Toplum sal hayatın günlük akışı ve seyri içinde belli koşullar altında, birtakım karşılıklı ilişki biçimlerini, belli bir faaliyetin sonuçlarının inandırıcılığını tanımlamak, bütün bunları yeni bir faaliyetin başlangıcının düğüm noktaları yapmak için sıkça güven, güvenlik ve kendi gücüne güven ya da özgüce güven gibi kavramlara başvurulur. Bu güven kavramı durup dururken hayatımıza girmedi. Yine kimse kendi keyfince de icat etmemiştir. Güven kavramı bütün diğer kavramlar gibi kendisini eşitleyen bir içeriğe sahip nesnel bir olgudur.
Egemen sınıf olarak örgütlü bulunan burjuvazi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini devam ettirmek için, onu teminat altına alan önlemler geliştirir. O nedenle devlet denilen olgu, süratle devreye sokulur. Burjuvazi, devlet olarak da örgütlenerek işçi sınıfını sömürmeyi ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini güvenceye almıştır. Fabrikatör, plaza centrumlarında büyük lüks içindedir. Dışarıda silahlı güçleri onu çelik zırhlarla koruma altına almıştır. Kendi ofislerinde burjuvazi böylece büyük bir güven içerisinde çalışmasını sürdürmektedir. Burjuvazi genel olarak, kapitalist sömürüyü örgütlü bürokratizm ve militarizmle güvenlik altına almıştır.
Tarihsel olarak bugün için bütün üretim araçları burjuvazinin elindedir. O gücünü buradan alıyor. Bu güçle ezilen ve sömürülen büyük çoğunluğun karşısına çıkıyor. Burjuvazinin kendisine güvenini sağlayan bu mevcut toplumsal konumudur. Ardışık gelen üretim süreçleri, bir avuç “insan” lehine büyük çoğunluğu üretim araçlarından dıştalamış, burjuvazi içindeki rekabet bu süreçleri hızlandırmış, sınıfsal farklılıkları büyütmüş ve her geçen zaman içinde mülksüzler ordusu artmıştır. Bütün zenginlikler bir avuç insanda tekelleşmiş tir. Sömürücü egemen sınıf olarak burjuvazi, çok küçük bir azınlıktan meydana gelmiş olmasına rağmen, ezilen ve sömürülen büyük çoğunluk karşısında kendine bu denli güvenmesinin nedeni, ekonomik ve askeri gücüdür. O, kendini şimdilik güvenceye almıştır. Geliştirdiği istihbarat örgütleri bu güvenliğin esaslı unsurlarıdır. Tarihin burjuvaziye kazandırdığı yönetme alışkanlığı, tecrübesi ve yeteneği onun kendisine güvenmesini sağlayan nesnel bir başka olanaktır. Bu olanak aynı zamanda burjuvaziye geniş, insan kitlelerini kendi siyasetine kazandırma, kendi düzenlerini yıkmaktan alıkoyma gibi ikinci bir olanak da sağlıyor. Bütün bu nesnel gelişmeler ve ilişkiler sistemi, burjuvazinin güven kaynaklarıdır. Mevcut toplum kendisini var eden imkanları koruduğu müddetçe, burjuvazi iktidarını devam ettirdiğinde de o, güvenlikte hisseder kendisini.
Kapitalist sömürü sistemi kendisini güvenceye almak için toplumsal hayatın bütün bitişik alanlarında örgütlenir, sürekli ve daima kapitalizmin ebediliğini ve insan soyu için en gelişkin ve en yararlı toplumsal sistem olduğunu propaganda yapar. Bununla bütün bir toplumda ideolojik, tarihsel ve siyasal bir ruhsal ve bilinç biçimlenmesi elde eder. Keza kapitalist sistemin kendisi için beslediği ve büyüttüğü “bilginler” ve bilimsel araştırma- inceleme kolektifleri, yaptıkları üretimler sonucu elde ettikleri “bilimsel bulgular”ı kapitalizm ve burjuvazinin hizmetine sunarak sistemin bekasının ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bütün bu bilimsel araştırmalar ve başka çalışmalar, burjuvazinin hegemonyasını kurma, yayma ve pekiştirme amaçlarına bağlı yürütülür. Burjuvazi, üretim araçları gibi toplumun beyin gücünü, beyin üretimini de tekeline almıştır. Bu alanı da kendi özel mülkiyetine almıştır. Bununla ideolojik cepheyi güvenlik altına almıştır. Burjuvazi, kurulu düzen için üretim yapan “bilim adamları”na gerekli bütün maddi ve manevi olanakları ve ortamı en son noktasına kadar sunmaktadır. Dolayısıyla burjuva bilim adamı geliştirdiği tezler ve buluşları, kendi dünya görüşü açısından bir temele oturttuğun dan, iddiaları, tezleri ve buluşları hakkında kendine sonsuz bir güven duymaktadır. Bunlar görece bağımsız bilimsel bulgular olduğun dan, doğal olarak belli bir güven zeminine de sahiptirler. “Bilim adamı” hangi alanda olursa olsun yaptığı üretimi bütün topluma, toplumun ezilen sömürülen sınıf ve kategorilerin içine taşınmasında ve onlarda kendi lehine sonuçlar elde etmesine ve yaratmasında kendi özgücüne inanmakta ve güvenmektedir. Onun için daha yüksek sesle bağırabilmekte ve ürünlerine daha yüksek bir kararlılıkla sahip çıkabilmektedir.
Burjuvazinin siyasal analistleri açısından da durum böyledir. Bir analist ne denli dünyada, bölgesinde ve ülkesindeki siyasal odaklanmaları, onlar üzerinde yükseldiği ekonomik temelleriyle birlikte irdeleyebilirse, o denli kendi düşünceleri ve öngörüleri hakkında tam bir özgüvenle yazma ve konuşma olanaklarına sahip olma duygusunda hisseder kendisini ve bu duygu ile konuşur. Onun düşüncelerinin, “yanılgının ve safsatanın aletleri” haline gelebilmesi için burjuvazinin bilgi, olgu, bilimsel buluşları, bilimsel teknik gelişmeleri gerçekliğin ve hakikatin aletleri olmamasını başarması gerekiyor. Burjuva siyaset uzmanları, bu durumu başarabilmek için dünya ölçeğinde politik dengelerin yönünün nereye doğru evrildiğini, hangi dengelerin olası yer değiştirmelerini, birbirlerine akışlarını, bütün gelişme potansiyellerini tahlil ederler ki, bütün bir siyasal örgünün bilinmesini ve egemenlik altına alınmasını başarabilsinler. “Yaralı at‘a oynamamak” için bunu yapmak zorundalar. Bunu başardıkları içindir ki, yönetilen çoğunluk karşısına kendisine güvenerek çıkabiliyorlar.
