İşçi sınıfının genel yoksullaşması üzerine teoriler Marks'tan önce de geliştirilmişti. Sanayi kapitalizmi (makinalı üretim) sürecinde ortaya çıkan ekonomik kriz olgusu, toplumsal bir güç olarak işçi sınıfının durumu, mücadelesi, yaşam koşulları, sonuç itibariyle bu sınıfın genel yoksullaşması üzerine düşünce oluşumunu da beraberinde getirmişti. (Bkz. K. Marks, "Kapital", C.I., Kapitalist Birikimin Genel Yasası bölümü) Bunun ötesinde, işçi sınıfının iktisadi (sendikal) ve siyasi (parti) örgütlenmesi; mücadelesi ve kendi ideolojisine-dünya görüşüne sahip olması (Marksizm-Leninizm) her dönem birçok kapitalist ülkede örgütlü güç olması, bir taraftan, sermaye tek elde toplanırken, diğer taraftan maddi değerleri üretenlerin yaşam koşullarının giderek mutlak ve görece kötüleşmesi, burjuvaziyi en gericisinden en "ilerici" görünen sosyal demokratına kadar; işçi sınıfının yoksullaşmasıyla ilgilenmeye zorluyordu.
Sanayi kapitalizmi ve emperyalizm-tekelci devlet kapitalizmi dönemlerinde bir dizi burjuva, sosyal demokrat yoksullaşma teorileri üretilmişti. Ama bu teorilerin en doğrulan bile sorunu genel olarak ortaya koymaktan veya sorunun şu veya bu yönünü ele almaktan öteye geçememişlerdi. Ancak Marksizm/Marks, işçi sınıfının mutlak (ve de görece) yoksullaşma teorisini geliştirmiştir. Emperyalist çağda Lenin ve Stalin tarafından geliştirilen bu teorinin içeriği -kavrandığı koşullarda-Marksist/Leninist partinin burjuvaziye ve onun uşaklarına, her türden oportünizme karşı mücadelesinde sürekli kullanılması gereken bir silahtır. Bu teorinin içeriği, işçi sınıfı içindeki propaganda, ajitasyon ve teşhir faaliyetinin önemli bir çıkış noktasıdır.
1- Sanayi Yedek Ordusunun Oluşumu
Sermayenin artan organik bileşimi, işgücüne olan talebin görece olarak azalması anlamına gelir. Sermayenin değişken bölümü mutlak olarak artsa bile, işgücüne olan talep görece azalır. Toplam, 6000 TL olan bir sermaye düşünelim. Başlangıçta bunun 3000 TL'si değişmeyen ve 300 TL'si de değişen sermaye olsun. Birikim süreci seyrinde değişmeyen sermayenin 5000 TL' ye ve değişen sermayenin de 4000 TL'ye çıktığını düşünelim. Bu, her bir işçinin aldığı ücretin değişmediği koşullarda, işçilerin sayısı artıyor demektir. Ama bu sadece % 33 oranında bir artıştır. Kapitalist üretim süreci eşit gelişmez. Bundan dolayı da sermayenin organik bileşimindeki değişim eşit değildir. Sermayenin değişmeyen kısmı ne kadar miktar ve oranda artıyorsa değişen kısmı da (ücretler) o miktar ve oranda artmaz.
"Özgül kapitalist üretim biçimi, işin üretici gücünde buna uygun düşen gelişme ve sermayenin organik bileşiminde bu yüzden meydana gelen değişme yalnız birikimin ilerlemesine ya da toplumsal zenginliğin büyümesine ayak uydurmakla kalmaz. Basit birikim, toplam toplumsal sermayedeki mutlak artış, bu toplumu meydana getiren bireysel sermayenin merkezileşmesi ile birlikte olduğu ve ek sermayenin teknolojik yapısındaki değişme, başlangıç sermayenin teknolojik yapısındaki benzer değişmeyle elele gittiği için; bunlar çok daha büyük bir hızla gelişirler. Bu yüzden, birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:2, 3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artırmaya devam ederken, toplam değerin 1/2' si yerine yalnızca 1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında işgücüne dönüştüğü halde, 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim araçlarına dönüşür, İşe olan talep, sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce var-sayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde düşer. İşe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen işgücü de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur. " (K. Marks, Kapital C.I, s.646/647)
Tam da bu süreç, kapsamı, bileşimi ne denli değişik olursa olsun, sürekli bir sanayi yedek ordusu doğurur.
