Özellikle 1850’lerden sonra, işçi sınıfının gerçek gücüne ulaştığı ve dünya çapında örgütlenmeye giriştiği yıllar olmuştur. Yerel örgütlülükler olarak ortaya çıkan işçi örgütleri, varlıklarını sürdürebilmek için örgütlerini birleştirme zorunluluğu hissetmişler ve bu doğrultuda önce meslek, işkolu düzeyinde bir araya gelmiş, sonra da genel federasyon, konfederasyon örgütlerini yaratmışlardır. İlk olarak İngiltere’de Trade-union’lar ortaya çıkmış ve bu sendikalar bir araya gelerek TUC’yi (Trade-Union kongresi-1868) kurarak ulusal sendikaların temelini atmış oldular. Sermayenin uluslararası örgütlülüğü, bunun karşısında işçi sınıfının politik anlamda yetkinleşerek kendi politik örgütlerini kurmaya başlaması işçi sınıfının uluslararası alanda örgütlenmesinin temellerini geliştirmiştir.
Marks ve Engels’in öncülüğünde kurulan Uluslararası İşçi Birliği (1. Enternasyonal) uluslararası işçi örgütlerinin kurulmasının yolunu açmıştır. Marks ve Engels her fırsatta “işçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerinde” olduğunu vurgulamıştır. Komünist Manifesto’da “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” şiarını yükselten Marks ve Engels, kapitalist sömürünün evrensel bir sömürü olduğunu, işçilerin ancak uluslararası boyutta örgütlenerek kapitalizme karşı tam bir zafer kazanabileceğini her daim vurgulamışlardır. İşçi sınıfı içine sızmış burjuva düşünce akımlarına karşı da amansız mücadele yürüten Marks ve Engels, I. Enternasyonal içinde ütopik ve Anarko-sendikalist akımlarla sürekli hesaplaşma içinde oldular. I. Enternasyonal’in kuruluşundan sonra ilk uluslararası sendika kuruluşu olan uluslararası Tütün İşçileri Federasyonu kuruldu (1871). Bu tarihten sonra uluslararası işçi örgütlerinin sayısında çok hızlı bir artış görüldü. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde uluslararası boyutta 32 meslek federasyonu faaliyet gösteriyordu. Bunların içinde en büyük sendika olan Madenciler Federasyonu’nun 1.370.000 üyesi vardı. I. Enternasyonal içinde Anarko- sendikalist anlayışlarla, bilimsel sosyalizmin kuramcısı Marks’ın anlayışının çarpışması giderek şiddetlendi ve 1876’da Enternasyonal fiili olarak çalışamaz hale geldi.
I. Enternasyonal’in dağılmasından 13 yıl kadar sonra Paris’te toplanan sosyalist partilerin temsilcileri II.Enternasyonal’in kuruluşunu ilan etti (14 Temmuz 1889). Engels’in yönetici olduğu II. Enternasyonal birinci kongresinde Şikago işçilerinin 8 saatlik işgünü talep ettikleri için katledildikleri gün olan 1 Mayıs’ı uluslararası proleter dayanışma günü olarak ilan etti. II. Enternasyonal özellikle Engels tarafından yönetildiği ve devrimci bir tutum takındığı ilk dönemlerinde, dünya proletaryasının güçlerine yardım ederek ve onları örgütleyerek sendikaların kurulmasında dolaysız etkisi olmuştur.
Engels’in ölümünden sonra, gittikçe enternasyonalist ruhlarını kaybeden II. Enternasyonal bileşenleri oportünizm batağına saplanmışlardır. Birinci paylaşım savaşı öncesi kendi burjuva sınıfını destekleme çizgisine gerilemişlerdir. Lenin, II. Enternasyonal’in çöküşü üzerine şunları söylüyor: “II. Enternasyonal’in çöküşü, en çok ifadesini, Avrupa’nın resmi sosyal-demokratpartilerinin çoğunluğunun kendi inançlarına ve resmi Stutgart ve Basel kararlarına korkunç ihanetlerinde bulmuştur. Fakat oportünizmin tam zaferi sosyal-demokrat partilerin ulusal liberal işçi partilerine dönüşmesi anlamına gelen bu çöküş sadece II. Enternasyonal’in bütün tarihsel döneminin, 19. yüzyıl sonu, 20.yüzyılın başlangıcının sonucudur. Batı Avrupa’da burjuva ve ulusal devrimlerinin kapanması ve sosyalist devrimle- rin başlamasına geçiş dönemi olan bu dönemin nesnel koşulları oportünizmi yaratmış ve beslemiştir... ” II. Enternasyonal’in varlığı resmi olarak 1914 yılında sona erdi.
Küçük burjuva akımların, sınıf hareketini deforme etme çabalarına karşı 1917’de gerçekleşen Büyük Ekim Devrimi bir yanıt oldu. Ekim Devrimi’nden sonrası kurulan III. Enternasyonal, oportünizme karşı şiddetli bir savaş başlattı. Komünist partileri bir çatı altında toplayan III. Enternasyonal, sınıf sendikalarının bir çatı altında toplanması yönünde de çalışmalarını hızlandırdı. Bunun sonucunda 1920 yılında Kızıl Sendikalar Enternasyonal’i (KSE) kuruldu. KSE’nin kurulması ile birlikte sınıf sendikacılığı ile burjuva sendikal anlayışı arasındaki mücadele iyice kızıştı. Sendikal düzeyde gelişen bu zorlu mücadele içinde, Kızıl Sendikalar Enternasyonal’i devrimci şekillenişini geliştirirken, diğer tarafta da Uluslararası Sendikalar Federasyonu, Hristiyan Sendikalar Konfederasyonu vb. gibi oportünist ve reformcu sendikalar saf tutuyordu.