Burjuvazi, tarihin ona kazandırmış olduğu yönetme deneyi, bilgisi ve alışkanlığı sayesinde her somut siyasal durumda, bir dizi ve birbirinden değişik siyasal savaş taktikleri geliştirir. Bu olanağı burjuvaziye ve artık onun ayrılmaz organik bir parçası olan ideologları ve siyaset uzmanları, daha genel bir ifadeyle sistemin yetiştirdiği beyin gücü ordusu, “bilim adamları” sunuyor. Sömürüyü, ayrıcalıkları, barbarlıkları ve politik baskıyı en iyi şekilde bunlar kutsamışlar ve gizlemişlerdir. Ezilen çoğunluğun, egemenlerce yönetilmesini kolaylaştırmayı burjuvazinin bu kesimi, yani “bilginler” de sağlamışlardır. Bütün ayrıcalıkları, bunları tanımlayan bütün kavramları kurulu düzenin çıkarları için bozmuşlar, yanılsamalar yaratmayı başarmışlar, kendi güçlerine güven ya da kendilerine güvenmenin nedensellik bağlantılarını güçlendirmişlerdir vs. Bu güvenin kof ve geçici oluşu da bu nesnel gerçeklikte yatmaktadır. Zira, burjuvazinin güçlü gibi görünen bütün kavram ve kategorileri “yanılgı ve safsata”nın aletleridir. Kum üzerinde inşa edilmişlerdir.
Askeri savaş sanatı açısından, yığınakta hata yapmamak muharebeyi kazanmanın yarıya kadar olan bölümüdür betimlemesi, zaferin güvencesini anlattığı için çok önemlidir. Zaferle ortaya konulan planın doğrudan ilişkisini anlatmaktadır. Burjuvazi bu alanda da tarih boyunca çok askeri stratejist büyütmüştür. Egemenlerin bu sistemli faaliyetinden ötürü, tarihte çok az sayıda bilgin gerçeğe yaklaşabilmiştir. Ancak çok az sayıdaki gerçek bilim adamı, egemenlerin “niçin bize karşı bu kadar soğuk davranıyorsun” sorusuna, “siz çok zenginsiniz” diyebilmiştir. Bu durum değişmediği müddetçe egemenler, “güven” içerisindedirler. Güvenlik içinde olmaları, onlara daha çok kâr, daha çok imtiyaz, daha çok sömürü ve daha çok politik baskı yapmalarında güven kaynağı oluyor.
Bütün insanlık tarihi boyunca egemenlerin kendilerine duydukları güven, gücünü maddi varlıklarından almıştır. Çağdaş tarihte ve günümüzde de burjuvazi, kendisine güveni toplumun büyük çoğunluğunu sömürerek elde ettiği ekonomik gücünden alıyor. Dolayısıyla gerek burjuvazinin kendine, bugünkü toplumsal konumuna duyduğu güven olsun, gerek kapitalizmi kutsayan burjuva bilim adamlarının ileri sürdükleri iddia ve tezlerine duydukları güven olsun, hepsinin doğal temeli insanal yabancılaşmaya dayanır ve son tahlilde bu doğa kanunlarına da açıkça aykırıdır. O nedenle geçicidir. Tarihin ilerleyişi, insanın tekrar gerçek insan olması yönünde olacaktır.
Ama günümüzün toplumu ve hareketi içinde, insan soyunun geleceğini temsil etmek iddiasında olan komünistlerin kendi iddialarına, kendi paradigmalarına ve kurulu kapitalist sistemi yıkacaklarına ve üretim araçlarını bütün toplumun kolektif mülkiyetine dönüştüreceklerine dair kendilerine duydukları güven gücünü nereden alıyor?
Komünistlerin dünya görüşleri devrimcidir. Doğa ve toplumsal gelişmelerin bilimsel betimlemelerinden oluşmaktadırlar. Marks- Engels, Komünist Manifesto’da, "komünistlerin teorik önermeleri, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından icat edilmiş ya da bulunmuş düşüncelere ve ilkelere hiçbir bakımdan dayanmaz. Bunlar yalnızca var olan sınıf savaşımının, gözlerimizin önünde oluşan tarihsel bir hareketin gerçek ilişkilerinin genel anlatımlarıdır. Var olan mülkiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılması, komünizmi kendine özgü biçimde tanımlayan bir şey değildir ” demişlerdi. Gözlerimizin önünde oluşan tarihsel hareketin gerçek ilşikilerinin, bizim kendimize güvenimizin maddi ve bilimsel temelini oluşturan tarafını da birlikte yazdıkları “Kutsal Aile” eserinde "proletarya ve zenginlik karşıt şeylerdir. Karşıt şeyler olarak bir bütünlük oluştururlar. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır... Özel mülkiyet olarak, zenginlik olarak özel mülkiyet, kendi öz varoluşunu sürdürmek zorundadır. Ve bundan ötürü kendi karşıtının, proletaryanın varoluşunu da sürdürmek zorundadır. Kendi doyumunu kendinde bulan özel mülkiyet, çelişkisinin olumlu yanıdır. Tersine, proletarya, proletarya olarak, kendi kendini kaldırmak ve böylece bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtı, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır. Proletarya çelişkinin olumsuz yönü, çelişkinin yüreğindeki tasa, yok olan ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir” diye tanımladıktan sonra, kapitalizmin insanı kendi özüne yabancılaştırmasını, insanın nasıl tekrardan “insanlaşacağını” da, açıklaması oluyor. " Varlıklı sınıf ile proleter sınıf, aynı insanal yabancılaşmayı temsil ederler. Ama birincisi bu yabancılaşma içinde kendisini kendi yerinde; bu yabancılaşmada bir doğrulama bulur, bu kendinin yabancılaşmasında kendi öz erkliğini görür ve onda insanal bir varoluş görünüşüne kavuşur; ikincisi, kendini bu yabancılaşma içinde yıkıma uğramış duyar, ve bu yabancılaşmada kendi erksizliğini ve insan dışı bir varoluş gerçekliğini görür. O, Hegel ’in bir deyimini kullanmak gerekirse, alçalma içinde, bu alçalmaya karşı bir başkaldırmadıronun insanal doğasını yaşamdaki durumuna karşıt kılan, bu doğanın açık, kesin, bütünsel yadsımasını oluşturan çelişkinin, onun zorunlu olarak götürdüğü bir başkaldırma. ” (Kutsal Aile, sf 5758) şeklinde özlü bir biçimde özetliyorlardı. Bu çelişkili durum içinde, çelişkinin “bağrı”nda özel mülkiyet sahibi, burjuvazi kendi yerinin savunucusu, koruyucusu tutucugerici kutuptur. Proletarya ise yıkıcı ve devrimci taraftır.
