“Kamu Gücü” Tarih Sahnesinde
Memur kavramı tarihseldir. Nasıl devlet tarihsel bir kategori ise “memur” da tarihsel bir kategoridir. Devlet ve memur birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Biri olmadan diğeri olmaz. “Memur”, devletin tarih sahnesinde boy göstermesiyle ortaya çıkmış ve devletin sönüp gitmesiyle, onunla birlikte sönüp gidecektir. Memur, devletin ürünüdür. Devletin örgütlenişindeki her tarihsel değişme ve gelişme “memur”da da değişme ve gelişme yaratmıştır.
“Devlet daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun ürünüdür, bu toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün itiraflarıdır. Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran, çatışmaya gem vurması, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gerekli hale gelmiştir; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve ona gitgide yabancılaşan bu güç devlettir.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Aktaran Lenin, Seçme Eserler, C. 7, s. 19, Sol Yayınları s. 175)
Devlet ortaya çıktı. Halkın kendiliğinden (özerk) silahlı güç örgütlülüğü, yerini “kamu gücü”ne bıraktı. “Bu kamu gücü, silahlı devlet güçleri (ordu ve polis) ve devletin maddi eklentileri ve her türlü zor kurumundan oluşur.” Bu ilk kamu gücü görevlileri tarihteki ilk memurları tanımlıyordu.
Kendisini toplumun üstüne çıkaran ve git gide ona yabancılaşan devletin bu işlemlerini yerine getirmesinin unsurlarıdır memurlar. Bundan dolayıdır ki, kamu gücü, memurlar, toplumdan çıkan ama içinden çıktığı toplumdan kendisini üstün gören ve giderek ona yabancılaşan bir toplumsal tabakadır.
Bu kamu gücünü yaşatmak için (giderlerinin karşılanması) yurttaşlardan vergi toplanmaya başlandı. “Kamu gücü ve vergileri ödetmek hakkını kullanan görevliler, toplumun organları olarak, toplumun üzerinde yer alırlar.” (Engels, age, s.176) Yasalar bu kamu gücünün varlığını ve otoritesini sağlamanın aracıdırlar.
Memur, vergi, yasa kavramları devlet kavramının temel bileşenleridir ve devletsiz bu kavramlar anlamsızlaşır.
Memur, vergi ve yasa; devlet, sınıf çatışmalarının ürünü olarak doğmuştur ve egemen sınıfın hizmetindedir. “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna göre, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” (Engels, age, s. 177)
Devlet hangi sınıfın egemenlik aracıysa memur, vergi ve yasa o sınıfın hizmetindedir.
Sınıf karşıtlıklarının şiddetlendiği, devletlerin büyüdüğü ve kalabalıklaştığı ölçüde, kamu gücü güçlenir, görevlilerin sayısı artar, masraflar büyür, yasalar çeşitlenir.
Kapitalizm Döneminde
Feodalizm yıkıldı. Kapitalizm egemen oldu. Feodalizme özgü devlet yapısı yerini burjuva devlete bıraktı. Mutlakiyet devrildi. Burjuva topluma özgü merkezileşmiş devlet erki ortaya çıktı. “Korkunç bürokratik ve askeri örgütüyle, karmaşık ve yapay devlet mekanizmasıyla, yarım milyonluk bir ordunun yanı sıra yarım milyonluk başka bir memur ordusuyla yürütme erki, Fransız toplumunun bedenini bir ağ gibi saran ve tüm gözeneklerini tıkayan bu iğrenç asalak organ, mutlak monarşi döneminde, hızlanmasına yardımcı olduğu feodalitenin çöküşü sırasında ortaya çıktı. Birinci Fransız devrimi merkezileşmeyi geliştirdi. Ama aynı zamanda hükümet erkinin kapsamını, niteliklerini ve yamaklarını geliştirdi. Napoleon bu devlet mekanizmasını yerleştirdi.” (Marks, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire, Aktaran Lenin, Seçme Eserler C. 7, s. 38)
Burjuva devlet mekanizmasında “iki kurum karakteristiktir. Bürokrasi ve daimi ordu.” Feodal devlet bir dizi küçük feodal devletin mutlaki krallık etrafında birleşmesinden oluşuyordu. [Osmanlı gibi merkezi feodal devletlerin işlevi özünde farklı değildi. Toprak mülkiyetin temeli idi. Toprak kullanma hakkı karşılığında feodal beyler (tımar sahipleri) devlete savaş esnasında asker gönderiyordu. Halktan toplanan vergilerin bir kısmı devlete aktarılıyordu.]
Burjuva düzende devlet bütünüyle merkezileşti. Bürokrasi ve ordu aristokrasinin denetiminden bütünüyle çıktı. Tek merkezde kurumlaştırıldı.
Bürokrasinin genişlemesi ve daimi ordu burjuva ulusal merkezi devletin etkinliğini artırdı. Ulusal pazarda burjuvazinin serbest rekabet düzeninin koruyucu gücü oldu. Devlet memurları, burjuva ulusal devlet adına deniz aşırı sömürgelerde görevler üstlendi.