Uluslararası sendikal yapıları tanımak ve burjuva sendikacılığı ile, sınıf sendikacılığının tarihsel gelişimini ve hedeflerini öğrenmek açısından, uluslararası sendikaları kısa tarihleri ile ele alacağız. Bu yazımızın kapsamını uluslararası sendikalar ve onların gelişim süreçleriyle sınırlı tutuyoruz, yazının kapsamını çok genişletmemek açısından, işçi sınıfının ve onun örgütleri olan sendikaların tarihine değinmeyeceğiz.
Gerçek sınıf örgütlerini uluslararası alanda yeniden kurmak ve emperyalizmin fütursuz saldırılarına karşı koyabilmek, sınıf deneyimlerinin öğrenilmesi ve bu deneyimlerin ışığında eyleme geçilmesini koşullar. Kontra sendikacılığa, reformizme karşı işçi sınıfı yeni den ayağa kalkmasını bilecektir. Emperyalizme karşı işçi sınıfının enternasyonalist ruhunu canlandırmak imkansız bir şey değil, önümüzde duran somut bir görevdir. Bu bilinçle işçi sınıfının öz örgütleri olan sendikalara sahip çıkarak onları birer sınıf mevzisine dönüştürmek için adımlarımızı daha da hızlandırmalıyız. Burjuva sendikacılığı işçi sınıfını sermayeyle uzlaşmaya yönlendirir, onu yoksulluğa mahkum eder. Proletarya enternasyonalizmi ise insanlığın özgür geleceğidir.
Uluslararası Sendikalar Federasyonu (1913 Zurich)
1902’de Stutgart’ta toplanan Alman sendikalar kongresi münasebetiyle, Avrupa ve ABD sendika merkezlerinin delegeleri uluslararası bir sendikal konferans düzenlediler; aynı yıl İrlanda’nın Dublin kentinde “Milli Sendika Örgütlerinin Uluslararası Sekreterliği” kuruldu. Bu örgüt 1913 Zürich (İsviçre) kongresinde “Uluslararası Sendikalar Federasyonu” adını aldı; 6.200.000’den fazla işçiyi temsil eden 19 milli sendika örgütünü kapsamasına rağmen pek önemli bir rol oynamadı. Alman sağ sosyal- demokratı olan Liegen örgütün başkanlığına getirildi.
Uluslararası Sendikalar Federasyonu yapısal olarak ulusal çapta ve çeşitli işkollarında örgütlenmiş sendikal merkezleri bir araya getiren uluslararası ilk sendikal üst örgüttü. Bu sendika içinde çeşitli sendikal anlayışlar bir arada bulunuyordu. Fransız, İtalyan ve İspanyol sendikaları daha çok Anarko-sendikalizmin etkisindeydi. İngiliz ve Amerikan sendikaları sağ sendikalist çizgide taraf tutuyorlardı. Kitlesel olan Alman sendikaları ise II. Enternasyonal’in oportünist fikirlerine bel bağlamışlardı. Amaçları bakımından tüzüğünde yer alan maddeler sendikal hakların korunması ve geliştirilmesi dışında “her türlü savaşı engellemek ve gericilikle savaşmak” gibi muğlak bir ibare ile politik görevleri geçiştiriliyordu. Uluslararası Sendikalar Federasyonu kapitalist krizin 1929 yılına kadar genişleyen bir örgütken, faşizm Avrupa’da geliştikçe yapısı çözülmüştür.
“Amsterdam Enternasyonal”! (1919-Uluslararası Sendikalar Federasyonu)
1919 yılında Amsterdam’da kurulan ve “Amsterdam Enternasyonali” adıyla tanınan bu örgüt esas olarak faailyetini batı Avrupa’da sürdürmüştür. Yöneticilerinin tamamı oportünist, reformcu ve sınıf işbirlikçisi bir hatta yürümüşlerdir. Her türlü devrimci eyleme karşı duran, özellikle Ekim Devrimi’nin sosyalist etkisine, ezilen ulusların kurtuluş hareketlerine ve sendikal hareketin sınıfsal birliğine düşmanca yaklaşmışlardır. Sağ “sosyalist”lerin elinde bulunan “sosyalist enternasyonal”e bağlı olan bu örgüt bu duruma rağmen, ikiyüzlü bir şekilde kendisini “partilerin ve siyasetin dışında” olduğunu savunmuştur.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO 1919)
Birinci paylaşım savaşı sonrasında burjuvazinin ve tekellerin amaçlarını gizlemek amacıyla 1919’da Cenevre’de kurulan ILO’nun başlıca sloganı “Evrensel planda emekçilerin korunması ve geleceğin daha iyi kılınmasına yönelik daimi bir örgüt” olarak lanse ediliyordu.
ILO’nun kurulmasına ilham kaynağı olan ve onun ateşli savunucuları S. Gomprs, L. Jouhaux ve “Amsterdam Enternasyonali” liderleri gibi sağ sosyal demokratlardı. İlk başkanı “sosyalist”, sendikacı ve 1. Paylaşım Savaşı sırasında Fransa’nın silahlanma bakanı Albert Thomas’dı.
Birinci paylaşım savaşının yarattığı yıkımın ardından, ilk kurulduğu dönem adı Cemiyeti Akvam olan Birleşmiş Milletler (BM), bir daha dünya savaşının yaşanmaması ve ülkeler arasındaki ilişkilerin “uzlaşma” yolu ile çözülmesine aracı olma iddiası ile ortaya çı karken, ILO da BM’nin uzmanlık kuruluşu olarak kuruldu. ILO ilkelerini kabul ederek üye niteliği kazanan ülkelere, bu ilkelere uyma zorunluluğu getirildi. Kuruluşundan bu yana ILO’nun temel kavramları “endüstri ilişkileri” ve onun “üç aktörü” oldu. Endüstri ilişkileri; işçi, işveren ve devletin üzerinde uzlaşma sağlayacakları çalışma ilişkileri olarak belirlendi. ILO’nun en üst karar organı Uluslararası Çalışma Konferansı (UÇK)’dır. UÇK ile yürütme organı konseyi ILO’nun uzlaşma ideallerine uygun, üçlü yapıda; işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşur. 20 kişilik uzmanlar komisyonunda sadece hukukçular bulunmaktadır.