Bizlerin devrimi örgütlerken kendimize duyduğumuz güven, tarihin ve toplumun gelişme yasalarını yorumlayışımızla doğrudan kuvvetli bir iç bağıntılılık içerisindedir. Modern toplumun kendi “bağrı”nda taşıdığı antagonizmanın onu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak sürükleyeceği tarihsel durakları bilimsel olarak, tarihsel materyalist bir bakış açısıyla açıkladığımızdan ve inandığımızdan, bu tarih sel yürüyüşe hız ve ivme kazandırmak için iradi etken olarak bu tarihsel yürüşün içinde yer alıyoruz. Toplumların gelişim yasalarını incelerken, onları yorumlar ve anlamlandırırken ve en sonunda insanlık, “doğa hali”ndeki başlangıç noktasına bütün bilimlerin ona kazandırdığı olanaklarla ve tarihsel gelişmeye uygun olarak, en zengin ve en gelişkin bir iç düzenlenişle ulaşması kaçınılmaz bir zorunluluktur derken, toplumsal tarihin bu kendiliğinden ve doğal ilerleyişi içinde, bilinçli insan eyleminin, tarihsel gelişmenin temel bir öznesi olarak görülmesi gerektiği de aynı derecede mutlak bir zorunluluktur. Zira Lenin, "tarih, aktif kişiler olan bireylerin eyleminden oluşur” derken, toplumsal gelişme ve dönüşümlerin bu özgün unsurlarına vurgu yapıyordu. Kapitalizmin, gelişmesinin belli bir aşamasında kendisini var eden imkanları tüketerek başka bir toplumsal sisteme dönüşeceği gerçeğini daha iyi kavramak için Karl Marks’a başvurmakta her zaman olduğu gibi yarar vardır. O, bütün önceki dönüşüm süreçlerini özetledikten sonra, "bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsımasıdır. Ama kapitalist üretim bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Bu, yadsımanın yadsınmasıdır. Bu üretici için özel mülkiyetin yeniden kurulması değildir, ama ona, kapitalist dönemde edinilen elbirliği ve toprak ile üretim araçlarının ortak sahipliği temeline dayanan bireysel mülkiyeti sağlar. Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi, halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanmayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birinci durumda, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu; ikincisinde ise, birkaç gaspçının halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmeleri söz konusudur. ” (Kapital, Cilt 1, syf. 782-783)
Toplumların bu doğal ve zorunlu gelişmesi, görüldüğü gibi toplumdaki bütün birey, tabaka ve sınıfların istem ve iradelerin dışında nesnel bir gelişmedir. İstem ve iradeler bu kendiliğinden ve doğal seyri ve ilerleyişi, ancak ve ancak hızlandırabilir, yavaşlatabilir ya da geciktirebilir. Başka bir akıl yürütme yolu, doğa ve toplumların gelişme yasalarını, onun “bağrı”ndaki çelişmeyi kavramamaktır. Eğer kapitalizm, toplumların gelişmesinin en son noktası olsaydı, onun bugünkü “küreselleşme” düzeyinde yoksulluk ve sefalet diye bir olgunun olmaması gerekirdi. Yoksulluk ve sefaletin yerinde eşitlik ve adalet olurdu. Bugün dünya ölçeğinde iki milyar insan yoksulluk sınırının altında, sefalet içinde yaşıyor. Bir kişinin kapısında onbinlerce insan karın tokluğuna yaşıyor. Biz, bu nesnel olguların mutlaka bir gün kapitalist özel mülkiyet kabuğuna sığmayacağına, onu paramparça edecek tarihsel durağa ulaşılacağına bilimsel inanç duyduğumuz için kapitalizme ve burjuvaziye saldırırken kendimize güveniyoruz. Biliyoruz ki, bu toplumsal gelişmeyi durdurmak burjuvazinin iradesinin sınırlarına dahil olsaydı, o, kendi “mezar kazıcısı” proletaryayı yaratmazdı.
O kapitalist olarak yaşaması için, kapısında onlarca ücretli köle bekletmek zorundadır. Sorunu basitleştirirsek, bu onlarca köle mutlaka bir gün, kendi kapitalistleriyle, efendileriyle eşitsiz ve adaletsiz bir ilişki ağı içerisinde oldukları bilincine varacak ve efendilerinin gırtlağına yapışacaktır. Bu yol, toplumların şaşmaz gelişme kanunudur. Bizim rolümüz, bu ücretli köleler ordusunun, kendi tarihsel/toplumsal konumlarının bilincine kavuşmalarını sağlamaktır. Ücretli köleleri bilinçlendirmek, uyandırmak, “düzene koymak” (örgütlemek) ve burjuvaziye karşı savaş yoluna sokmaktır. Onları, savaş yoluna sokmanın biçim, yöntem ve araçları onlarca çeşitlilik gösterecektir.
Bizim kendimize güvenimizin maddi temeli çok güçlüdür. Onu, dosdoğru, proletaryanın varlığı, ücretli kölelerin varlığı burjuvazi için ne kadar gerekli ve mutlak ise, proletaryanın, ücretli kölelerin burjuvaziye karşı zaferinin de o kadar mutlak olduğu bilimsel olarak, tarih ve teori tarafından tanıtlanmış gerçeğe dayandırıyoruz. Komünistlerin kendilerine güvenlerinin bilimsel temelini Marks ve Engels, komünizmin ilkelerini formüle ettikleri o dev eserleri “Komünist Manifesto”da, "Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri, ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. O halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. " (Komünist Manifesto, Syf. 125) olarak izah etmişlerdi. Bizim yaşadığımız tarihsel koşullarda, toplumdaki ve doğadaki bilimsel gelişmelerden habersiz olarak kendi yaşadıkları koşullarda ileri sürülen bu görüşler, sonradan bir dizi tarihsel ve toplumsal olguyla kanıtlanmış ve bu temeli hiçbir zaman burjuvazi çürütememiştir.