Memurluk, devlet işlerinin yürütülmesi işi ile devleti ayakta tutmanın ve işletmenin zorunlu bir gereği olurken, burjuva devletle birlikte devletin toplumsal tabanının genişlemesinin aracı oldu. Yetişkin insan ihtiyacı arttı. Bürokrasinin insan kaynağı köylülerin, küçük zanaatçıların, tüccarların üst tabakalarına sahip olanlardı. Bu tabakalar iktisadi faaliyetlerin yanı sıra devlet içindeki görevlileri aracılığıyla etkinliklerini artırdılar. Burjuvazi aristokrasi artıklarını ve tüccar sınıfından gelme olanları, devlet işlerini yürütmekle görevlendirirken, bunlar, burjuva devletin toplum içindeki desteklerini büyüttü. Bu ara tabakalar, burjuvazinin sömürü düzeninin serbestçe yürütmesi koşullarını güvencelerken, kendileri de, halkın üstünde özel bir konum elde ediyorlardı. Memurluk görevi bu tabakaları ayrıcalıklı kılıyordu. Bürokratik aygıt büyüdükçe küçük burjuvazi de daha çok sayıda devlet memurluğu içine çekildi. “Nispeten rahat, sessiz ve saygın görevler sağlayan bu aygıt sayesinde tam da küçük burjuvazi büyük burjuvazinin safına çekilir ve ona tabi kılınır.” (Lenin Seçme Eserler, Cilt 7, s. 41)
Bürokrasi büyüdükçe halkın sırtındaki parazit de büyüdü. Devletten bir memuriyet görevi elde etmek, rüşvet vb. yollarla zenginleşme demekti. Eskiden yalnızca aristokratların işgal ettikleri memuriyet görevleri, küçük burjuvazinin ve onların partilerinin ganimet nesnesi haline geldi. “Hükümet kurulmasında oynanan kombinasyon oyunu aslında sadece tepede ve tabanda, tüm ülkede, tüm merkezi ve yerel yönetimde cereyan eden bu ‘ganimet’ paylaşımının ve yeniden paylaşımın bir ifadesiydi.” (Age, s. 41)
Emperyalizm, Devlet İşlerinin Kapsamını Genişletiyor
“Emperyalizm, banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine gelişimi çağı, devlet mekanizmasının olağanüstü bir gelişmesini, gerek monarşist gerekse de özgür, cumhuriyetçi ülkelerde proletaryaya karşı başka önlemlerinin artırılmasıyla bağıntı içinde onun bürokratik ve askeri aygıtının görülmedik bir büyümesini gösterir.” (Age, s. 43)
Emperyalizmle birlikte devlet, iktisadi yaşamın düzenleyicisi olmanın ötesinde kendisi de iktisadi yaşamın doğrudan parçası haline gelir. Kentlerin hızla büyümesiyle kentsel altyapı hizmetleriyle tek tek burjuvaların karşılayamayacağı kadar büyük meblağlar gerektirdi. Kapitalizmin doğuşu ve gelişmesiyle birlikte giderek daha çok bu hizmetler devlet tarafından üstlenildi. Kapitalist üretimin tekelci aşamaya sıçramasıyla kentleşme çok daha yaygınlaştı. Bu, enerji, ulaşım ve haberleşme alanlarında devasa yatırımları gerektirdi. Bu yatırımlar birçok yerde devlet işleri haline geldi. Emperyalist devletin üretime girişi, esas olarak savaş sanayii ile gerçekleşti. Dünya, emperyalist tekellerin arasında yeniden ve yeniden paylaşıldı. Emperyalist devletler savaş malzemesi ihtiyacını kendi üretimleri ile temin yoluna gittiler. Emperyalist rekabet ve savaş, aynı zamanda mali istikrar ihtiyacını da görülmedik boyutlarda artırdı. Devlet, mali kaynaklarını büyütmek için vergilerin dışında gelirler elde etme yoluna da gitti. Bankacılık ve sanayi malları üretiminde devlet kuruluşları boy vermeye başladı. Devlet, tekellerin hizmetindeydi ve kendisi de tekelci oldu.
Devlet işlerinin bu artan genişliği, aynı oranda memur sayısında da artışı doğurdu. Memurların sınıfsal kökeni orta sınıfların üst tabakalarından giderek küçük burjuvazinin alt tabakalarına doğru daha fazla kaydı. Büyük fabrika rekabetlerine dayanamayarak hızla çözülen küçük burjuvazi, ailesini işi sürdürmek yerine okula ve memuriyet görevlerine yönlendirdi. Eğitim görmüş kesimler, memuriyetin üst tabakalarını işgal ederken daha az eğitimliler alt görevlere razı oluyorlardı. Memuriyetin alt kesimleri eski şaşaalı, ayrıcalıklı tabaka olma özelliklerini yitirdiler. Fakat, saygın ve daha iyi ücret gibi çekici niteliklerini kısmen korudular. Buna karşın memurlar arasında kastlaşma tam anlamıyla büyüdü. Alt ve üst kademe arasındaki saygınlık ve ücret farkı derinleşti. Aynı kastlaşma giderek yapılan işe göre de değişti. Polis ve subay gibi devlet memurları diğerlerine göre daha ayrıcalıklı kılındı.
Güvenlik, vergi, yasa işlerinin yürütülmesinin yanı sıra, bankacılık ve sanayi üretimi de devlet işleri arasına girdi. Memuriyet işlerinde çeşitlenme bununla sınırlı kalmadı.
Hem emeğin üretkenliğinin sürekli artırılması ihtiyacından, hem de devletin yeni işlerinin yürütülmesi bakımından eğitimli insan sayısına daha fazla gereksinim duyuldu. Kapitalizmle birlikte kilisenin denetiminde olan eğitim, devlet denetimine geçmişti. Daha bu dönemde halk eğitimi başlamıştı. Emperyalizm aşamasında okullar alabildiğine yaygınlaştı ve okullaşma seviyesi yükseldi. Okuma süresi arttı. Lise ve üniversiteler yaygınlaştı. Devlet memuru olan dev bir eğitmenler ordusu oluştu. Tekelci rekabetin hızlanması, bilimsel araştırmalara daha çok kaynak aktarılması ve daha çok insan gereksinimi doğurdu. Bu işleri de çoğunlukla devlet üstlendi. Üniversiteler devlet denetimine girmekle kalmadı, giderek daha çok sayıda bilim adamı devlet memuru haline geldi. Etkinliğini artıran devlet, birçok yerde din adamlarını da devlet memuru statüsüne kavuşturdu. Emperyalizmle birlikte, serbest rekabetçi dönemin özerk kalmış bütün alanları tedricen devlet bünyesine çekildi. Yalnızca eğitim, bilim, din görevlileri değil, örneğin sanatçıların da büyük çoğunluğu devlet memurları haline getirildi. Memur kavramının kapsamı genişledi. Bununla birlikte devletin sanayi, ticaret ve bankacılık işlerini de üstlenmesiyle birlikte devlet memuru yanında devlet işçisi de boy verdi.