1944 yılında ILO’nun belirlenen hedef ve amaçları şunlar:
1- Emek ticari mal değildir, 2- Düşünce ve sendika kurma özgürlükleri, kalıcı bir ilerleme gerçekleştirmenin esas unsurlarıdır, 3- Fakirlik, görüldüğü her yerde refaha yönelmiş bir tehlikedir, 4 Bütün insanlar ırk, inanç, cinsiyetleri ne olursa olsun kendi maddi durumlarını ve manevi gelişmelerini özgürlük, onur, ekonomik güvence ve fırsat eşitliği koşulları altında geliştirmek hakkına sahiptir.
ILO bunları sıralarken, aslında işçi sınıfına sermaye egemenliği altında “eşitliğin” sağlanabileceği hayalini yayıyor. ILO, sermayenin sömürüsüne karşı hiçbir somut eylem içine girmezken, demagojik afişlerle ve yıllık ekonomik veriler yayınlamaktan öte hiçbir iş yapmıyor. Emperyalist saldırının koç başı olan Dünya Bankası uzmanlarının önemli çalışma bölümlerinde ve departmanlarında yetkili olarak istihdam ediyor ve yayınlarında emperyalist kuruluşlar hakkında eleştiri yapmamaya dikkat ediyor. ILO işçilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği hakları tüzüğünde sıralamaktan başka bir eyleme bugüne kadar girmiş değildir. Kapitalist sistemin aksamadan sürmesi için sarı sendikalar aracılığı ile işçileri sermayenin denetiminde tutmanın aracıdır. Bütün kapitalist ülkelerde işçilerin anayasal hakları çiğnenirken, ILO bu hak gasplarının listesini tutuyor ama kapitalistleri sömürü için serbest bırakıyor. Nasıl ki BM emperyalist tekellerin yayılmacı emellerin üstünden “Barış Gücü” adıyla perde oluşturuyorsa, onun yan kuruluşu olan ILO’da işçi sınıfı hareketi içinde emperyalizmin “Barış Gücü” yani ajanı olan bir örgütten başka bir şey değildir.
Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu (HSUK 1920)
1919 yılında Lahey’de (Hollanda) kurulan bu sendikal örgüt faaliyetlerini Hristiyanlık dininin doktrini üzerine kurmuştu. Tüzüğü nün ikinci maddesine göre, “Ekonomik ve sosyal yaşam aynı halkın bütün çocuklarının işbirliği yapmasını gerektirir. Dolayısıyla şiddet ve sınıf mücadelesini reddeder...” deniyor, böylece işçi sınıfının burjuvaziye karşı girişeceği her türlü mücadelenin önünü daha baştan kesiyordu. Bu sendikanın ikinci paylaşım savaşı öncesinde üye sayısı 2.000.000’un üzerine çıkmıştı. İşçi sınıfı içinde etkisinin az olmasına karşın, oportünist ve reformist eylemleriyle işçi sınıfına zarar vermiş ve burjuvaziye önemli derecede hizmetleri olmuştur.
HSUK, 1968 yılında yaptığı kongre ile adını Dünya İşçi Konfederasyonu (DİK) olarak değiştirdi ve Hristiyanlığın toplumsal ilkelerine dayanan ideolojik yönünü değiştirerek yeni bir ilkeler bildirgesi yayınlandı. DİK, tüm dünya emekçilerinin genel bir sömürü altında yaşadıklarını belirtiyor ve sosyalist ülkelerde de emekçilerin baskı, yabancılaşma ve sömürü altında olduklarını öne sürüyordu. Diğer uluslararası sendikaları “emperyalist blokların işine yarayan” bir bölünme olarak değerlendiriyor ve enternasyonalizmin yeniden inşasının gerekliliğinden dem vuruyordu.
HSUK’un dini ilkelerden vazgeçerek adını değiştirmesi “bir ilerleme” olarak nitelendirilemez. Kimi doğruları öne sürerek işçi sınıfı mücadelesini “sınıf işbirliği” temelinde tutarak boğmaya çalıştığı ortadır.
Kızıl Sendikalar Enternasyonali (Profintern-KSE 1920)
1919 Mart’ında Moskova’da III. Komünist Enternasyonal’in kurulması dünya sınıf sendikacılığı hareketi üzerinde doğrudan doğruya etkili oldu ve ona yeni bir atılım kazandırdı. Bunun sonucunda, Moskova’da 1920’de 41 ülkeden delegelerin katıldığı Devrimci Sendikalar 1. Kongresi toplandı ve burada Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin kuruluşu ilan edildi.
KSE, ilk görev olarak kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulmasını koydu. Örgütün kapıları sınıf mücadelesi uğruna mücadele eden ve onun ilkelerini kabul eden, işçilerin ekonomik talepleri için mücadelesini siyasi mücadeleye bağlayan, “Amsterdan Enternasyonal”i tarafından temsil edilen reformcuları teşhir için mücadele eden, bütün sendikal kuruluşlara açıktır. KSE, III. Komünist Enternasyonal’in önderliğini ve onunla birlikte çalıştığını ve onun siyasi, ideolojik hattından çıkmayacağını ilan ediyordu.