Bütün yüzyıllar boyunca doğada, toplumda ve bilimsel teknolojik gelişmede yaşananların hepsi, Marks -Engels’in materyalist diyalektik düşünce sistemlerinin temelini daha da güçlendiren nesnel olgulardır. Burjuvazi, kaçınılmaz tarihsel gelişmeyi geciktirmek için, sistemli bir biçimde ve daima yürütmekte olduğu ideolojik mücadelenin odağına, bilimsel sosyalizmin en kuvvetli ve kendisi için en tehlikeli çekirdeğini parçalamayı koydu. Onun, burjuvazinin “mezar kazıcısı”nın öldüğüne en başta proletaryayı ve bütün ezilen ve sömürülen insanlık ailesini inandırmak için çok kapsamlı ideolojik, politik ve pratik bütünlüklü saldırı cepheleri açtı. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetinin burjuvaziye sağladığı her türlü olanağa rağmen o, toplumların bağrında, onun “tasa”sı olarak var olan proletaryanın, “öldü”ğü martavalını bilimsel olarak ispatlayamamıştır. İşte, komünistlerin kendi dünya görüşlerine, iddialarına ve pratik olarak dünyayı değiştirmeye koyulmalarında kendilerine duydukları güvenin maddi temeli, bütün tarihsel gelişmelerin onların söyledikleriyle uyumlu bir gelişme göstermesindedir.
O nedenledir ki, emperyalist kapitalizmin büyüttüğü ve hizmetine koştuğu “bilim adamları”, yeni bir bin yıla girerken, burjuvazi ye esaslı uyarılarda bulundular. ‘Gelir dağılımında her geçen gün artan oranda büyüyen adaletsizlik, açların burjuvazinin artan servetine göz dikmesine yol açabilir' dediler. O nedenle bu alanda alınması gereken önlemlerin zaman kaybetmeden alınması gerektiğine vurgu yaptılar. Ama bölüşümde adalet ölçüleri, burjuvazinin varlık nedenleriyle bağdaşmıyor. Dolayısıyla, önlemler, burjuvazinin işlerini geçici olarak kolaylaştırabilir. Tarih, doğal yatağında akışını sürdürmeye devam eder. Her geçen gün ezilen, sömürülen ve toplumsal adaletsizliklerin pençesinde acı çekenlerin sayısı daha da artmaktadır. ^imdi burjuvazi, bütün “aç ordular”ın bilinçlenmelerini, örgütlenmelerini ve onun servetine göz dikmesini hile ve aldatmalarla, politik zorun çok değişik biçimleriyle geciktirme telaşı yaşıyor.
Burjuvazi de kendi tarihsel var oluşundan biliyor ki, nasıl ki onsekizinci yüzyılda feodal aristokrasi burjuvazinin yükselişini önle yemediyse, feodal toplum, kendisini var eden imkanları tüketerek kapitalist topluma dönüştüyse, kapitalist toplum da bağrında büyüttüğü modern proletaryanın büyük tarihsel eylemiyle sömürü ve ayrıcalıkların olmadığı bir toplumsal sisteme dönüşecektir. Artık proletarya da “gerçekten kendi kendini yitirmiş” insan, "kendi öz durumunun özetlediği tüm insan dışı yaşam koşullarını" kaldırarak insanal kurtuluşu gerçekleştirecektir. “Güncel toplumun”, der Marks ile Engels "tüm yaşam koşulları, en insan dışı yanlarıyla proletaryanın yaşam koşullarında yoğunlaşmış bulunur. " (Kutsal Aile) Bu nesnel durum, tarihsel gelişimi içerisinde, proletaryanın, “tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağı” bilincine ulaşmasını da bütün bilimlerin gelişim mantığı kadar somut ve nesnel kılacaktır.
O halde biz komünistler, söylediklerimizde, dünya görüşlerimizde, bu bilimsel ve tarihsel olgularla ispatlanmış olmamızın yanısıra haklıyız da. Proletaryanın bilimsel konumundan yola çıktığımız için, onun yerinde durarak teorik paradigmalarımızı oluşturduğumuz için her geçen gün ve her yönde büyüyeceğiz ve gelişeceğiz. Buna inandığımızdan ötürü kendimize güveniyoruz. Bu inanç güvenimizin temelidir. Güncel toplumun kendi içkin ve zorunlu gelişmesi, bize bu güvenceyi veriyor ve o nedenle güven içerisinde sosyalizmin “gelecek” olduğunu yüksek sesle bağırıyoruz. Biz, gerçekliğin duraklarında beklemekteyiz
Bizim dünya görüşlerimizi anlatan bütün kavram ve kategoriler, en kalın çizgilerle her türlü burjuva ve küçük burjuva dünya görüşünden, olanların kavram ve kategorilerinden temelden ayrılmaktadırlar. Benzer olanların “benzer”liği ise yalnızca biçimsel ve görünüştedir. Burjuvazinin geliştirdiği kavram ve kategoriler, proletaryayı aldatmanın, “yanılgının ve safsatanın aletleri”yken, bilimsel sosyalizmin kavramları “zorunluluğu içinde” tarihsel ve toplumsal gelişmenin “iç örgüsü”nü ayrıştırarak hakikatin iş gören aletleridir. Her nesnenin özelliklerini “nesnenin kendisinden” çıkartarak öğrendiğimizden, tarihin ve toplumun ilerlemede duraksamalar yaşaması, gerilemeler yaşaması, biz komünistler için izahı olanaklı olmayan gelişmeler değildir. Komünistler açısından teorinin bütün bir mantık örgüsünün içinde, böylesi “an”ların ve gelişmelerin içerilmiş olduğu her açıdan çok açıktır. O nedenle gerçek komünistler, “bütün zamanlarda ve çağlarda” ideallerinde, dünya görüşlerinde, pratik devrimci taktik planlarında tereddüte düşmemişlerdir, duraksamamışlardır. Kapitalist özel mülkiyet dünyasına, onun yarattığı ağır sömürüye, sınıfsal ayrıcalıklara, imtiyazlara ve eşitsizliklere karşı “verili zaman ve verili koşullar” içerisinde savaşmışlardır. Bugün dünyada ve tek tek ülkelerdeki komünistler, hareketin yükselişinin ihtiyaçları yönleriyle büyük zorluklarla karşı karşıyadırlar. Dünya ölçeğinde bir işçiemekçi rüzgârı hızlı esmiyor. Burjuvazinin hegemonyası bütün dünya insanlık ailesinin her zerreciğinde denetim sağlıyor. Burjuva hegemonya geriletilebilmiş değildir. Uluslararası burjuvazi, tek tek ülkelerde gerici faşist rejimlere karşı mücadele eden antifaşist ve antikapitalist mücadeleleri tasfiye etmek için yeni yeni stratejik planlar hazırlı yor, yeni dengeler kuruyor vs.