"Kapitalist birikim, sürekli, görece, yani sermayenin kendini ortalama değerlendirme ihtiyaç için fazlalık olan bir nüfusu; işçilerden oluşan bir artı-nüfusu üretir." (Agk, s. 446)
Kapitalizmde artı nüfus görecedir. Bu nüfusun, yani sanayi yedek ordusunun göreceliği, kapsamı kapitalist üretimin-biriki-min gelişmesine göre değişir:
"Bütünlüğü içinde ele alındığında toplumsal sermaye birikim hareketinin, onu bütünü az ya da çok etkileyen devresel değişmelere yol açtığı, bazen de geçirdiği çeşitli evreleri aynı anda farklı üretim alanlarına dağıttığı görülür. Bazı alanlarda, basit merkezileşmenin sonucu olarak, sermayenin mutlak büyüklüğünde bir artış olmaksızın, bileşiminde bir değişiklik olur; diğer bazı alanlarda ise, sermayedeki mutlak büyüme, değişen kısmındaki, yani bu kısmın emdiği işgücündeki mutlak azalma ile birlikte olur; yine bazı üretim alanlarında sermaye, kendi teknik temeli üzerinde bir süre büyümeye devam eder ve bu büyümeyle orantılı olarak ek işgücünü kendine çeker, oysa bir başka zaman, organik bir değişiklik geçirir ve değişen kısmı azalır; bütün bu alanlarda, sermayenin değişen kısmındaki artış ve dolayısıyla çalıştırdığı işçi sayısı sürekli, şiddetli dalgalanmalara ve geçici artı-nüfus üretimine bağlanmış durumdadır; bu artı-nüfus üretimi çalışmakta olan işçilerin işten atılmaları biçiminde açık bir şekilde olabileceği gibi, ek işçi nüfusunun her zamanki kanallardan daha güç emilmesi şeklinde, daha az gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir. Halen işlemekte olan toplumsal sermayenin büyüklüğü ve artış derecesi, üretimin boyutlarıyla çalıştırılan işçi kitlesindeki artış, bunların üretkenliklerindeki gelişme ve bütün zenginlik kaynaklarındaki çoğalma ve yoğunlaşma ile birlikte işçilerin sermaye tarafından çekilmesi hareketinin boyutlarında bir büyüme olduğu gibi, yine sermaye tarafından itilmelerinin boyutlarında da bir büyüme görülür, sermayenin organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişmenin hızı artar, gittikçe artan sayıda üretim alanı bazen aynı anda, bazen de değişik zamanlarda bu değişmenin etkisi altında kalır. Bu nedenle, işçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren nispi artı-nüfus haine çeviren araçları üretmiş olur ve o, bunu, daima artan boyutlarda yapar. Bu, kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır; ve aslında, her özel tarihsel üretim biçiminin, yalnızca kendi sınırları içerisinde tarihsel bakımdan geçerli kendi özel nüfus yasaları vardır" (Agk. s.647/649).
Buna göre:
Kapitalizmde artı-nüfus görecedir.
Kapitalizmde sanayi yedek ordusu kaçınılmazdır.
Görece artı-nüfus veya sanayi yedek ordusu herhangi bir doğa yasasından değil, üretimin kapitalist karakterinden kaynaklanmaktadır.
Burjuva ekonomisti (ve papaz) Malthus (1766-1834) hiç de Marks gibi düşünmüyordu. Burjuva politik ekonominin bu savunucusu, kendinden önceki burjuva ekonomistlerden devraldığı nüfus yasasıyla tanınmıştır. Malthus'a; onun nüfus "yasalına göre yoksulluk, işsizlik/sanayi yedek ordusu, görece artı-nüfus, dolayısıyla işçi sınıfının yoksullaşması, kapitalist üretim biçiminden kaynaklanmıyor. Tersine bunlar, insanların mevcut gıda maddesi miktarından daha hızlı çoğalmalarından kaynaklanıyor. Malthus'a göre yoksullaşmanın, işsizliğin kaynağı insanların hızlı çoğalmasıdır ve bundan dolayı da üretilen gıda maddelerinin -ne kadar çok olursa olsun- yetersiz kalmasıdır. Bu papaza göre, bu, bir doğa yasasıdır. Bu yasayı geçersiz kılmanın, yani artı-nüfusun; işçilerin yoksulluğu alt etmelerinin yegane yolu az çoğalmalarından geçmektedir. Malthus'a göre artı-nüfus, mutlaktır. Marks'a; Marksizme göre ise artı-nüfus görecedir.
