarak ezilen cins kardeşleriyle dayanışma, sınıfının bilincini kuşanarak sınıf düşmanlarıyla savaşma yoludur bu. Sömürücü haramilerce bütün ruhu yağmalanan kadın, bütün ruhuyla devrimi istediğinde, çok başka bir geleceğin kapısı açılacaktır... O gelecekte kadın, yenilenen yaşamdır. Devrimin suyuyla ruhu yıkanmış, sade, coşkun ve hakim yaşam...
Kaynaklar
Kadın Bilinci-Erkek Dünyası (Sheila Rowbotham)
Kadının Ruhsal Yapısı (Karen Horney)
Kadın-İkinci Cins (Simone de Beauvoir)