Yeni bir yüzyılın başlangıcında sisin karanlık noktalarının dağılmaya başladığına işaret eden olgular çoğalıyor. Ama komünist te orinin bilimsel olarak anladığı ve açıkladığı toplumların gelişme mantığını kavrayanlar, hiçbir zaman kendi ideallerine dair şüpheye düşmezler. Kendi haklılıklarını tartışmalı hale getirmeden, en zor ve en ağır koşullar altında kapitalist özel mülkiyete ve sömürüye karşı mücadeleye devam ederler. Çünkü biz komünistler, büyük insan topluluklarının çıkarlarını savunuyoruz. Büyük insan topluluklarının bizim yanımızda savaşa tutuşacakları mutlak olandır. Ama bütün bu tarihsel ve toplumsal gelişmelerin mutlaka proletarya ve bizim iddialarımıza uygun gelişeceğine, bir doğa yasasının kaçınılmaz gelişimi olarak inanmamız için, komünist teorinin doğa, toplum ve tarihe dair açıklamalarını bütün ayrıntılarıyla bilmek ve kavramaktan geçtiğini bir an aklımızdan uzak tutmamalıyız. Bunu, çok yüzeysel bildi ğimiz durumda, özellikle toplumsal “felaket” günlerinde dizlerimiz titremeden ayakta kalabilmemiz olanaksız değilse de rastlantılara kalmış kadar zordur. Bütün zamanlarda ve çağlarda kapitalizme ve burjuvaziye karşı savaşmanın asıl teminatı, modern proletaryanın dünya görüşleriyle donanmaktır. Kişiye canlılık veren, inancına ve bu inancın ona kazandırdığı gayret, ancak bilgi sayesinde, her hangi bir bilgi sayesinde değil, komünist bilimin bilgisi sayesinde olanaklı olur.
Burada modern proletaryanın organik bir parçası ve büyük öğretmeni, komünist bilimin geliştiricisi Lenin’in bir uyarısını anımsamak ve onun üzerinde tekrar tekrar düşünmek önemli bir devrimci görev oluyor. Lenin, “Komünist bilimin özet ve sonuçlarını bilmekle” komünist olunamayacağını söylemiştir. Bu küçük cümlecik içerisinde ciltler dolduracak büyüklükte devrimci fikirler saklı bulunmaktadır. Belki, dünyada ve ülkemizde “işlerin uzaması”yla ya da devrimlerin yenilgi aldığı tarihsel süreçlerde, devrim saflarından burjuvazinin saflarına çekilen ve kapitalizmin sonsuzluğundan bahsedenlerin sürüklendikleri konumların nedensellik bağı, tarihsel kökleri, onların bütün bir “komünist bilim”in iç örgüsünün tam bilgisine sahip olamayışlarındandır. Engels bir yerde; "ama bütün dünyalar ve bütün çağlar için bir hukuk felsefesi hazırlamaya girişildiği zaman, ne de olsa, tarihte, Almanya’nın Prusya hukukunun çiçeklendiği küçük köşesinden bambaşka bir rol oynamış bulunan Fransa, İngiltere ve Birleşik Devletler gibi ülkelerde hukukun durumu üzerine de bir şeyler bilmek gerekirdi ” dediğinde, ileri süreceğiniz tez hakkında o güne kadar ileri sürülmüş ve yaşanmış bütün şeyleri bilmek zorunda olduğumuzu anlatmak istemiştir.
Her hangi bir burjuva ideoloğunun karşısına doğrudan geldiğimizde ya da onun tezleriyle yüz yüze geldiğimizde kendimize tam bir güven içerisinde, onun tezlerini çürütebilmemiz için, komünist bilimin olgulara ve şeylere dair geliştirdiği bütün yorum ve açıklamaları ve bunların gerçek iç bağıntılarını diyalektik olarak açıklayabilecek bilgi ve kavrayışa sahip olmamız, burjuva düşünceye karşı savaşma yeteneğimizi güçlendiren bir gerekliliktir. Bu gerçek durumu yakalayamadığımızda, burjuva düşünce ve tezlerin karşısına ya hiç çıkamayız ya da kendimize güvensiz bir ruh haliyle çıkarız. Sonuç, haklı olan biz olmamıza rağmen o anki kamuoyu nezdinde inandırıcı olamamış ve yenilmiş olan biz olacağız. Bizim tarihsel olarak hak etmediğimiz de budur. Yani biz komünistlerin güven ve güvenlik zırhı, proletaryanın dünya görüşünün yaşayan canlı ruhunu, proletarya davasını özümlemek ve komünist bilimin en geniş bilgisine sahip olmaktır. Bu büyük devrimci silahın bizlere kazandırdığı güven aracılığıyla daha yeni, daha çeşitlilik gösteren ve daha kapsamlı ve zengin içerikli silahlara sahip olabileceğiz.
İnsanlık tarihinin, toplumların gelişme kanunlarının, doğanın başlangıçta insanlar arasına “koyduğu eşitlik”e doğru, insanın “kurmuş bulunduğu eşitsizlik”i ortadan kaldırmaya doğru gelişmesi, gelişeceği bir doğa yasası kadar mutlak ve kesin olduğundan güncel durumda bunun hızlandırıcı bilinçli öğesi, yani iradi faktörü olarak sürece dahil olan ve proletaryanın yerinde duran komünistler, "özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak kendine karşı verdiği yargı kararını, ” uyguluyoruz.
"Tıpkı ücretli emeğin, başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz. Çünkü o zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir... ” (Kutsal Aile) Bu gerçek nedenden yola çıktığımız için, kendimizde mucizeler yaratacak kadar enerji taşıyoruz. Onun için karşıdevrimin beyaz günlerinde direngen ve sabırlıyız. MarksEngels bu toplumsal gelişme yasalarına bütünüyle “egemen oldukları” için, hiç zaman geçirmeden bütün Avrupa’yı kapsayacak şekilde proletaryanın, kapitalist özel mülkiyete karşı “savaş aracı” Komünist Enternasyonali kurma hazırlıklarına başladılar. Eğer MarksEngels’in inandıkları bilimsel dünya görüşleri olmasaydı, onlar her ülkede ancak bir avuç olan ve gelişimleri hâlâ yarı yolun başında bile olmayan komünistlerle kocaman kapitalist özel mülkiyete, burjuvaziye ve onun devlet olarak örgütlenmiş gücüne nasıl karşı koyabilirlerdi. Dünyadaki bütün devrimlerin küçük gruplarla ve küçük olaylarla başlamış olmasının bilimsel sırrı da buradadır. Paris işçi sınıfı komünü, bu gelişmenin ürünü oldu.