KSE, öncelikle anarko-sendikalizmi mahkum ederek, dışlamış ve bu akımın temsilcileri KSE’yi terk etmek zorunda kalmışlardı. KSE yükselen faşizme karşı “Amsterdam Enternasyonal”i sendikacılarına faşizme karşı birlikte hareket etme önerisinde bulunduysa da, bu görüşmelerden bir sonuç çıkmamıştır.
KSE programı şu amaçlardan oluşur: 1-Tüm dünya işçilerini kapitalizmin alaşağı edilmesi, işçilerin kurtuluşu ve proletaryanın iktidarının kurulması amacıyla örgütlemek. 2 Devrimci sınıf savaşımını, toplumsal devrim, proletarya diktatörlüğü fikirlerinin kapitalist sistemlerini devirmek amacıyla kitlelerin eylemini yönetmek. 3- Dünya sendikal hareketini kemiren reformizme karşı savaşım vermek; burjuvazi ile işbirliğini, sınıf uzlaşmacılığını ve toplumsal barış yalanını mahküm etmek. 4- Dünya sendikal hareketindeki devrimci sınıf unsurlarını bir araya getirmek, “Amsterdam Sendikacılığı”na karşı savaşım. 5-Tüm ülkelerdeki işçi sınıfının savaşımını birleştirmek ve koordine etmek, devrimci eylemlere girişmek. 6- Sınıf savaşımının önemli olaylarında uluslararası kampanyalar düzenlemek, grevci işçilere yardım etmek.
Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin üye sayısı 1935 yılına gelindiğinde 20.000.000’u aşıyordu. Daha önce kurulmuş olan “Amsterdam Enternasyonali”nin aynı yıllarda üye sayısı 20.000.000’dan 12.000.000’a gerilemişti. KSE’nin ideolojik, politik duruşu dünyadaki bütün işçi örgütlerini olumlu yönde etkilemiştir. Avrupa’da faşizmin yükselmesiyle birlikte, KSE faşizme karşı kararlı bir tutum sergiledi. Reformist sendikaların faşizme karşı pasif davranışları sınıf hareketi içinde KSE’nin prestijini artırdı. Yine de KSE önüne koyduğu hedeflerin birçoğunu gerçekleştirmede yetersiz kaldı. Sınıf eylemlerinin yükselişe geçtiği dönemlerde, uluslararası alanlara taşımakta başarılı olamadı, yine de ortaya koyduğu ilkelerle, örgütlenme modeliyle, yaşadığı deneyimlerle işçi hareketinin nasıl bir yoldan ilerlemesi gerektiğini gösterdi.
Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF 1945)
Antifaşist mücadele çerçevesinde sendikal planda düzenli bağların kurulması ve işbirliği için ilk çabalar, 1941 Aralık ayında İngiliz-Sovyet Sendikal Komitesi’nin kurulmasıyla somutlaştı; Bu komite daha sonra Sovyet Sendikaları Merkezi Konseyi, Britanya Trade- Union’ları Kongresi ve ABD Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO)’den oluşan hazırlık komitesini kurma girişiminde bulunacaktı, bu komite ilk dünya sendikal konferansını hazırlamış ve toplamıştır.
Dünya Sendikaları Konferansı aşağı-yukarı 50 milyon emekçiyi temsil eden, 40 milli sendika örgütü ve 15 uluslararası sendika örgütünün katılımıyla 6-17 Şubat 1945 tarihleri arasında Londra’da toplandı. Konferans savaş ve savaş sonrası dönem için, sendikal hareketin görevlerini tespit etti, emekçilerin temel sosyo-ekonomik taleplerini içeren programını hazırladı. Konferansın aldığı en önemli kararlardan biri de, dünya sendikal örgütünü kuracak olan kurucu kongrenin kurulmasının sağlanmasıydı. 56 ülkeden 64 milyon işçi adına 272 delegenin katılımıyla, 25 Eylül- 8 Ekim 1945 tarihleri arasında Dünya Sendikalar Konferansı Paris’te toplandı; konferans 3 Ekim de 1. Dünya Sendikalar Kongresi ilan edildi ve bu kongrenin sonucunda, Dünya Sendikalar Federasyonu’nun (DSF) kurulduğu ilan edildi.
Kongre DSF tüzüğünü kabul etti. Kongre tarafından onaylanan ilk kararda faşizmin hızlı ve tam olarak kökünün kazınması için mücadele DSF’nin bütün ülkelerdeki sendikal hareketin başlıca görevlerinden biridir tespiti yapılıyordu. Kongrenin sömürgeciliğe karşı mücadele ve halkların mili kurtuluş sorununu inceleyerek tartışması DSF için büyük başarı sayılmıştır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı özellikle DSF tartışmalarında ve belgelerinde vurgulanıyordu. DSF içinde ve ABD vs. sendika liderlerinin temsil ettiği reformcu ve oportünist güçler bulunmaktaydı. Bu sendika liderleri Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nu devam ettirmek istiyorlardı. Çabaları boşa çıkınca da gittikçe büyüyen sınıf ruhunun baskısıyla DSF içinde kalmaya mecbur oldular. DSF içinde bulundukları sürece alınan kararları sabote etmeye çalıştılar.
1947 yılında ABD, Avrupa ve Asya’da “Marshall Yardımı” planını geliştirdi. DSF içinde bulunan Amerikan sendikası CIO ve İngiliz TUC “Marshall Yardımını” DSF gündemine taşınmasını dayattılar. Bu önerinin kabul görmemesi üzerine İngiliz TUC, DSF’den ayrılmadan, DSF’ye karşı 1948 Mart’ında Londra’da “Marshall yardımı alan ülkeler Konferansı”nı topladılar; bu konferans “Avrupa’nın kalkındırması programın uygulanması için Sendikalar Dayanışma Komitesi”ni kurdu. DSF birliğini parçalamayı hedefleyen bir örgütü bu. Ocak 1949’da İngiliz TUC Genel Konseyi Temsilcisi, DSF Yürütme Bürosu toplantısında DSF faaliyetlerinin durdurulmasını istedi. Durdurulmadığı takdirde TUC’un DSF’den çekileceğini ilan etti. DSF’nin bu öneriyi kabul etmemesi üzerine İngiliz ve Amerikan sendikaları DSF’den ayrıldılar.