Malthus'un bu doğa "yasa"sını bugün "aklı başında" hiçbir burjuva ekonomisti savunmaz. Bu anlayış bugün, ancak ırkçıların, faşistlerin elinde tir silah olabilmektedir. Özellikle emperyalist ülkelerde (örneğin Almanya, Fransa) gelişen faşist hareketlerin, işsizliğin ve yoksulluğun nedeni olarak yabancıları göstermeleri, Malthus'un bu anlayışının modernleştirilmiş bir varyantıdır.
Her şeye rağmen, gerçekten de yoksulluk yeteri kadar gıda/ihtiyaç maddesi üreti-lemediğinden mi kaynaklanıyor? Her işçi, gerekli olandan daha fazlasının üretildiğini biliyor. Ama ürünlerin tüketilebilmesi için değer olarak, meta olarak satılmaları gerekir, yani sahibine kâr sağlaması gerekir. Her ekonomik kriz, yoksulluğun ürün yetersizliğinden kaynaklanmadığını gösteriyor. Bugün dünyada sayıları 100 milyonlarla ifade edilen devasa bir işsizler ordusu var. Bütün dünyada yoksulluk içinde plan insan sayısı en azından bir milyar civarında, ama aynı zamanda pazarlarda ürün ve üretim aracı fazlalığı var. • Kapitalist, kâr getirmediği için, satılmadığı için ürününü denize döküyor, çürümeye terk ediyor. Öyleyse sorun, nüfus fazlalığı değil veya nüfus fazlalığı, herhangi bir doğa yasasının etkisinin sonucu değildir. Artı-nüfusun nedeni, kapitalist üretim biçimidir; sanayi yedek ordusu, işsizlik, yoksulluk kapitalizme özgüdür. Bir dönemin, Lenin ve Stalin döneminin sosyalist Sovyetler Birliği'nin kapitalizmin hiçbir krizinden etkilenmemesi, üretimini devasa bir hızla genişletmesi ve işsizliği nihai olarak ortadan kaldırması, artı-nüfusun doğa yasalarından değil de kapitalizmden kaynaklandığını bütün dünyaya göstermiştir.
Görece artı-nüfus, çeşitli biçimlerde yansır, onun en çok bilineni veya göze çarpanı, akıcı artı-nüfustur, yani genellikle işsizlik kavramıyla kastedilendir. Bu artı nüfusa akıcı denmesinin nedeni, işçilerin konjonktürel duruma göre üretim sürecine alınmaları veya da bu süreçten uzaklaştırılmalıdır.
"Büyük sanayi merkezlerinde -fabrikalarda, demir döküm yerlerinde, manifaktürlerde, madenlerde vb.- işçiler, üretimin boyutlarına göre daima azalan oranda olmakla birlikte, bütünü göz önünde tutulduğunda, çalışanların sayıları artacak şekilde büyük kitleler halinde bazen işten uzaklaştırılırlar, bazen de işe alınırlar. Burada artı-nüfus, akıcı biçimdedir."(Agk. s.658)
Türkiye'de akıcı biçimde artı-nüfus, yani Marks'ın yukarıda tanımladığı biçimdeki işsizlerin sayısı tam olarak bilinmiyor ve devletin ilgili kurumlan da gerçek sayının bilinmemesi için her yola başvuruyorlar. Resmi (iş ve işçi Bulma Kurumu) verilerine göre bu türden işsizlerin sayısı, örneğin 1960'da 688 binden 1980'de 505 bine düşer ve 1990'da 672 bine çıkar, ama sonraki yıllarda, örneğin 1995'te 336 bine kadar düşer (rakamları biz yuvarladık. Bkz. Proleter Doğrultu, Sayı: 10, s. 42, Mayıs-Haziran 1997 ve '95-'96 Petrol-İş, s. 311).