Altmış beş milyonlu bir nüfus yoğunluğunun yaşadığı üzerinde bulunduğumuz kara parçasında, özel mülkiyete, burjuvaziye ve tüm burjuvazinin “ortak işlerini yöneten” bir komiteden başka bir şey olmayan devleti paramparça ederek işçi sınıfının, emekçi milyonların, Kürt ve politik zorbalık altında olan diğer azınlıklardan işçi ve emekçilerin “ortak işlerini yöneten” bir devrimci yönetim kurmayı amaçlıyoruz. Bunu arzulamayan işçi ve emekçi sayısı çok azdır. Türkiye’de burjuvazinin ve kapitalist özel mülkiyetin güncel imparatorluğunu yıkmakta bize güven veren, elimizi çabuk tutmamıza olanak veren bu nesnel zemindir. O nedenle kendi gücümüze duyduğumuz güvenin temeli sağlam ve devrimcidir. Türkiye’nin maddi toplumsal gerçeği, uzun erimli ve sabırlı, inançlı ve yılmaz bir kavga yürüt meye, adım adım toplumsal devrimi sürdürmeye güvenlikli kılıyor bizi. Bugüne değin binlerce devrimci ve komünist kendi konumlarının haklılığına inanarak “tanrıyı ve ölümü yaratan korku”ya en ufak bir taviz vermeden sokaklarda, hücre evlerinde ve meydanlarda burjuvaziye ve karşıdevrimin militarist güçlerine karşı savaştı. Kimisi bu kavgada bereketli toprakları kucakladı.
Onlara bu güç ve enerjiyi veren, inançlarına duydukları sonsuz güvendir. Kızıldere’de, Vartinik’te, Nurhak’ta ve darağaçlarında, ölüm oruçlarında, kalleş işkence tezgahlarında, daha binlerce cephede küçük çaplı silahlarla, zırhlı araçlar ve daha modern silahlarla donanmış düşman kuvvetleri karşısında hiç aman dilemeyen devrimci cüreti olanaklı kılan şey, onların kendi düşünce ve inançlarına duydukları sonsuz güvendi. Haklı olduklarına bilimsel olarak inanıyorlardı ve güveniyorlardı. Darağaçlarında, insanlığın devrim ve sosyalizm özlemleri tetikleniyordu. Bu miras bugün kapitalist özel mülkiyete karşı savaşan bizlerin en büyük kuvvet kaynaklarındandır.
1978 yılında bir avuç Kürt yurtseveri genç, Kürt ulusunun devlet bağımsızlığı ereğiyle yola koyulduklarında, yüzyıllarca ve bütün tarih boyunca hiçbir zaman bağımsız bir devleti olmamış Kürt ulusunun ve Kürt yoksul köylüsünün “bağımsızlık arzusu”nu örgütlemeye ve koordine etmeye çalıştığı için haklıydı. Bundan ötürü, bir toplumsal güç olacağına dair kendisine güven duyuyordu. Teorik, pratik ve tarihsel olarak haklı olan, haklılığı bilimsel olarak ispatlanmış olan kendisine güveniyor da. O an, gücünün ve olanaklarının büyüklüğü ya da küçüklüğünü fazla önemsemeden gücünü haklılığından alıyor ve bunun güvencesi altındadır.
Devrimi örgütleme iddiasında olan, belli bir program ve ilkeler temeli üzerinde örgütlenen, her toplumsal oluşum, amaçlarına ulaşma çalışması yürütürken doğal olarak ve nesnel olarak kendi öz gücüne güvenir. O, düşünmüş, tarihi ve toplumsal gelişmeleri araştırarak ortaya bir toplumsal proje koymuştur. Bunu ne denli, tarihte insan faaliyetinin ortaya çıkardığı ürünleri tam olarak incelemiş, sınıflandırmış ve kendi toplumsal projesi için yararlı olanları bütün kılabilmişse, o kadar da kendi iddialarına inanıyor ve güveniyor demektir.
Komünistlerin programı ve ilkeleri, proletaryanın ne yapması gerektiği soru sundan, nesnel gerçekliğinden çıktığı için, gelecek komünist ufuklara pupa yelken yürümeye olanak veren en sağlam, en doğru ve en bilimsel iddialardır. Proletaryanın “tarihsel rolü”nü kendilerinde içkin kılan komünistler, “bütün dünyalarda ve çağlarda” geleceği temsil ediyorlar. Toplumda yalnızca ve yalnızca komünistler, proletaryanın yerinde durduklarından geleceği temsil ediyorlar. Dolayısıyla devrimi örgütlemede de yalnızca ve yalnızca savundukları proletaryanın dünya görüşlerinin doğruluğuna ve haklılığına inanırlar. Yaşam koşulları her geçen gün proletaryanın yaşam koşullarına yaklaşan toplumsal tabakaları, proletaryanın dünya görüşleri etrafında örgütleyerek devrime yürürler. Komünistler, devrimi örgütlemeye koyuldukları her durumda, kendi ülkelerinde o anki tarihsel, toplumsal ve siyasal dizilişleri ve dengeleri de mutlaka tahlil ederler. Proletarya ile sömürücü büyük burjuvazi arasında kalan alt ve orta tabakaların politik temsilcilerinin de enerjilerini büyük burjuvaziye yöneltmek, onların arkaladığı yığınları proletaryanın dünya görüşlerine kazanmak için özenli ve dikkatli bir mücadele yürütürler. Bugün Türkiye ve Kürdistan devriminin güçlerini birleştirmeye çalışırken de asıl olarak kendi öz gücümüze güvenmeliyiz. Güveniyoruz.