“Sosyal Devlet”in Tasfiye Süreci
1917 büyük sosyalist Ekim Devrimi gerçekleşti. Proleter devrimler çağı açıldı. Dünyada ilk kez sosyalist bir devlet kuruldu. Emperyalistler birleşik bir karşı saldırıyla devrimi boğmaya çalıştı. Başaramadılar. Sosyalist devlet hızla iktisadi altyapısını geliştirdi. Emperyalistler, faşizm öncülüğünde ikinci kez saldırıya giriştiler. Bir kez daha başaramadılar. Yeni devletler ve sosyalizme yönelen yeni ülkeler tarih sahnesine çıktı. Avrupa’nın doğusu ve Çin, emperyalist savaşın yıkıntıları üzerinde doğdu. Dünya topraklarının 1/3’ü emperyalist tekellerin nüfuz alanı dışına çıktı. Sosyalizmin gelişimi ve yeni devrimler, kapitalist ülke işçi ve emekçilerini daha da etkiliyor, sosyalizm özlemi giderek büyüyordu. Kapitalist ülke işçi ve emekçileri, II. Paylaşım Savaşı’nda antifaşist savaşın en önünde çarpışmış partilerin aracılığıyla büyük örgütlülükler yaratmıştı. Komünist partiler, birçok Avrupa ülkesinde önemli oy potansiyeline sahip yığın partilerine dönüşmüştü. Burjuvazi, bu partileri hesaba katmak zorunda kaldı. Sosyalist devletlerin başarısı, işçi sınıfı ve emekçilerin artan mücadelesi, komünist partilerin büyüyen etkinliği burjuvazide devrim korkusu yaratıyordu. Emperyalizm stratejisini öncelikle sosyalizmin daha da gelişmesini engellemek, ardından geriletmek ve en sonunda da yıkmak üzerine kurmuştu. Kitlelerin aşağıdan zorlamasıyla kimi iyileştirmeler yapıldı. Sosyal güvenlik kurumlan yaygınlaştı. Sosyal güvenlik, devlet işi haline geldi ve giderek çeşitlendi. Eğitim belli bir aşamaya kadar parasız hale getirildi. Okur-yazar sayısı muazzam oranda arttı, okullarla birlikte eğitimci sayısı da büyüdü. Bir kısım devlet hastanelerinin yanı sıra, sosyal güvenlik çerçevesinde yeni bir dizi sağlık kurumu devlet bünyesinde faaliyete geçti. Bütün bunlarla birlikte devlet memurluğu fonksiyonu arttı. Yeni alanlar ve yeni görevler devlet memurluğuna açıldı.
Yaşam düzeyi nispeten yükselen işçi sınıfından aileler, çocuklarını küçük yaşta işe göndermek yerine okula göndermeye başladılar. Önceden de işçi çocuklarının bir kısmı devlet okullarında okuma şansına erişiyorlardı. 1950’lerden sonra bu giderek kitlesel bir nitelik kazandı. Zorunlu ilköğretim bunda etkili olduysa da işçi çocukları daha üst dereceli okullarda da kitlesel olarak okumaya başladı. Belirli derecedeki okullardan mezun olmak, burjuva katmanların ayrıcalığı olmaktan çıkmadı. Buna karşın işçi çocukları da bu okullardan daha çok faydalanma şansı buldular. Böylece artan devlet memuru ihtiyacının da burjuva katmanlardan karşılanması zorunluluğu önemli ölçüde ortadan kalktı. İşçi çocukları da çeşitli kademelerde devlet memurluğu görevlerini üstlendi.
Aynı dönem devlet memurları arasındaki süregiden kastlaşma açık bir sınıfsal uçuruma dönüştü. Üst tabakalardaki bir kısım yöneticilerin ücretleri, ayrıcalıkları ve devlet görevleri yoluyla zenginleşme olanakları artarken alt kademe memurları her türlü ayrıcalığını yitirdi. Düşük bir ücrete boyun eğmek zorunda kaldı. Yaşam seviyesi ortalama bir işçinin düzeyine indi.
İşçi Sınıfı
“Gelir kaynaklan, sırasıyla ücret, kâr ve toprak rantı olan sırf emek gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve toprak sahipleri, başka bir deyişle, ücretli emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına dayanan modern toplumun üç büyük sınıfını oluşturur." (Marks, Kapital, C. III, s. 774)
Lenin, sınıfları tanımlarken ayırt edici birkaç özellik sıralar. Bu bakımdan bir sınıfı diğerinden ayıran ya da bir sınıfı oluşturan temel farklılıkları şöyle belirler: “Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sistemi içinde tuttukları yerle, üretim araçlarıyla (çoğu durumda yasalarca saptanmış ve formüle edilmiş) olan ilişkileriyle, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rolleriyle ve bunların sonucu olarak, toplumsal zenginlikten elde ettikleri payın boyutlarıyla ve onu elde etmenin tarzıyla birbirlerinden ayrılan büyük insan gruplarıdır. Sınıflar, belirli bir toplumsal ekonomi sistemi içinde tuttukları farklı yerlere bağlı olarak, biri diğerinin emeğine el koyabilen insan gruplandır." (Lenin, Büyük bir Başlangıç, Col- lected Works, C. 29, s. 411, Aktaran Proloter Doğrultu, s. 18)
“Artı-değer üretimi, kapitalist üretim tarzının mutlak yasasıdır." (Kapitaliste. I, s. 615) Kapitalist üretimin itici gücü, daima yaratılan değer aracılığı ile artı-değer yaratmaktır. (Kapital C. II, s. 140) Artı-değer sermaye, birikiminin nedeni ve kaynağıdır. Artı-değerin kaynağı ise ödenmemiş işgücüdür. İşgücü diğer bütün metalardan farklı olarak üretim nesnesine, kendisinin yeniden üretmesi için gereken değerden daha fazla bir değer aktarır. Bu farklılık için kapitalist herhangi bir ödeme yapmaz. İşçinin bu ödenmemiş işgücüne üretim araçlarına sahiplik eden kapitalist el koyar. Kapitalistin geliri bu artı-değer, bir başka deyişle kârdır. İşgücünün ödenmiş kısmına ise ücret denir. Ücret, işçinin kendini yeniden üretmesi (eforu yenilemesi) için kendisinin ve ailesinin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kapitalist tarafından işçiye yapılan ödemedir.
İşçiler, özgür emekçilerdir. Bu özgürlük iki anlamdadır. Birincisi, işgücünün kendi metası olarak satacak özgür bir insan olması, ikincisi elinde işgücünden başka satacak bir meta olmaması, işgücünü gerçekleştirecek her şeyden yoksun bulunması.