Türkiye'de bu türden işsizlerin sayısı oldukça fazladır. Bu milyonlarla ifade edilen bir sayıdır. Petrol-İş'in tahminine göre Türkiye'de "akıcı artı nüfus" kapsamına giren işsizlerin sayısı 1990'da 3 milyon 64 binden 1994'de 3 milyon 608 bine çıkar ve 1996'da da 2 milyon 821 bine düşer (Bkz. Petrol-İş'in a.g. yıllığı, s.306). Bu türden işsizlerin sayısının 1993'ten I994'e 3 milyon 142 binden 3 milyon 608 bine çıkarak % 14,8 oranında artması ve 1994'ten 1995'e de % 14,7 oranında azalması, Türk ekonomisinin yaşadığı 1994 fazla üretim kriziyle doğrudan ilgilidir ve bu sayısal değişme, bu türden işsizlerin "akıcı artı-nüfusu" oluşturduklarını gösterir.
Görece artı-nüfusun ikinci biçimini gizli nüfus fazlası oluşturur.
"Makinanın bir etmen olarak girdiği ya da yalnızca modern işbölümünün uygulandığı bütün büyük işyerlerinde, olduğu gibi, gerçek anlamıyla fabrikalarda, olgunluk yaşına gelinceye kadar çok sayıda erkek çocuk çalıştırılır. Bu yaşa ulaşır ulaşmaz, bunların ancak pek azı, aynı sanayi kollarında iş bulmaya devam eder, çoğunluğu ise düzenli şekilde işten çıkartılır. Akıcı artı-nüfusun bir öğesini oluşturan bu çoğunluğun büyüklüğü, bu sanayi kollarının boyutlarına göre artar."(Marks, agk, s.658).
İşgücü hızlı tüketilen işçiler de -çalışma koşullarından dolayı çabuk yıpranma- gizli artı-nüfusun bir bileşenini oluştururlar.
"Ayrıca, işgücünün sermaye tarafından tüketilmesi o kadar hızlıdır ki; işçi, yaşamının daha yarısında iken aşağı yukarı bütün ömrünü tüketmiş gibidir. Bu işçi, ya fazlalıkların arasına katılır, ya da işkallarının üst basamağından alt basamağına indirilir. En kısa ömre, büyük sanayi işçileri arasında rastlıyoruz." (Agk., s.659). -
Görece artı-nüfusun üçüncü biçimini, durağan fazla nüfus oluşturuyor.
"Görece artı-nüfusun üçüncü kategorisi; durağan artı-nüfus, faal işçi ordusunun bir kesimini oluşturmakla birlikte bir işte çalışmaları son derece düzensizlik gösterir. Böylece, sermayeye, her an el altında bulunan bitip tükenmez bir işgücü deposu sağlar. Yaşam koşulları, işçi sınıfının ortalama normal düzeyinin altına düşer ve bu durum, onu derhal, özel kapitalist sömürü kollarının geniş tabanı haline getirir" (Agk., s. 660).
Ev işçileri, artık yok olmaya yüz tutmuş üretim dallarında çalışanlar, belirli işi olmayan, geçimini fırsatları değerlendirerek sağlamaya çalışan varoş sakinleri, seyyar satıcılar, bir kısım dükkan sahipleri, yoksullar, "sokak çocukları" ücretsiz aile işçisi konumunda olanlar, durağan işsizliğin bileşenlerini oluştururlar. Türkiye'de bu türden işsizlerin sayısı tam olarak bilinmiyor. Ama Petrol-iş’in hesaplamasına göre bu sayı 3 milyon -1990'da 3. 073. 000 ve 1996'da da 3. 175.000- civarında (Bkz., Petrol-İş yıllığı, s. 306).
Sonuç itibariyle: Görece artı-nüfus, sermaye birikimi sürecinde yeniden ve yeniden üretilir. Bu nüfus fazlalığı kapitalizmin gelişmesinin, öyle ki varlığının koşulu olur. Kapitalist üretim, her ani ve hızlı gelişmesi durumunda, sürekli üretime dahil edebileceği bir yedek işçi rezervesine ihtiyaç duyar.
Kapitalizm koşullarında görece artı-nüfusu ortadan kaldırmak imkansızdır, imkansızdır; çünkü, bu nüfus fazlalığı kapitalist üretimin sadece bir sonucu değil, aynı zamanda onun bir koşuludur da. O halde; nedeni yok edilmeden, bu nedenin sonucu da ortadan kaldırılamaz; kapitalist üretim biçimi yok edilmeden işsizlik de ortadan kaldırılamaz.