Ama bütün bunları yapabilmek ve başarabilmek için, tarihsel rolünü kendimizde içerdiğimiz modern sınıfın, proletaryanın içinde oluşmamız ve büyümemiz de bir doğa yasası kadar gerekli ve zorunludur. Devrimi örgütlemek için “bir yığın örgütü” gerekiyor. Yığın örgütü de kapitalizmin bir araya topladığı insan kitlelerinde yaratılabilir. Birleşik devrimin insan kitlelerini tasnif ettiğimizde, sanayinin bir araya topladığı ve bir kocaman sınıfı oluşturan insan kitleleri, işçi kitleleri on milyonu aşıyor. Ve bunun safları da giderek büyüyor. Komünist öncünün karar ve direktiflerinin karşılık ve yaşam bulabilmesi için işçi sınıfı kitlelerini kucaklayabilmiş sendikalar gibi araçlara, “yığın örgütleri”ne sahip olması ya da onların üzerinde doğrudan bir etkiye sahip olması gerekiyor. Bu görev ertelenemez. Ertelenmesi durumunda, daha yıllarca ara tabakalarla oyalanmaktan kurtulamayacak.
Komünist öncü, her hangi bir devrimci siyasal eylemi gerçekleştirmeyi görev olarak önüne koyduğunda, bunu gerçekleştirmede de asıl olarak proletaryanın yerinde durarak düşünür, yani o işi yapmakta kendi öz gücüne dayanır ve güvenir. Böyle davrandığı ölçüde, mücadele “arzu”su içinde olan işçi kitleleri kendi saflarına çekebilir. Örneğin her pratik siyasal gündemde burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf ve tabakalara karşılık düşen politik örgütlemelerle somut güncel talepler etrafında ittifak yapmaya, bütün sınıf ve tabakların temsilcilerinden daha fazla dikkatli ve özenlidir. Ama hiçbir zaman bugünün hare keti içinde geleceği temsil ettiğini unutmaz. Müttefiklerine eylemin ya da “iş”in ayrıntılandırılmış plan ve bu plana bağlanmış somut pratik hazırlıklarıyla çıkar.
Böyle düşünmesi, davranması ve konumlanması, onun eli kolu bağlı kalmasını önlemenin de teminatıdır. Öyle ki, müttefikleriyle, bugün büyük burjuvaziye karşı mücadelede kendi mülkiyet çıkarları için mücadele edenlerle anlaşamadığı, bir taktik “bir”lik elde edemediği durumda, daha önce yapmış olduğu kendi hazırlık ve planlarını gerçekleştirmek için duraksamadan “iş”e koyulur. Bugüne kadar ki deneyler gösterdi ki, ortaklık ya da taktik “bir”lik içine girildiğinde, komünist öncü kendisiyle bütün diğerleri arasındaki belirgin ayrım çizgilerini bazen matlaştırdı. Kendi kapsamlı hazırlık ve planlarıyla, düşünce ve önerileriyle “ortak”larının karşısına çıkması gerekirken, genellikle onlarla birlikte “pratik plan”lar hazırlama yolunda yürüdü. Bu aşırı zaman ve enerji kaybı oldu. Komünist öncünün var olan tutarlı ittifak politikası, böylece pratikte yaşam bulmakta zorluklarla karşı karşıya geldi. Her gelişmeyi “bir”likte değerlendirmek ve pratik plan yapmak pek çok somut durumda hiçbir şey yapmamakla sonuçlanmıştır. Ya da iş işten geçtikten sonra bir şeyler yapılmıştır. Bu söylenenler, hiçbir biçimde komünistlerin ittifak yaptığı güçlerle birlik, pratik eylem, karar ve planlar yapmasını dıştalamıyor. Aksine, bunların daha mükemmel olması gerektiğine yapılmış vurgular oluyor.
Komünist öncü olma iddiasındaysan, her hangi bir siyasal gelişme karşısında ya da dosdoğru o “an” yapmayı gerekli ve zorunlu olarak gördüğün pratik devrimci etkinliği, deyim uygunsa kendi dışında kimsenin olmadığı tek başına bu “iş”i yapmak zorunda olduğun varsayımından yola çıkarsın. Bu, hiçbir zaman nesnel gerçeğin görülmediği anlamına gelmez. Bu, hiçbir zaman devrimin irili-ufaklı güçlerini ortak paydalarda birleştirmek düşüncesine sırt dönmek anlamına gelmez. Bütün bunların aksine, söz konusu güçlerin daima hızlı hareket etmelerinin, daha koordineli davranmalarının ve sonuçta soruna “yerinde ve zamanında” müdahale etmelerinin koşullarını pek çok açıdan hazırlanarak elverişli duruma getirmeyi sağlar. Aksi bir akıl yürütme, öncülük fikri ve iddiasıyla asla bağdaşmaz.
Bunun ideolojik temelini MarksEngels ta “Komünist Manifesto”da çok açık bir biçimde anlattılar ve ortaya koydular. Onlar; “bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve nihayet yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür. Alt-orta sınıf, küçük imalatçı, dükkancı, zanaatçı, köylü, bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını (varlıkları, özel mülkiyet 'leridir-SP) yok olmaktan kurtarmak için burjuvaziye karşı savaşırlar. Bunlar, şu halde devrimci değil, tutucudurlar. Hatta gericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye çalışırlar." (Aç, SP) (Komünist Manifesto, Syf. 123) Burada net olan, hiç kimsenin tartışma konusu yapmaya şansı bulunmayan temel bir düşünce vardır. Bugün, bizim üzerinde devrim yapmak için yola koyulduğumuz kara parçasında da proletaryanın dışında işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı proletaryanın yanında savaşmak isteyen bütün sınıf ve tabakalar, kapitalist özel mülkiyetin proletarya karşıt kutbunda durmaktadırlar. Onlar, kendi varlıklarını, yani özel mülkiyetlerini korumak için mücadeleye atılıyorlar. Proletarya, burjuvazinin varlığına son vermekle kendi varlığına da son vermek için savaşa atılıyor. Onun için, proletarya ile işbirlikçi tekelci burjuvazi arasında kalan alt ve orta tabakaların politik temsilcisi konumundaki örgüt ve partilerle ittifak yapma durumlarında olsun, komünist öncünün proletaryanın dışında, devrimi örgütlemek için içinde çalışma yapması açısından olsun, bu ara tabakaların tarihsel, toplumsal ve güncel siyasal konumlarını asla gözardı etmemelidir.