Kapitalist ise sermaye sahipleridir. Onlar, ellerindeki sermayeyi yatırıma sokarlar ve sonuçta ilk sermayelerinden daha fazla bir sermaye elde ederler. Bu fazlalık işgücü sömürüsünden doğar, işçi artı-değer üreten, kapitalist işgücü sömürüsü yoluyla artı-değe- re el koyandır. Bu artı-değerin doğrudan sanayi üretim yoluyla mı elde edildiği, tüccar ve banka sermayesinde olduğu gibi başka bir kapitalistin artı-değerinden indirim yoluyla mı elde edildiği her iki tarafı da ilgilendirmez. Kapitalist, sermaye, yatırım yapar ve sermaye birikimi elde eder. İşçi işgücünü satar ve ücret alır. Önemli olan bu her ikisinin aynı anda gerçekleşmiş olmasıdır. İşin kendisi bu gerçekliği zerrece etkilemez.
Kapitalizmin ayırıt edici özelliği, birincisi ürünün meta ve metanın sermayenin ürünü olması, ikincisi üretiminin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretimidir. Ne var ki sermaye her zaman sanayi sermayesi, emek de üretken emekçi olarak çıkmaz karşımıza. Emek de sermaye gibi bir dizi özgül biçime bürünür.
İki temel yanılgı üzerinde durmak gerekiyor. Bunlardan birincisi, işçinin üretken emekçi olduğunu ileri sürer ve üretken emekçiyi de üretim sürecinde ürüne yeni bir değer katan, artı-ürün yaratan olarak tanımlar. Bu doğru ama eksik bir tanımdır. İşçi, üretken emekçidir. Ama bu üretkenliği ille de artı-ürünle sonuçlanması gerekmez. O, ürüne karşı değil, kapitaliste karşı üretken emekçidir. Örneğin tüccar sermayesi ürüne yeni bir değer katmaz. Tüccarın yanındaki işçi de tüccar sermayesini gerçekleştirmek için harcadığı işgücü ile yeni bir değer yaratmaz. Ama bu işçi tüccar için üretken emekçidir. Çünkü tüccar sermayesini yatırırken herhangi bir kapitalist gibi iki kısma ayırır. Değişmeyen ve değişen sermaye, bina, araç ve gereçlerinin yanı sıra işgücünü satın alır. Sermayesini yatırır, kazanç elde eder. Bu kazancın kaynağı sanayi kapitalistinin sermayesidir. Sanayi kapitalisti, metanın satışının gerçekleşebilmesi için kazancın bir kısmını tüccarla bölüşmek zorundadır. Ama tüccar bu kazancı gerçekleştirmek için sermaye yatırımına ve işgücü sömürüsüne ihtiyaç duyar. “Sanayi sermayesine dolaşım maliyetlerini, üretken olmayan giderler olarak görünürler ve köyledirler de. Tüccara ise bunlar, genel kâr oranı belli olan büyüklükleri ile orantılı bir kâr kaynağı gibi görünürler. Bu dolaşım maliyetleri için yapılacak yatırımlar, bu yüzden tüccar, sermayesi için üretken bir yatırımdır ve bu nedenle, tüccar sermayesinin satın aldığı emek de kendisi için aynı şekilde doğrudan doğruya üretken emektir.” (Kapital, C. III, s. 265)
Ticari emek, bir sermayenin tüccar sermayesi olarak iş görmesi, metalarının paraya ve paranın metalara çevrilmesine yardımcı olmak için genellikle gerekli olan emektir... Bu değerleri gerçekleştiren, ama kendisi değeri yaratmayan emektir. (C. III, 262) Önceleri küçük olan, sanayi kapitalistinin bürosu, üretimin genişlemesi ve buna bağlı olarak sanayi sermayesinin dolaşım için gerekli ticari işlemlerin sürekli şekilde çoğalmasıyla büyüdü. Fiyatların hesaplanması, defterlerin tutulması, kasa hesabı, yazışmalar vb. işler bu bürolarda görülürdü. Üretimin ölçeği daha da geliştikçe fabrika binaları giderek bağımsız kurumlar haline geldi. Giderek daha çok sayıda büro işçisi için istihdam zorunluluğu doğdu. “Bu durum, gerçek büro personeli teşkil eden, ticari ücretli işçileri çalıştırılmalarını gerekli kılar. Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez. Ama emeğin fiyatı, işgücünün değeriyle belirlenir. Doğrudan doğruya artı-değer yaratmaz, ama karşılığı ödenmeyen emek ölçüsünde artı-değeri gerçekleştirme giderini artırır. Sözcüğün gerçek anlamda ticari işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandıran ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan, ücretli işçiler sınıfına girer.” (C. III, s. 262) Halk eğitiminin yaygınlaşması, eğitimli insan sayısındaki artış ticari işlerde çalışanların ayrıcalıklarını giderek azalttı. Büro işçileri birçok yerde sanayi işçilerinde daha düşük ücret alan işçiler haline geldi.
Bir örnek daha verelim. Dolaşım maliyetleri, metaların değerine katkıda bulunmaz. “Bunlar, yalnız, değerin gerçekleşmesi ya da bir biçimden diğerine çevrilmesi sırasında yapılan harcamalardır.” (Kapital, C. II, s. 137) Ambalaj, tasnif bu gibi işlemlerden bazılarıdır. Üretilen metaların paraya dönüşmesi için kullanılan değerler, ardiyeler, ambarlar bir dizi masrafı gerektirir. Hem bu metaların saklanmasına uygun araç ve gereç, hem de bu korumayı sağlayacak işgücüne ihtiyaç duyar. “Bunlar üretken olmayan harcamalardır.” (C. II, s. 128) “Toplumsal servetin bu üretken olmayan giderleri zorunludur.” (C. II, s. 133) “Dolaşımda işlev yapan işgücünün satın alınması için değişen sermayenin bir kısmının yatırılması gerekir. Bu sermaye yatırım ne ürün ne de değer yaratır.” (C. II, ss. 125) Ürün ve değer yaratmamış olsa bile, bu alanlarda çalışanlar ücretli işçilerdir. Buradaki işçilerin üretici-işçilerden tek farkı işlevleridir. Çünkü her iki kesim de aynı üretim sürecinin zorunlu iki unsurudur. Bu tür işgücü harcamasına neden olan emeğe, biz zorunlu emek diyoruz.