Türkiye'de toplam işsiz sayısı 1990'da 6 milyon 132 binden 1996'da 5 milyon 999 bin olarak gerçekleşir, yani yuvarlak olarak 6 milyon civarındadır, işsizlik oram da 1990'da % 29,2 ve 1996'da da % 26,2'dir. Demek oluyor ki, Türkiye işçi sınıfının 1990'da % 29,2'si ve 1996'da da % 26,2'si mutlak ve görece yoksulluğun en yoğun yaşandığı nüfusu oluşturuyor.
2- Mutlak Yoksullaşmanın Araç ve Biçimleri
Sürekli büyüyen görece artı-nüfus, işçi sınıfının durumunun kötüleşmesinin bir ifadesidir. Sanayi yedek ordusu "işçileri, sermayenin diktasına sokmak" gibi belirleyici öneme haiz bir fonksiyona sahiptir. Sanayi yedek ordusu veya görece artı-nüfus, işçi sınıfının üretimde faal olan kesiminin de mutlak yoksullaşmasının bir aracı olmaktadır. Kapitalizmde mutlak yoksullaşma, derecesi farklı da olsa işçi sınıfının çalışan-çalışmayan bütün kesimlerini kapsamına alır.
Belirttiğimiz gibi sanayi yedek ordusunun varlığı, çalışan, üretim sürecinde olan işçilerin durumunu doğrudan etkiler. Sanayi yedek ordusu, işçileri sürekli en kötü koşullarda çalıştırmak için kapitalistlerin elinde önemli bir baskı aracıdır.
"İşsizlikten sadece işsizler zarar görmüyorlar. Çalışan işçiler de bundan zarar görüyorlar. Onlar bundan, çok sayıda işsizin varlığı kendileri için işletmede güvensiz bir duruma neden oldukları için, yarını belirsiz yaptıkları için zarar görüyorlar. Bugün işletmede çalışıyorlar, ama yarın uyandıklarında işten atılıp atılmadıklarından emin değiller" (Statta Leninizmin Sorunları, 1951, s.466).
Böylece, kapitalistler ve tekeller, işsizler ordusunu, çalışan işçileri gerekli gördüğü gibi sömürmenin, onların işgücünü talan etmenin bir aracı olarak kullanıyorlar. Kapitalizmde toplumsal-maddi zenginliğin temel üreticisi işçi sınıfıdır. O, bir taraftan toplumsal zenginliği üretirken diğer taraftan da mutlak yoksullaşmasının nedenlerini üretiyor.
"Toplumsal zenginlik, işleyen sermaye bu burjuva sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı ve dolayısıyla proletaryanın mutlak kitlesi ve işinin üretkenliği ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük ölür. Sermayenin genişleme gücü ile, emrindeki işgücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bundan dolayı yedek sanayi ordusunun görece büyüklüğü, zenginliğin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ıstırapla ters orantılı olan toplam artı-nüfus kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayetinde, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır" (Marks, Kapital, C.I,s.661).
Buna göre;
Sermayenin-zenginliğin birikimi ile birlikte;
a- Sanayi yedek ordusu büyüyor,
b- Proletaryanın yoksulluğu/sefaleti artıyor,
c- Kapitalistin/tekellerin işçiler üzerindeki zorbalığı artıyor.
Demek oluyor ki, işçinin aldığı ücret ne olursa olsun, kapitalizmde onun durumu; işçi sınıfının durumu mutlak olarak kötüleşmektedir. Kapitalizmde işçi sınıfının sermayeye bağımlılığı mutlaktır ve onun yoksullaşması da mutlaktır.
"...Bütün artıdeğer üretim yöntemleri, aynı zamanda, birikim yöntemleridir ve birikimdeki her gelişme bu yöntemlerin gelişmesi için bir araç haline gelir. Bundan da şu sonuç çıkar ki, sermaye birikimi oranında, aldığı ücret, ister yüksek ister düşük olsun, işçinin yazgısı daha da beter olacaktır. Nihayetinde, görece artı-nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu birikimin büyüklüğü ve hızı ile daima dengeli durumda tutan yasa, işçiyi, sermayeye, Vulcan'ın Promet-heus'u kayalara mıhlamasından daha sağlam olarak perçinler. Bu yüzden, bir kutupta zenginliğin birikimi, diğer kutupta, yani kendi üretimini sermaye olarak üreten sınıf tarafından sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ahlakİ yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur" (Agk. s. 662/663).
Marks burada -belirttiğimiz diğer şeylerin yanısıra, mutlak yoksullaşmanın biçimlerini de sıralıyor!