Proletaryanın amaçlarına bağlanmaları, her zaman çok zorlu olan bu orta tabakaların güvenirliği, proletaryanın somut süreçlerin dizginlerini eline alma düzey ve derecesine doğrudan bağlıdır. Bu temel düşünce bizi temel bir sonuca götürüyor: en son tahlilde proletarya nasıl ki, modern sanayinin “özel ve temel bir ürünü” olduğundan insanlığın, insan dışılığı aşarak insanlaşmasının gerçek ve tek temsilcisi ise, bu “öncü sınıfın öncü kurmayı”da devrimi örgütlemede asıl olarak kendi öz gücüne güvenecektir. Kendi özgücüne dayanarak devrimi örgütleyecektir. Proletaryanın tarihsel konumu ile biz komünistlerin nihai amaçları arasındaki tarihsel ve teorik kesişme noktaları bunlardır.
Sorunun özü, proletaryanın güncel toplumun da, gelecek devrimci sınıfı olmasıdır. İşçi hareketinde her zaman, başından beri, özel mülkiyete karşı bir mücadele “arzu”su vardır. Sorun, bunu "bilinçli bir hale getirmek ve bu arzuyu duyanların, hem örgütlemenin ve koordine edilmiş eyleminin gerekliliğini, hem de genel siyasi durumu hesaba katmalarını sağlamaktır. " (Lenin) Bu özlü düşünce, proletaryayı örgütleme ve eylemini yönetme görevini başka hiç kimseye değil, dosdoğru komünistlerin omuzlarına yüklüyor. Başkalarına, orta-alt tabakaların siyasal temsilcilerine bırakılması zaten eşyanın tabiatına aykırı olacaktır. Devrimi örgütlemeyi bugünkü toplumun “gerçek tek devrimci sınıfı” proletaryanın dışında örgütlemeyi tasavvur etmek, “tarihin tekerleğini gerisin geriye döndürmeye” çalışmaktan başka bir anlama gelmez.
Bugün devrimci hareket ve işçi sınıfı hareketi, hareketlenmenin işaretlerini verse de hâlâ bir durgunluk dönemi yaşıyor. Sermaye düzeni ve burjuvazi, sergilemeye çalıştığı “istikrar” görüntüsünü bozmamak için çırpınıyor. Bütün gizleme çabalarına karşın kendi içindeki çelişki ve çıkar dalaşmalarını gizleyemiyor. “Altorta” tabaka devrimciliği can çekişiyor. Zira büyük burjuvaziye karşı kendi varlıklarını, çıkarlarını koruma kudreti bile gösteremiyor. Bütün önceki sayılarımızda, değişik içerikli ve konulu tahlil yazılarımızda anlatmaya çalıştığımız bu siyasal konjonktürde devrimcilik yapmak, devrimi örgütlemeye çalışmak zorlu bir görevdir dedik. Bu zor günlerde pratik devrimci çalışma yürütmek bütünüyle kendi öz gücümüze, ideolojimize, program ve komünist ilkelerimize bilimsel inanç ve bağlılıkla mümkündür. Biz biliyoruz ki, gecenin en karanlık “an”ı kızıl aydınlıklara en yakın olan andır. Bu bilinçle pratik devrimci çalışma yürütüyoruz.
12 Eylül’ün karanlık günlerinin ardından, K. Kürdistan’daki serhıldanların ve 1989 baharındaki işçi sınıfı eylem dalgasının, 1995 Gazi halkının başkaldırısının, 1996 1 Mayıs ve Ölüm Orucu direnişi gibi büyük devrimci gelişmelerin yaşanacağını hiçbir sözde dünya reformcusu hayal edemezdi. Yoksulluk ve sefalet sürdükçe buna karşı ayaklanmalar da onun kadar kesindir. İşte yoksulluk ve sefalet her geçen gün daha da katmerleşiyor. İnsanal duygu açısından bile bu, her an ayaklandırıcı bir olgudur. Komünistler, sömürgeci faşist diktatörlüğün kayıp saldırılarına kendi öz güçleriyle karşı durdular ve bunu dünya ölçeğinde genelleştirmeyi başardılar. Salt bu olgu bile, bugün, bu zor günlerde devrimi örgütlemekte inat etmek için kendi öz gücümüze güvenmemiz açısından büyük bir pratik derstir. Bir doğa yasası kadar kesin olduğuna inandığımız devrimci gelişmeleri elde etmek, ancak pratik devrimci çalışmayla olur. Onun için güçlerimizin misli üzerin de çalışmalıyız.
Lenin, Hegel’in bir temel düşüncesini çözümlerken “işin özü” diye tanımladığı pasajı şöyle yorumluyor: “iyi”, “dış gerçekliğin şart koştuğu bir istek”tir. Yani “iyi”den insan pratiği kastedilmekte, ki o da, dış gerçeklik tarafından 1- ^art koşulan istektir 2Pratik bilginin (teorik) üstündedir, çünkü sadece "evrensel olan ’ın değil, aynı zamanda dolayımsız gerçeğin de üstün değerine sahiptir. " İşte toplumların doğal gelişme seyrinde insan eyleminin dönüştürücü gücü bu denli açık olarak ortaya konulmuştur. Doğanın gelişme kanunları ve doğadaki gelişmeler bilimsel teknik gelişmelerin ortaya çıkardığı gerçeklikler ve diyalektik materyalist düşüncenin bilimsel olarak tanıtladığı, kapitalist toplumun çelişki ve çatışmalarının kaçınılmaz olarak ulaşacağı noktalar; egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin ve onun kapitalist toplumu ayakta tutmak için oluşturduğu bütün mekanizmaların kendilerine duyduğu güvenin geçici ve haksız olduğunu, insanın insan tarafından sömürülmesine, imtiyazlara, eşitsizliklere ve son olarak insanın kendi özünden uzaklaşarak insan dışılığa itilmesine karşı mücadele eden bizlerin kendi ideallerimize inancımızın bilimsel olduğunu, kendi öz gücümüze duyduğumuz güvenin de devrimci olduğunu kanıtlamıştır. Kapitalist özel mülkiyet dünyasının insan soyunu sürüklemiş olduğu büyük çöküş ve felakete karşı savaşmak gibi her açıdan haklı bir zeminden kalkış yapıyoruz. İnsanlık tarihi ve çağdaş tarih yaslanacağımız kuvvet kaynaklarıyla doludur. O nedenle hep tek başımıza da kalsak, bazı anlarda bütünüyle hareketsiz de kalsak ideallerimizin mutlaka gerçek olacağına sarsılmaz bir inançla güven duymalıyız diyoruz. Bunlar nesnel gerçeklerdir. Tarihten ve toplumsal tarihten soyutlanmışlardır. Bilimsel sosyalizmin kategorileri, insan için yalnızca formüller derlemesi değil, her zaman boyun eğilmesi gereken yasaların dile gelişidir de.