Konunun bir başka yanı üzerinde durmak gerekiyor. Eğitim, sağlık, bilim vb. alanlarda çalışan işçileri tanımlamak da kimi zaman tartışmalara neden olmaktadır. Kapitalizm her şeyi metalaştırır. Dün meta üretimine konu olmayan birçok şey kapitalist tarafından metalaştırılır. Bu bakımdan yalnızca cansız nesneler değil, insanın kendisi de, bilgi süreci, sağlığı, sanatsal zevki de metalaştırılır. Her biri, kapitalist için sermaye birikiminin nesneleri haline gelir. Marks’ın dediği gibi, bir sosis fabrikası sahibi ile bir özel okul sahibi arasında bir ayrım kalmaz. Çalışanlar için de aynı şey söz konusudur. Biri fabrika işçisi, diğeri eğitim işçisi... Öğretmen işgücü metalaşır. Sermayenin bu özgül biçimi herhangi bir işgücü, meta gibi pazarda meta haline dönüşen öğretim kimliğine bürünmüş işgücü satın alır. Öğretmen de herhangi bir işçi gibi özgür emekçidir. Sermayedar sermayesini değişen ve değişmeyen sermaye olarak böler. Bina gibi taşınmaz mallar, sıra vb. araç ve gereçler sermayesinin değişmeyen kısmını, öğretmen-müstahdem vb. görevliler için ayrılan ise değişen kısmını oluşturur. Öğretmenle müstahdem arasındaki tek fark, vasıflı ve vasıfsız işçi arasındaki farktır. Burada üretim sürecindeki ürün cansız nesneler değil de doğrudan insanın kendisidir. Ama doğrudan insanın kendi bedeni değil bilgisidir. Bilgi metadır. Üretim süreci sonunda bir başkasına (öğrenciye) aktarılır, yenilenir, başkalaşır. Öğretmenin ücreti, herhangi bir işçide olduğu gibi ücretler için gerekli toplumsal emek zamanıdır. Öğretmen, kapitalist patron için üretken emekçidir.
Denetim ve yönetim işi görevlileri yukarıdan aşağıya indikçe işçi sınıfına yaklaşırlar.
Aşağıdan yukarıya çıktıkça işçi sınıfından uzaklaşırlar. Ama bu yakınlık ya da uzaklık onların sınıfsal niteliklerinde bir değişiklik yaratmaz. Onlar, burjuvazi adına kâr oluşumunu denetler ve o kârın bir bölümünü burjuvazi ile paylaşırlar. Alt tabakalara indikçe hem denetleme ve yönetimin bir parçası olan hem de vasıflı iş gören kesimler oluşur. Bunlar ikili bir nitelik taşırlar. Bir yanıyla burjuvazinin aracısıdırlar. Diğer yanıyla çıkarları işçi sınıfı ile çakışmaktadır. Her ücretli işçi değildir. “Ücret, emekçinin toplam işgücünün, değişen sermayenin değerinin ve şu halde emeğin fiyatının yeniden üretildiği kısmının maddeleşmesidir.” (C III, s. 732) Buna karşın denetim ve yönetim işini kapitalist adına üstlenen, bunun karşılığında yüksek ücret alanlar ücretli olsalar da onlar işçi sınıfının bir parçası sayılmazlar. Onların en üst tabakasında yer alanlar, doğrudan aracılık ettikleri sınıfın mensubu sayılırlar. “Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğar." (C. III, s. 339)
Neoliberalizm Dönüştürüyor
1970’lerde kapitalizm derin bir kriz sarmalına yeniden yakalandı. Sermaye yeni bir yönelime girdi. Neoliberal politikalar devreye sokuldu. İşçi ve emekçilerin haklarının gasp edilmesi, özelleştirmeler ve yeni sermaye ülke ekonomilerinin yağmalanması yoluyla sermaye birikimine yeni olanaklar yaratılmak istendi. 1980’lerde emperyalist ülkelerde muhafazakar hükümetlerin pervasız saldırılarıyla, yeni sömürgelerde askeri-faşist diktatörlüklerle hızlanan bu süreç, SSCB’nin yıkılmasıyla önü alınmaz bir çapulculuğa dönüştü.
Sosyalizmin ve işçi sınıfının mücadeleyle elde ettiği kazanımları bir bir elinden sökülüp alındı ve alınmaya devam ediliyor. İşsizlik sigortası vb. sosyal güvenlik hakları yok ediliyor. Eğitim, sağlık, bilim gibi devletçe karşılanması zorunlu hizmetler paralı ve yoksulların yararlanamayacağı olanaklar haline geliyor. Kamu işletmeleri kapitalistlere peşkeş çekiliyor, buna karşın ordu ve polis teknik teçhizat olarak güçleniyor.
Memurlar için de durum dünden farklı kimi yönler içeriyor. Devlet adına çalışan iki tür ücretli var. Birincisi memur, ikincisi işçi. Devlet birincisinden egemenlik için zorunlu bazı görevleri yerine getirmek için ödemede bulunur. İkincisinde ise amacı gelir elde etmek, sermaye yatırımı yoluyla gelir elde etmektir. Memurların maaşları vergi yoluyla elde edilen gelirlerden, işçilerin ücretleri sermayeden ödenir.
Başlangıçta memurluk üst tabakaların yönetim işi olurken, devletin gelişmesi ve büyümesi ile sayısı ve işlevleri arttı. Daha önce de özetlediğimiz gibi, eğitim, sağlık, bilim vb. birçok alan devlet memurluğu alanına girdi, memurların sayısı arttıkça onların toplumsal tabanı da aşağı sınıflara doğru kaydı. Memurluğun ücret bazında herhangi bir ayrıcalığı kalmadı.