- Sefalet-yoksulluk
- Çalışma yorgunluğu-bezginliği
- Kölecilik
- Bilgisizlik-cehalet
- Zalimlik
- Ahlaki yozlaşma
Marks bunları, işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasında ele alınması gereken kıstas göstergeler olarak tespit ediyor.
- Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak ücret sorunu
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de ne kadar revizyonist ve reformist güruh varsa koro halinde koşulların değiştiğinden, bugün işçilerin Marks'ın "Kapital"! yazdığı dönemden daha iyi koşullarda yaşadıklarından, ücretlerin arttığından, otomobil sahibi, ev sahibi olduklarından bahsediyorlar ve daha fazla ücret mücadelesiyle sınıfın nihai amacına ulaşabileceğinin -açıkça söylemeseler de- teorisini yapıyorlar. Adı ne konursa konsun bu türden tartışmalar, Marks'a, "Kapital"e yöneltilen eleştiriler ve saldırılar hiç yeni değil.
İşçi sınıfının mücadelesini daha fazla ücret ve demokratik haklarla sınırlayanların, sınıfın özgürlüğünün bu sistemde de elde edilebilir olduğunu savunanların, örneğin EMEP/ÖDP türü reformistlerin atası E. Bernstein'dır.
Kapitalizmin gelişmesiyle gözü kamaşan ve onun nimetlerinden bir biçimde faydalanan veya bunu amaçlayan bütün küçük burjuva oportünistleri ve reformistleri gibi Bernstein da işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını, bu marksist teoriyi reddetmiştir. Bu baya göre, işçilerin aldığı ücret sadece mutlak değil, aynı zamanda görece olarak da -yani burjuvazinin gelirine oranla da- artmaktadır.
İşçi sınıfının büyümesi göz önünde tutulursa, aldığı toplam gelirin arttığı görülür. Ama buna rağmen, bu artan payın ulusal gelirdeki payı giderek düşer. Bu, sermayenin birikim yasasından kaynaklanmaktadır ve aşağıda ayrıca ele alacağız. Sorun bundan ziyade kapitalizm koşullarında işçi sınıfının aldığı ücret bazında durumunun mutlak olarak iyileşip-iyileşmeyeceği veya da kötüleşip-kötüleşmeyeceğidir. Tabii bütün oportünist-revizyonist, reformist koro, duruma göre işçi sınıfının aldığı ücret mutlak olarak düşse de eğilim mutlak artış yönündedir, mücadele bunun için olmalıdır diyecek. Böylelikle, açıkça söylemeseler de reformistler devrimin gereksizliğini açıklamış olurlar. Madem ki demokratik, sendika] mücadele ile ücretlerin sürekli mutlak artışı sağlanıyor, işçi sınıfının durumu giderek iyileşiyor, yani, mutlak yoksulluğu tarihe karışıyor, o halde bu sınıfın devrim için hazırlanmasına kendi iktidarını; proletarya diktatörlüğünü kurmasına gerek yok. Bütün sorun, sermaye birikimini teşvik etmektir. Bazı reformistler, Sabancılarla, Koçlarla, çok uluslu tekellerle aynı kulvarda koşuyor olduklarının bugüne kadar farkında olmamış olabilirler! Ama şimdi biliyorlar!