İngiliz TUC’u CIO ve diğer reformcu sendikaların çekilmesinden sonra DSF zayıflamadı, aksine yeni bir atılım yaptı ve emekçilerin hayati çıkarlarını korumak için yaptığı somut eylemlerle, kitleler üzerindeki itibarını ve otoritesini artırdı.
DSF proleter enternasyonalizmini hayata geçirmek için mücadelesini sürdürdü. Mayıs 1950’de Budapeşte’de toplanan DSF Yürütme Komitesi’nin kararında şöyle deniliyordu: “DSFyürütme kurulu san enternasyonalin bütün şeflerini ve bütün işçi sınıfı hainlerini mahkum eder, onları işçi hareketi içinde Ingiliz-Amerikan emperyalizminin ajanları olarak görür. ”
Ayrıca DSF aynı tarihlerde Yugoslav sendikalarının bölücü faaliyetlerinin karşısında da tavır almıştır. Yugoslav sendikaları DSF içinden çıkarılmıştır. DSF ‘60’lara gelindiğinde sınıfsal ve antiemperyalist bir anlayış taşıyan olumlu tavırlar alan bir örgüttü.
Sovyetler Birliği’nden N. Kruşçev revizyonist grubunun iktidara gelmesi ve bunun sonucu olarak, Sovyet sendika yöneticilerinin DSF üzerinde uyguladıkları büyük baskılardan sonra, DSF içinde oportünist görüşler hayat bulmaya başladı. Böylece DSF’nin yönetiminde, başlangıçta demagoji perdesi altında saklanan, bir platform ortaya çıktı. Revizyonistlere göre DSF’nin çizgisindeki değişiklikler, sözümona örgütü “somut durumu” ve “yeni şartlar”a uydurmaya ve bazı “tahrifatları” düzeltmeyi sağlamak için yapmışlardı. DSF’nin genel çizgisinin değiştirilmesi bir çırpıda olmadı; bu tedricen ilerledi, ikincil şeylerden başlayarak, genel ve temel sorunlara gelişti.
1960 yılının Haziran ayında yapılan DSF’nin 10. Genel Konsey toplantısından itibaren, revizyonistler kendi görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalıştılar; onlara göre DSF belgelerinde artık Amerikan emperyalizmine ve onun başı Eısenhoover’e çatmamalı, sözüm ona “Camp David ruhu”nu onaylamalıydı vs. Revizyonistler Amerikan emperyalizmine karşı alınacak tavrı “barış içinde bir arada yaşama” gibi oportünist ve revizyonist görüşleri dillendirdiler.
DSF 5. Kongresi’nde Sovyetler Birliği sendikalarının Başkanı A. Novela, kongre belgelerine SBKP 22. Kongresi’nin revizyonist tezlerini sokmak için baskı yapmış ama başaramamış ve sendikal hareket programının onaylamak zorunda kalmıştır.
DSF 5. Kongresini izleyen dönem, Sovyet revizyonistlerinin DSF içinde etkilerini artırarak, sınıfsal ve antiemperyalist hattan kopuşun yaşandığı dönem oldu.
DSF, 1961 ’de yapılan 5. Kongresi’nden itibaren UPA (Arnavutluk Meslek Birlikleri) heyeti çok sayıda temel mesele konusundaki revizyonist görüşlere karşı çıktı. Emperyalizme karşı mücadelenin yerine “tekellere karşı ekonomik mücadele”yi geçirmeyi öneren revizyonist görüşü reddetti.
1965 Ekim ayında Varşova’da yapılan DSF 6.Kongresi ile Sovyet revizyonist sendikal anlayış DSF’yi tam olarak ele geçirmiştir. DSF’ye bağlı sendikaların işkolu birlikleri adı Uluslararası Sendikalar Birliği idi.
DSF birinci kongresinde (1945) belirlenen başlıca amaçları şöyle sıralayabiliriz:
Savaşa ve savaşın nedenlerine karşı yıkılmaz ve kalıcı bir barış için çalışmak; savaş kışkırtıcısı ve faşizmin gelişiminin yaratıcısı olarak büyük tekellere karşı savaşım.
Emekçi halkın istemlerinin karşılanması, daha geniş sendikal haklar, “eşit işe eşit ücret” ilkesi, fiyat denetiminin kurulması ve bu denetimde işçilerin yer alması.
Sömürgeciliğin ortadan kaldırılması, ülkelerin kendi kaderlerini belirleme ve ulusal bağımsızlık haklarının tanınması.
-Az gelişmişliğe ve tekellerin sömürü politikasına karşı savaşım.
-Ulusal ve uluslararası düzeyde işçi sınıfının dayanışması ve sendikal birlik. (Munck Ronaldo, Uluslararası Emek Araştırmaları)
Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU 1949) ve Sendikal Emperyalizm:
DSF içindeki bölünmeden sonra, 28 Kasım 1949 tarihinde emperyalist ülkeler başta olmak üzere 53 ülkeden 70 sendikanın katıldığı Londra’da düzenlenen bir kongre ile ilk adı Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu olan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICTFU) kuruluşu, sendikal hareket içinde antikomünizmin baş aktörü olan ABD sendikası AFL’nin 1946 yılındaki 65. kongresinde aldığı “Dünyadaki tüm hür sendikaları bir araya getirmek için çaba gösterme” kararı sonucunda ortaya çıkmıştır.
O dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı “Sendikacı” E. Bevin ile ABD Cumhuriyetçi Parti Başkanı J. F. Dulles arasında yapılan gizli bir anlaşmanın sonucunda ICFTU’nun kurulma kararı alındığını herkes biliyordu. ICFTU’nun ana hedefi sınıf sendikacılığı yapan sendikaları etkisiz hale gitirmek ve komünistlere karşı aktif mücadele yürütmekti. Bu hedefe uygun olarak ICFTU ve CIA’nın özel çabalarıyla ICFTU’nun çizgisine uygun sendikal yapılar oluşturulmaya başlandı. Batı Almanya’da DGB- Fransa’da CGT-FO ve İtalya’da İtalyan Emekçi Sendikaları Konfederasyonu karşıdevrimci çabaların ürünü olarak ortaya çıktılar.
ICFTU, bugün dünyada 125 milyon işçiyi temsil ediyor, bünyesinde 141 ülkeden 206 ulusal sendika var. Türkiye’den Türk İş, DİSK, Hak-İş ve KESK ICFTU’ya üye olabildi. DİSK’in üyelik başvurusu da 1992 yılında kabul edildi. 1993 yılından, 1997 sonuna kadar verdiği çabalar sonucunda ICFTU’ya üye olabildi. KESK’in üyeliği biraz daha farklı gelişti. KESK’e bağlı sendikalar ICFTU’ya bağlı çalışan, Uluslararası İşçi Kolu Federasyonları’na üye olduktan sonra KESK’in ICFTU’ya üyeliği gündeme geldi.
ICFTU, sınıf uzlaşmacı ve anti sosyalist çizgisini korusa da, sermayenin çok kapsamlı saldırıları karşısında işçilerin yükselen tep kilerini maniple etmek için çeşitli kampanyalar örgütlüyor. ICFTU IMF’nin kaldırılması kampanyası açması bir kandırmaca olsa da işçi sınıfı için bu tür kampanyalar sarı sendikacılığın etkisinin kırılması için mücadelede bir çıkış noktası oluşturabilecek olanakları ortaya çıkarma fırsatını içinde barındırıyor.
ICFTU’nun 16. Kongresi’nde aldığı kararlar: 1- Sendikal hakların savunulması, 2- İstihdam ve uluslararası standartların geliştirilme si, 3- Çok uluslu tekellere karşı mücadele, 4- Sendika üye sayısının artırılması, 5- Eşit haklar için mücadele.
Reformist sendikalar yukarıda belirtilen sınıf mücadelesi perspektifinden uzak, “işçi hakları, insan hakları, eşitlik” vb.. gibi terimler aslında kendi amaçlarının üstünü “güzel” sözlerle örtmekten öte bir şey değildir. Burjuvazi ve onun destekçisi sarı sendikacılar, her zaman sınıfsal içerikten uzak, güzel ama nesnel hayatta hiçbir karşılığı olmayan, bol keseden laflar kullanmaya bayılırlar. Çünkü bu tür sözler, kendilerinin işçiler üzerindeki etkilerinin azalmasının önüne geçer, işçileri çeşitli beklentiler içine iter. İşçilerin her daim beklenti içinde olmaları, onların harekete geçmelerini engeller ve dolayısıyla sermayenin manevra alanını genişletir.
Sendikal Emperyalizm
Sovyetler Birliği’nde revizyonizmin egemen olmaya başlamasıyla birlikte, uluslararası alanda sınıf perspektifi ile sendikacılık yapan sendikalarda, devrimci temelden revizyonist temele doğru kaydılar. Emperyalist politikaların etkisinin artması, buna karşılık da sosyalist hareketin gerilemesi doğrudan sendikal hareket içinde yansımasını buldu. Emperyalist ülkeler bağımlı ülkelerdeki sendikaları kendi etkileri altında tutmak ve kendi çıkarları doğrultusunda yeniden örgütlemek için uluslararası sendikal kuruluşların ve kendi bünyelerin de oluşturdukları sendikal yapıları kullanırlar. Sendikal emperyalizm kavramı tam da burada karşılığını bulmaktadır. Emperyalizm bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçi kitleleri ekonomik, politik, kültürel açıdan sömürürken, kendisine karşı en büyük tehlike olarak gördüğü işçi sınıfı örgütlerini de etkisiz hale getirmeyi ve onun temel örgütlerinden biri olan sendikaları kapitalist ilişkilerin yeniden üretildiği merkezler haline getirmeyi hedefler.
Günümüzde sermayenin uluslararası boyutta etkisini artırması, WTO, IMF, Dünya Bankası (WB), MAI, MIGA vb. gibi emperyalist kuruluşlarla dünya halklarını ahtapot gibi sarması işçi sınıfının fakirleştirirken, sınıfın uluslararası boyutta örgütlenme ihtiyacını da ha yakıcı biçimde hissettiriyor. İşçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki en büyük engel de bugün için sarı sendika ağalarıdır. Sendika ağaları, emperyalist politikaların ülke içindeki davacılarıdır. Onların etkisinin kırılması “sendikal emperyalizm”in önüne geçecek tek çare olarak görülüyor.
ABD Kontra Sendikacılığı: “ABD işçilerinin dış politikasındaki amentüsü şudur: Dışarıda ABD hükümeti (ve ABD kapitalizm) için iyi olan her şey ABD işçileri için, dolayısıyla da her yerdeki işçiler için iyidir. ” (Spalding)
Spalding’in dile getirdiği bu sözler ABD sendikalarının “amentüsü”nü oluşturmaktadır, dolayısıyla dünyada CIA tarafından gerçekleştirilen her türlü komplo, katliam, darbe vb. eylemler ABD “işçilerinin yararına” kabul edilerek kendilerine birinci görev olarak bu tür eylemlerin yaygınlaşmasını görev edinmektedirler.