Fakat devasa bir devlet memurları ordusu doğdu. İşçi sınıfının kazanımları geliştikçe memurluk görevleri daha da çeşitlendi. “Sosyal devlet”, devlet memurları sayısını da artırdı. Memurların alt tabakaları hiçbir ayrıcalığı olmayan, geçimleri için emeğinden başka satacak meta olmayan, köken olarak işçi sınıfı, köylülük ve çeşitli küçük burjuva katmanlardan oluşan emekçi bir katman haline geldi. Bu, emekçileri işçilerden ayıran, onları çalıştıranlar için taşıdıkları anlamdır. Memurlar ayrıcalıklarını yitirmiş, emeklerinden başka satacakları şeyleri olmayan işçi konumuna düşmüşlerdi. Ama harcadıkları emek, sermaye birikimi yaratmıyor ya da sermaye birikiminin gerçekleşmesinin bir yanını oluşturuyordu. Onların da gelirleri herhangi bir işçi gibi günlük geçimlerini sağlayacak kadar bir gelir olsa da kaynağı sermaye değil, vergi idi. Ürettikleri de değişim değeri değil, burjuva sınıfının yönetim işleri için gerekli kullanım değeridir. Burada iş sürecindeki amaç farklıdır. Amaç farklı olunca amacı gerçekleştirenlerin oynadıkları rol de farklılaşmaktadır. Devlet hastane kurarsa, bina araç ve gereç satın alır. Doktor, hemşire ve müstahdem görevlendirir, onları maaşa bağlar. Devlet bakımından doktorla, herhangi bir araç gereç arasında bir fark yoktur. Her ikisi de masraf kalemidir, her ikisi de gelir kaynağı değildir. Hastanede tedavi karşılıksız yapılır. Amaç kâr değildir. Aynı hastane özelleştirildiğinde durum tamamen değişir. Hastane sahibi sermayedar, doktor ve hemşireler işçi haline gelir. Hasta ise müşteri. Eğitim ve büro memurları için de aynı şey söz konusudur. Özel bir okul öğretmeni, devlet okulu öğretmeninden ayıran, öğretmenin yaptığı iş değil, işin amacıdır. Bu yüzden devlet okulu öğretmeni memur, özel okul öğretmeni işçidir.
Konunun neoliberalizmle bağı şudur. Devlet, eğitimi, bilimi, sağlığı özelleştirerek, onları bir sermaye konusu, kâr konusu haline getirmektedir. Fakat bunu yapamadığı yerde de, daha doğrusu elinde kalanı da kendine sermaye konusu yapmaktadır. Devlet okulları hastaneleri, üniversiteleri, giderek daha çok paralı hale gelmiş, devleti sermayedarlaşmış, devlet çalışanlarının önemli bölümü işçileşmiştir. Bu, hizmetlerden yararlananları da müşteri haline sokmaktadır. Örneğin paralı bir devlet okulu ile özel bir okul arasında amaçta hiçbir farklılık yoktur. Her ikisinin de öğretmeni işgücü sömürü konusu olur ve öğretmen işgücü sömürüsü arttığı oranda sermaye sahiplerine kâr getiren bir işçi durumuna gelir.
Bugünkü durumda sosyal devletin tasfiyesi, sosyal, yararlı kamu hizmetlerinin kâr konusu haline getirilmesi genel eğilimdir. Aynı eğilim çok daha güçlü biçimde emperyalist tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda Türk devletinde de egemen hale gelmiştir.
Bu nedenle sağlık, eğitim, bilim emekçileri eskiden olduğu gibi “memur” statüsünde ele alınamaz. Bunlar yasalar gereği memur sayılsa da yukarıda sayılan nedenlerle işçi konumuna evrilmişlerdir.
Yeri gelmişken zaten işçi olan bir kısım hizmet görevlilerinin 657 sayılı yasaya tabi tutulmaları onları memur kılmadığını vurgulayalım. Örneğin belediye şoförleri yasal olarak memur, ama gerçekte işçi olan emekçilerdir.
Memurları Hangi Sınıftan Saymak Gerekir?
Sorunu bu biçimde koymak yanlıştır. Memurlar yekpare bir sınıf ya da tabaka değildir. Memurların üst tabakaları, hem gelirleri hem de işlevleri itibarı ile sermaye düzeninin koruyucuları ve sürdürücüleridirler. Onlar, burjuva sınıfın bir bölüğüdür. Gelirleri yalnızca yüksek maaşlar ya da bir dizi özel olanak değil, aynı zamanda sermaye sahipleri ile girdikleri özel ilişkilerinden elde ettikleridir.
Alt tabaka memurları ise emekçidirler. Sınıf kökenleri emekçidir. Büyük çoğunluğu, işçi, köylü, ya da şehir küçük burjuva kökenlidir. Fakat onları gerçekte emekçi kılan, iş içindeki rolleridir. Herhangi bir özgür emekçiden farksızdırlar. Ama onların bir bölüğü herhangi bir özgür emekçi gibi artı-değer üretimine katılamazlar. Sermayedarlar için artı-değer üretmezler. Onlar bir yandan işçidirler, çünkü işgüçlerinden başka satacak bir metaları yoktur. Ama diğer yandan işçi değildirler, çünkü üretim sürecinde herhangi bir artı-değer üretmedikleri gibi, artı-değer üretimini gerçekleşmesine de katılmazlar. Patronları için üretken emekçi değildirler. Onlar devletin hizmetlileridir.
Buna karşın dün memur statüsünde olup bugün işçi statüsüne evrilen kesimler vardır. Eğitim, sağlık, bilim vb. alanlarda devlet kâr ve verimliliği esas almaya başlamıştır. Bu nedenle bu alanlarda çalışanlar eskisi gibi ele alınamaz. Devletin bu alanları özelleştirmesi ya da paralı hale getirmesi bu alanlarda çalışanların konumlarında değişikliğe yol açmıştır. Buralarda çalışanları gerçekte işçi olarak değerlendirmek gerekir. Kuşkusuz bu işçileşme bir sürecin ürünüdür.
Bütün alt kademe memurları emekçi değildir. Örneğin asker, polis, yargıç ve savcılar gibi görevliler emekçi kabul edilemez. Alt tabaka subayları ve polis memurları da köken olarak emekçi halk kesimleridir. Bu yönüyle emekçi olarak görülebilirler. Ama onlar emekçileri ezmek karşılığında ücret alırlar ve bu yönüyle emekçilerle çıkarları zıttır.
Memurlar işçidir tanımlaması yanlış olduğu gibi, memurlar küçük burjuvadır tanımlaması da gerçeği yeterince yansıtmaz. Tekrar edersek memurlar yekpare değildir. Bugünkü düzlemde o da tıpkı toplumda sınıf biçimlenmesinde olduğu gibi bir dizi ana ve ara sınıflara bölünmüştür.