Diğer taraftan, işçi sınıfının durumu, sadece ücretin seviyesiyle sınırlandırılarak ele alınamaz. Marks'ın yukarıya aktardığımız sözünü hatırlayalım: "Aldığı ücret yüksek veya düşük olsun, işçinin durumu sermaye birikimi oranına göre kötüleşecektir", yani işçinin aldığı ücret artsa da onun durumu kötüleşecektir. Ücretler artarken dahi proletaryanın mutlak yoksullaşıyor olması ilk bakışta çelişkili gözükebilir, ama işin gerçeği böyle; ücret hareketini kendi başına bir olgu olarak ele alamayız. Bu, reformistlere özgü bir anlayıştır. Ücret hareketi, işgücü değerinin hareketiyle bağlam içinde ele alınmalıdır. Ücreti, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alırsak ve işçi sınıfının durumunu sadece ücret ile ölçersek varacağımız nokta kapitalist gelişmenin uzun bir ekseninde işçi sınıfının durumunun mutlak iyileştiği noktasıdır. Gerçekten de neredeyse bütün 19.yüzyıl boyunca, ama özellikle de 19.yüzyıl"m ikinci yarısında önemli kapitalist ülkelerde reel ücretler sürekli bir artış trendi içinde olmuşlardır. Ama bu gelişmeden hareketle ücretlerin asgari geçimin üstüne çıktığını; işçilerin asgari ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir ücret aldıklarını söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Reformistlere göre tek başına ücret artışı, işgücü değerinin değişiminden bağımsız olarak ele alınması, yani işçi sınıfının durumunun iyileşip iyileşmediğinin salt ücret hareketine göre ölçülmesi yeterlidir. Reformistlerin, sınıfın durumunun iyileşip-iyileş-mediği konusunda yegane kıstasları bu. Marksistlerin göz önünde tuttukları temel nokta ise, asgari geçim koşullarının da değişmesidir. Yaşam koşulları, işçilerin ücretlerinden bağımsız olarak değişiyor. Dün ihtiyaç olmayan bugün asgari ihtiyaç oluyor. Gıda tüketiminden kültürel yaşama, konut sorununa kadar bu böyle. Bu durumda dünyanın hangi kapitalist ülkesinde veya kapitalizmin hangi döneminde, işgücü değerinin değişimiyle bağlam içinde alınan ücret hareketi -bu durumda ücret artışı- asgari ihtiyaçları karşılamanın ötesine geçmiş ve kapitalizm, kendi gelişmesi içinde işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını, mutlak iyileşmeye çevirmiş? Bu hiçbir ülkede, hiçbir dönem olmamıştır.
Türkiye gibi ülkeler göz önüne getirilirse, ücret bazında proletaryanın yoksullaşma boyutları korkunçtur.
- Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak çalışma yorgunluğu-bezginliği
Özellikle çalışma sürecinin yoğunlaştırılması; otomasyon, modern teknoloji çalışma sürecinde işçilerin "meslek" hastalıklarından kurtulmalarını değil, tersine bu hastalıkların devamım beraberinde getirmiştir. Sinirsel rahatsızlıklar, psikolojik sorunlar vs. Bütün bunlar; çalışma sürecinde ortaya çıkan yorgunluk ve bezginliğin çoğalması, mutlak yoksullaşma sürecinin göstergesi olurlar.
- Mutlak yoksullaşmanın kıstası olarak bilgisizlik-cehalet
Burada sözkonusu olan, bilgisizlik birikimidir. Şüphesiz ki, insanların bilgisi görece olarak artmıştır. Örneğin, Türkiye'nin son 50-60 yıllık tarihine bakarsak, okuma-yazma oranının giderek artmış olduğunu görürüz. Yazılı ve de görsel medyanın yaygınlığı da ortada. Ama bütün bunlara rağmen, bilgisizlik giderek artmıştır. Burada söz konusu olan, bilgisizliğin görece bir artışı değildir. Burada sözkonusu olan, bilgisizliğin mutlak artışıdır. Burjuvazi, işçi sınıfını, çıkarına uygun düştüğü oranda "bilgili" kılıyor, "eğitilirden geçiriyor. Bilgilendirmenin bütün araçları burjuvazi tarafından cehaletin, yanlış-bilginin yaygınlaştırılması için kullanılıyor. Burjuva basın ve görsel medya insanları, bilgilendirme, eğitme adı altında cehalete mahkum etmiyorlar mı? Türkiye'nin geleceğini milyonlara hitap eden kanallarda "üfürükçüler", "medyumlar" belirliyorsa orada bilgisizliğin-ce-haletin birikimi, bu alanda mutlak yoksullaşma sözkonusu demektir.
Diğer kıstaslarda da değişen bir şey yok.