ABD’nin yukarıda belittiğimiz çizgiye uygun ilk sendikası Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu (AFL), 1886 yılında Alman göçmeni olan Samuel Gompers ve Adolp Starser tarfından kuruldu. İlk kurulduğu yıl 138 bin üyesi varken, 1900’lü yıllarda üye sayısı 2 milyona ulaşmıştır.
AFL ilkeleri şunlardır: Meslek sendikacılığı ilkelerine dayanılacak, toplum yapısının değiştirmeye yönelik radikal eylemlere ilgi gösterilmeyecek, temel ilke çatışma değil uzlaşma olacak, partiler üstü politika güdülecek, lobi faaliyetleri ile iktidardaki kadrolar üzerin de işçiler lehine baskıda bulunulacak.
AFL’nin meslek sendikacılığı ilkesine karşı çıkan bir başka grup sendikacı 1935 yılında ClO’yu (Endüstri Örgütleri Birliği) kurdular. CIO, AFL’ye göre daha radikal ve sol eğilimli bir örgüttü. Komünistler bir süre CIO içinde güç kazandılar, ancak 1950 yılında bir tasfiye operasyonu ile atıldılar.
Kore savaşının çıktığı 1950 yılından itibaren AFL ve CIO birleşme görüşmelerine başladılar. 1955 yılında da birleşerek AFL- CIO adını aldılar.
Gompers’in ölümünden sonra başkanlığa seçilen William Green AFL ilkelerini şöyle tanımlıyordu; “AFL, özel mülkiyeti, özel işletmeciliği ve özel teşebbüsü, hükümetimizin demokratik yapısının temel taşları olarak görmektedir. Bunlar, savaş dolayısıyla tehlikeye düşecek olursa korunmaları için mücadele edeceklerin başında biz geleceğiz. işçilerin toplu pazarlık için hür ve demokratik sendikalar halinde örgütlenebilmelerini ve mülkiyet sahiplerinin sanayi işletmelerini idare etmelerini temel haklar olarak tanımaktayız. ”
AFL yöneticilerinin birçoğunun CIA ile bağlantıları resmi bir şekilde kanıtlanmıştır. CIA, Amerikan sendikacılığını dünyaya yaymak için büyük umutlarla paralar harcadığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir.
İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde de CIA ve AFL tarafından sendikalar içinde sosyalizmin etkisi kırılmaya çalışıldı. Bu çabaların karşılığında Fransız CGT sendikası bölünerek içinden İşçi Gücü’nü (FO) çıkardı. İtalya’da da CISL bu anlayışa uygun kuruldu.
AFL- CIO’nun Başkanı Georges Menny, 1951 yılında “savaş sonrası yıllarında Fransa ve İtalya ’daki hür eğilimli sendikacılar, an- ti-komünist sendikaları kurulmaları için elçiliklerimizde görevli Amerikalı meslektaşlarından gerekli maddi yardımı sağlamışlardı. ” Diyerek, kendi misyonların açıkça dile getiriyordu.
AFL- CIO, 1962 yılında “Hür Sendikacılığı Geliştirme Amerikan Enstütüsü” -AIFLD’yi kurdu. Özellikle Latin Amerika’da etkili olan bu örgüt Amerikan kontra sendikacılığının üssü durumundaydı. AIFLD, birçok eğitim stajları düzenledi. Başarılı stajyerler L. Amerika’ya gönderildi. Sonra kendi sendikalarına AIFLD’nin ücretli temsilcileri olarak 6 ile 8 ay görev aldılar.
AIFLD, Latin Amerika’daki askeri darbeleri destekledi. Hatta darbelere karıştı, Dominik ve Şili’de de benzer rolü aldı.
AFL- CIO’ya ait bir başka örgüt de Asya-Amerika Hür Çalışma Enstütüsü’dür. (AAFLI) Türkiye’de Türk- İş Sendikası da bu örgütle sıkı bağlar kurmuştur. Türk- İş‘in 1980-82 yıllarında AAFLI ile işbirliği halinde yaptığı eğitim seminerlerine 4263 sendikacı katılmıştır. 1985-’91 yılları arasında ise bu sayı 10933’e ulaşmıştır. Bir süre sonra AAFLI’nın o dönemki Türkiye Direktörü Emanuel Boggs’un CIA ajanı olduğu resmi belgelerle kanıtlanınca Türk İş içinde şiddetli eleştiriler yükseldi. 19 sendikanın imzasıyla ilişkilerin kesilmesi istendi. Bu baskılar sonucunda Tük-İş 1995 yılında AAFLI ile bütün ilişkilerini kesti.
Dünyada emperyalist ülkelerin başını çeken ABD sendikal alanda da kendi çıkarlarına uygun “işçi sendikaları” yarattı. Yukarıda belirttiğimiz gibi işçi örgütlerini işçiyi kendine yabancılaştıran, uzaklaştıran örgütlere dönüştürme çabası içerisinde olmuştur. Devrimci sendikacılara komplolar kurarak onları işçi sınıfından yalıtarak bütün dünyada kendi emperyalizminin temellerini sağlama almaya çalışıyor.
Avrupa’da da emperyalist devletler benzer sendikal örgütler kuruyorlar, Almanya’da DGB sendikası emperyalist sendikacılığını yayıyor. Keza diğer emperyalist devletlerde de durum çok farklı değil.
Emperyalizm Sendikaları Yok Etmeyi Hedefliyor
IMF ve Dünya Bankası bağımlı ülkelere sürekli yeni ekonomik paketlerin açılması yönünde baskı yapıyor. Paket adı verilen saldırılarının hedefi, işçi sınıfının mücadeleler sonucunda elde etmiş olduğu sosyal hakların ve işçi örgütlerinin dağıtılması yönünde ilerliyor. Emperyalizme bağımlı ülkelerin uşak hükümetleri de bu alçakça saldırılara güle oynaya ortak oluyorlar. İşçi örgütlerinin meşruiyetini ortadan kaldırarak sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratma hevesi içindeler.
Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri sürekli işçi sınıfını “aşırı taleplerde” bulunarak ekonominin gelişmesinin önünü kestiği propagandasını yapıyorlar. Hatta bazen daha da ileri giderek T. Çiller gibi, işçileri “Sülük”e benzetmekten bile çekinmiyorlar. Bu hayasız saldırılar işçi sınıfını diğer emekçi kesimlerden kopararak daha güçsüz kılmak için tezgahlanıyor. “Serbest piyasa” koşullarına uygunluk sağlama adına çıkarılan yasalar işçi ve emekçileri ekonomik açıdan geriletmekle kalmıyor, sosyal olarak da bütün kazanılmış hakları dinamitleniyor.
Son yıllarda bütün ülkelerde sendikalılaşma oranları hızla durma boyutlarına ulaştı. Emperyalist devletlerin hepsinde sendikaların örgütlenme alanları kısıtlanıyor. Genel grev, dayanışma grevi gibi eylemler yasaklanıyor ya da zorlaştırılıyor. Esnek çalışma adı altında sendikalar devreden çıkarılarak bireysel sözleşmeler yaygınlaştırılıyor. Tabii bunca saldırılar gelişirken sendika ağaları da sözde tekelleşmeye karşı olduklarını, sosyal adaletin sağlanması gerektiği üzere bir yığın laf salatası yapmaktan öte bir şey yapmıyorlar. İşçilerin üzerindeki etkilerini yitirmemek için de zaman zaman “doldur boşalt” taktiğine başvurarak işçileri alanlara toplayıp işçilerin ne kadar ezildiğinden, büzüldüğünden bahsedip “hadi evlerinize” diyerek onların mücadele azimlerini kırıyorlar. Sokağa çıkarak bir karşılık bulamayan işçiler zamanla “sokağa çıktık da ne oldu, elde var sıfır” fikrine kapılarak sarı sendikacılar üzerinde oluşturduğu baskıyı çekme eğilimine girmektedirler. Ama bu durum işçilerin artık eyleme girmeyeceği, saldırılara karşılık vermeyeceği anlamına asla gelmez. Sermaye saldırıyor işçi sınıfı bu saldırılar karşısında oldukça tepkili fakat bir şey eksik; sınıfın tepkisini örgütleyecek güç. Elbet bu güç işçi sınıfının uzağında onun dışında bir güç değil, bu güç işçi sınıfının tam içindeki gücü olan devrimci dinamizme ve bu dinamizme öncülük eden sınıf bilinçli işçilerdir. Bugün sermaye ihracının dünya ölçeğinde devasa boyutlara ulaştığı koşullarda emperyalist devletler sömürdükleri ülkelerin pazarlarını talan ederken bu ülkelerin kendi ulusal pazarlarını korumak için koydukları bütün yasaları da bertaraf ederek savaş açmış durumdalar. Ulusal pazar sınırlarının kalkması bütün ülkelerin eşit haklarla birbirlerinin pazarları içinde serbest (vergisiz-kısıtlamasız) ticaret yapması anlamına gelmiyor. Tersine ABD, İngiltere vb. emperyalist devletler kendi iç pazarlarını dışa karşı vergilendirme, ithalat kotası ya da fiilen dış yatırımları engelleme yollarıyla sıkı koruma altına alarak iç pazarlardaki hakimiyetlerini elden bırakmıyorlar. Yani sözde ticaret serbestliği adı altında amaçlanan zaten kurumlaşmış olan sömürücülüğün yasalarla da meşrulaştırılmasından başka bir şey değil. Kapitalist tekeller ve onların sahibi emperyalist devletler, geçmişte sosyalizme karşı ideolojik saldırılarını tek merkezden yürütürken bugün de kendi çıkarlarının önünde gördüğü her şeyi sermayenin lehine değiştirerek, işçi sınıfını kendine tehdit oluşturan bir güç olmaktan çıkarmanın araçlarını genişletme uğraşısı içindeler. Esnek üretim, özelleştirme saldırılarıyla da bu tür politikalarını fiilen yürürlüğe sokuyorlar. Saydığımız bu saldırıların uluslararası boyutta işçi sınıfına ve ezilen halklara karşı yapıldığını belirtirken, saldırıya maruz kalan emekçilerin bütün dünyada ortak göğüslemesi gerektiği gerçekliğini her daim vurgulamadan geçmek mümkün değildir.
İngiltere’nin eski başkanlarından Churchill “benim dediğim olacaksa her şeyi tartışmaya hazırım ” diyordu. İşçi sınıfı Churchill gibi emperyalizm sözcülerine “senin gibilerin değil, işçi sınıfının dedikleri olacaktır” diyecektir. İşçi sınıfının bu sözleri söyleyebilmesi için ihtiyacı olan tek şey örgütlülüğüdür. WTO, IMF, WB, MAI, MIGA ve Tahkim anlaşmalarıyla sermaye enternasyonali yaratan emperyalizme karşı işçi sınıfı tüm emekçi halkları arkasına alarak işçi sınıfının sosyalist enternasyonalini yeniden oluşturması sermaye düzeninin sonunu hazırlayacaktır. Bu hedef çok uzaklarda olan bir şey değildir.
Kaynakça:
F.Kota- Dünya Sendikal Hareketinde İki Karşıt Çizgi
Gelenek- Sy: 57 - Emin Alp (Uluslararası Sendikal Hareket)
Ronaldo Munck - Uluslararası Emek Araştırmaları
Mülkiyeliler Birliği Dergisi- sy:206 Yıldırım Koç