Bugün itibarı ile üst tabaka memurları yalnızca devlet görevlileri değildir. Birçoğu sermaye sahibi hüviyeti taşımaktadır. Şirket (KIT) yönetim kurulları üyeleri başka nasıl tanımlanabilir. Kendisi de tekelci sermayenin unsuru olan ordunun üst düzey görevlileri, tekelci burjuvazinin bir bölüğünü temsil eder. Ya da alt tabakalardaki eğitmen, sağlığın paralı hale gelmesi ile bu alanlarda görevli olanların memurluğu ve işçiliği arasındaki ayrım silikleşmiştir. Üst düzey memurların çıkarları burjuva düzenle doğrudan örtüşmekle beraber alt düzey memurların çıkarları doğrudan işçi sınıfının çıkarlarıyla örtüşmektedir. Sosyalist bir düzen, alt tabaka memurlarının da özlemidir. Çünkü yaptıkları işler, büyük çoğunlukla sosyalizmde de varlığını koruyacak toplumsal yararlı işlerdir.
Kamu Emekçisi Tanımı Neden Yanlıştır?
İki nedenle, birincisi, kamu emekçileri tanımı kamuda çalışanlar arasında herhangi bir tabaka ayrımı koymaz. Örneğin bu tanıma göre kamu görevi yapanlar kamu emekçisidir. Bu durumda üst düzey devlet görevlilerini de, asker ve polis ve her türlü adliye görevlisini de kamu emekçisi saymak gerekir. Bir hakim ile bir odacı hangi bakımdan aynılaştırılabilir! Yaşam biçimleri, düzeyleri ve buna bağlı olarak çıkarları itibariyle hiçbir bakımdan uzlaşmaz. Ya da bir polis memuru nasıl olur da emekçi statüsü içinde değerlendirilebilir! Kamu emekçisi tanımı üst ve alt düzey memurları aynı kefeye koyarak onlar arasında çıkar birliği sağlamaya hizmet eder. Gerçekte hızla ayrışma ve çıkar çatışmaları derinleşen ve tabakalar arasında uzlaşmanın ifadesi olan kamu emekçisi tanımı reformcu, liberal bir kavramdır. İkincisi, kamu emekçisi tanımı emekçi memur ve işçi arasındaki ayrımı karartıyor. Zira devlet işçileri ve memurlar olmak üzere iki farklı statü bulunuyor. Bu ayrımı karartmak, işçi sınıfının ayırdedici niteliklerini ve görevlerini karartmak anlamını taşıyor.
Emekçi memur, bugünkü düzlemde emekçi ayrışmasını en iyi biçimde tanımlıyor. Bu tanımla hem memur kavramı korunuyor, hem de onun yeni niteliği ekleniyor. Bir yanıyla devlet görevlisi olması bir yanıyla da böyle olması hiçbir ayrıcalık yaratmamakta. Bu tanım, üst ve alt tabaka memurlar arasındaki ayrımı netleştirdiği gibi, alt tabaka memurlar arasında da emekçi niteliği taşımayanlara emekçi niteliği taşıyanlar arasındaki sınırı netleştiriyor. Ondaki bu baskın emekçi nitelik, çıkarlarının işçi sınıfı ile ortaklaştırdığını, onun yanında onunla beraber mücadeleye atılmasını güdüleyen bir hal alıyor.
657 sayılı yasa kapsamında olanlar tek bir tanımla nitelendirilemez. Gerçekte birçok çalışan, memurlukla hiçbir ilgileri olmamalarına karşın 657 sayılı yasa kapsamına alınmıştır. Emekçi memur kavramı bu kargaşalığın yarattığı kafa karışıklığına da çözüm getirmektedir.
Keza memur statüsünde olup, aslında işçileşmiş sağlık, eğitim, bilim emekçileri ile vergi vb. memurların gelir ve yaşama düzeyleri arasında bir fark olmadığı, genel olarak “işçi-memur” kargaşalığını gidermek bakımından da emekçi memur kavramı gereklidir.
Bazı Yanılgılar Üzerine
Burada bir başka tartışma, geçerken, çok kısa olarak değinmek gerekiyor. Memur sendikaları sınıf sendikaları ilkelerine göre mi örgütlenmeli tartışması yapılıyor. Burjuva toplumda iki tür sendika türetilmiştir. Birincisi patron kuruluşlarının yan yana geldiği, ikincisi işçilerin oluşturduğu sendikalar. Memurların sınıfsal konumunu nasıl nitelendirirseniz nitelendirin, iki seçenekle karşı karşıya kalırsınız. Memurlar ya işçi sendikalarını kendilerine rehber alacaklar ya da patron sendikalarını.
İşçi sınıfıyla çıkarları her gün biraz daha fazla örtüşen emekçi memurların, sınıf sendikacılığı ilkeleri doğrultusunda örgütlenmelerinden başka yolu yoktur. Küçük burjuva sendikal örgütlenme diye başlı başına bir kategori bulunmaz. Her türlü küçük burjuva sedikal anlayış burjuva sendikal anlayışın yansımasından başka bir şey değildir.
Başka bir yanlış tartışma da öğretmenlerin konumuna ilişkin sürmektedir. Bazıları öğretmenleri aydın olma özelliklerine dayanarak küçük burjuva olarak nitelendirmektedir. Bu kesinlikle yanlıştır. Birincisi, aydın olmak her durumda küçük burjuva olmayı gerektirmez. Aydınların üretim karşısında konumları genellikle küçük burjuvadır, çünkü onlar hem emekçi hem de sermayedardırlar. Kendi emekleriyle geçinirler. Onların sermayesi, bilim ve eğitim yoluyla kazandıkları yetenekleridir. Emek harcayarak bu yeteneklerini ürüne dönüştürürler ve bunların satışından gelir elde ederler. (Burada aydın tartışmasına başlı başına girmeyeceğiz. Örneğin öğrencileri tartışmanın dışında bırakıyoruz.) Ama yine de bu aydınların sınıfsal konumunu belirleyen asıl etmen ideolojik duruşlarıdır. Hangi sınıfın yanında yer alırlarsa o sınıftan sayılırlar. Ne var ki bu tanımlar bağımsız aydınlar ve öğrenciler için geçerlidir. Eğer aydınlar üretim sürecinin doğrudan içindelerse, durdukları yan onların sınıfsal niteliklerini belirler. Üst denetim ve yönetim alanında çalışıyorlarsa, burjuva, iş- güçlerini herhangi bir işçi gibi satışa sunmuşlarsa işçi, ya da alt kademe yönetici olarak bir yandan denetmen, bir yandan emekçi iseler işçi sınıfına dahil olan, ama burjuvazi adına işleri denetleyen konumda olurlar.
Öğretmenleri ele alırken bu ayrımlar dikkate alınmalıdır. Öğretmenin sınıfsal konumunu belirleyen, onun aydın niteliği değil üretim içindeki konumudur. Çünkü kendi başına değil, devlet adına bilgi aktarıcısı olarak görev almakla, memurluk yapmakta ve bu hizmeti karşılığında maaş almaktadır. Onu belirleyen bu işlevidir ya da özel bir okulda çalışıyorsa patronuna para kazandıran bir işçidir. Bu alanda da onu belirleyen budur. Aydın olması ona ayırtedici bir özellik, sınıf gerçekliğini tanımada, bilinçlenmesinde de farklı bir özellik katar hepsi bu. Aydın tabakasının içinde sayılmak onun sınıfsal niteliğini belirlemez, ama etkiler.
Yeri gelmişken tekrar etmekte fayda var; devlet okulları esasen paralı hale geldiği, ya da devletin baskın eğilimi bu olduğu için, eğitim emekçisi işçi sınıfının bir bölüğü olarak ele alınmalıdır.
Bir başka yanılgıya daha vurgu yapmak gerekir. Memurların bir kısmının işçileşme- si, bir kısım memurun zaten işçiyken memur statüsüne alınması, memur statüsündeki alt tabaka memurların işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan bir emekçi konumunda olması nedeniyle işçi-memur sendikalarının ayrı konfederasyonlarda değil de aynı konfederasyonlarda birleşmesi hem konunun bilimsel analizi gereği hem de sınıf mücadelesinin ihtiyaçları gereği elzemdir.
Aynı şey iş yasası için de geçerlidir. 657 sayılı yasa işçi-memur ayrımını derinleştirmekte, işçilerle memurlar arasında sahte bir ayrılık yaratmaktadır. Bir kısım kol işçileri dahi memur statüsünde ele alınmaktadır. İster işçi, ister emekçi memur olsun, çalışma yaşamında benzer sorunlarla karşı karşıyadır. Bu nedenle ortak çalışanlar yasası çıkarılmalı, işçi ve emekçi memur aynı statüde ve aynı yasalara tabi olması sağlanmalıdır. Bu emekçi memurlarla birleşmiş işçi sınıfı mücadelesini daha ileri mevzilere taşıyacaktır.
Sosyalizm Ve Memurların Geleceği
Kapitalist devletin yıkıntıları üzerinde yeni bir devlet, sosyalist devlet kurulur. Sömürücü sınıflara ve kalıntılarına karşı diktatörlük, işçi ve emekçilere en geniş demokrasi anlamına gelen proletarya diktatörlüğü, sosyalist devletin temel niteliğini belirler. Devlet, varlığını yeni biçimde de olsa sürdürür. Bu nedenle memurluk da devam eder. Fakat nitelik değiştirir.
Sosyalist devletin inşasıyla bürokrasi, aniden ve tamamen ortadan kalkmaz. Lenin’in deyişiyle “Bürokrasiyi her yerde ve tamamen ortadan kaldırmak söz konusu olmaz, bu bir ütopyadır. Fakat askeri bürokratik mekanizmayı derhal parçalamak ve derhal, yavaş yavaş her türlü bürokrasiyi gereksiz hale getiren ve ortadan kaldıran yeni bir mekanizmanın inşasına başlamak ütopya değildir.” (Lenin, Seçme Eserler, s. 58)
Sosyalizmde devlet yönetiminin fonksiyonları basitleşir. Gereksiz bürokratik işlem ve kırtasiyecilik ortadan kaldırılır. Devlet görevlileri arasında kuyrukçuluğa son verir. Memur özel bir kategori olmaktan çıkar. İşçi, memur, subay herhangi biri devletin (proletarya devletinin) eşit düzeyde görevlileri haline gelir. Aralarındaki tek fark yaptıkları iştir.
En üstten en alta kadar memurlar arasında her türlü ayrıcalık son bulur.
Bütün memurlar ortalama bir “işçi ücreti” alır.
“Tüm yurttaşlar burada ‘(sosyalist devlet) silahlı işçilerden oluşan devletin ücretli görevleri durumuna dönüşür. Tüm yurttaşlar, bütün halkı kucaklayan bir devlet ‘sendikası’nın görevlileri, işçileri olurlar. Gerekli olan yalnızca, hepsinin aynı biçimde çalışmak zorunda olması, paylarına düşen çalışmayı yapmaları ve eşit ücret almalarıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, 107)
Memurların birçok kademesinde görev yapanlar, seçimle ve belirli bir süre için görevlendirilirler. Bunlar yeni bir seçim dönemi gelmeden halkın istemine uygun olarak gerekirse geri çekilebilirler.
Emekçi memurların kapitalizm içindeki konumları dikkate alındığında sosyalist bir devletin onların da özlemi olduğu anlaşılır. Sosyalizm, işçilerin olduğu kadar emekçi memurların da düzenidir. Emekçi olmayan memurlar ise sosyalizm düşmanıdır. Çünkü onların kaybedecekleri yüksek maaşları, ayrıcalıkları ve makamları vardır. Polis, subay, savcı ve hakim gibi görev yapan alt kademe memurlar da kendilerini burjuva düzenine bağladıklarından sosyalizme düşman kesilirler. Onların görevi, gerici burjuva düzeni korumak ve kollamaktır. Çıkarları burjuva düzenle özdeştir. Devrimci mücadelenin belirli aşamalarında devletin bu kuramlarında da devrim lehine parçalanmalar baş gösterir. Bu parçalanma, görevlerini reddetmeleri üzerine gerçekleşir. Emekçi memurlar ve devrimciler bu parçalanmanın gerçekleşmesi için özel bir çaba göstermelidir.