Şüphesiz, bir dönemin çıplak köleliği bugün sözkonusu değil. Ama biçimi değişerek kölelik dünyanın birçok ülkesinde devam ediyor. Kapitalist sistemin, burjuvazinin yasalarıyla uyguladığı zalimlik, yani toplumda sistem zalimliği ve işletmede patron zalimliği devam ediyor. Ancak biçimsellik bazı reformist avanakların gözünü boyayabilir. Ahlaki çöküntü, ahlaki yozlaşma, işçi sınıfının bilincini, disiplinli mücadelesini kırmak, sınıfı teslim almak için burjuvazi tarafından her araç ve imkan kullanılarak yaygınlaştırılıyor. Bütün bunlar, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının göstergeleri olmaya devam ediyorlar. Bütün bu kıstasları bir kavramla da ifade edebiliriz: işçinin kendine yabancılaşması. Bu, geniş anlamda işçi sınıfının kendine yabancılaştırmasıdır. işçi, üretim sürecine ve toplumsal gelişme sürecine yabancılaşıyor. O, çalıştığı fabrikada üretim ve toplumsal gelişme üzerinde kontrolü kaybediyor, ilgisizleşiyor. ilgisi, televizyona, videoya, buzdolabına, çamaşır makinasına, otomobile yönelmiş veya yöneltilmiş bir işçi açısından sınıfının, toplumun geleceği hiç önemli değil. Bu, basınımızda da sık sık, sınıfın şu veya bu konudaki duyarsızlığı olarak ele alınmaktadır. Kendine, sınıfına yabancılaşmanın boyutu bilgisizliğin, zulmün, ahlaki yozlaşmanın boyutudur.
3-Proletaryanın Mutlak Yoksul-laşması-Yasa mı, Eğilim mi?
Proletaryanın mutlak yoksullaşması bir yasa mıdır, yoksa bir eğilim midir sorusu sınıf mücadelesinde, Marksizm ile reformizm/ sosyal demokratizm arasında hâlâ devam etmekte olan ideolojik mücadelenin önemli bir alanıdır. Yukarıda proletaryanın mutlak yoksullaşmasının bir yasa olduğunu, eğilim olmadığını Marks'tan aktardığımız anlayışlarla gösterdik. Proletaryanın mutlak yoksullaşmasının yasa olarak kendisini sürekli geçerli kılamadığını savunanlar olduğu gibi, bu gerçeği tamamen reddedenler de var. Sınıf mücadelesinde bunlar revizyonistler, oportünistler ve reformistler olarak tanımlanıyor. Tabii sadece bu yasaya karşı aldıkları tutumdan dolayı değil. Diyelim ki, bu beyler haklı ve bu yasa, geçerlilik kazanamıyor. Bu durumda istense de istenmese de, kapitalizm koşullarında işçi sınıfının durumunun mutlak olarak iyileştiği savunulmuş/ kabul edilmiş oluyor. Mantıksal olarak; mutlak yoksullaşmanın olmadığı yerde mutlak iyileşme söz-konusudur. Bu düşünceyi takip edelim; işçi sınıfının durumunun mutlak iyileşmesi sözkonusu olduğuna göre, süreç içinde işçiler - aynen kendilerinden önce burjuvazi gibi-giderek iktisadi konumlara sahip olurlar. Ve sonra da sahip oldukları iktisadi konum ve güce dayanarak siyasi iktidarı ele geçirme mücadelesi verirler, aynen burjuvazi gibi. Belli bir zaman sonra ise; bu siyasi mücadele sonucunda kapitalist sistemden sosyalist sisteme geçilir. Bu, evrimci bir geçiştir. Bu durumda; kapitalizmden sosyalizme geçiş sağlandığında işçi sınıfı ile burjuvazinin siyasi iktidar için sürdürdükleri mücadele biçimlerinin temel farkı da ortadan kalkmış olur. Bu durumda komünist ve reformist kavramlarının içerikleri de değişmek zorundadır. Bu durumda komünist kavramından, "acele eden" sosyalizme doğru zaten ilerleyen süreci "hızlandırmak isteyen" ve işçi sınıfının durumunu en kısa zamanda "iyileştirmek" isteyen anlaşılır. Bu durumda komünist ile reformist arasındaki fark, nüans farkından, taktiksel farktan ibaret olur ve Marksizmin tarihinden bu yana komünistlerin Marksizme ihanet edenlere karşı sürdürmüş oldukları mücadele de nüanslar uğruna, tali sorunlar uğruna sürdürülmüş mücadeleye indirgenmiş olur.
İktidar mücadelesini sendikal mücadeleye indirgeyenlere ve de bu mücadeleyi yanlış anlayanlara Marks'ın uyarısı şöyle.
"Sendikalar, sermayenin zorbalığına karşı direncin toplama noktası olarak iyi hizmet görürler. Güçlerini amaca uygun kullanmadıkları an amaçlarından kısmen saparlar. Onlar mevcut sistemin etkilerine karşı kendilerini, beraberce sistemi değiştirmeye çalışmak yerine, örgütlü güçlerini işçi sınıfının nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin nihai yok edilişi için kaldıraç olarak kullanma yerine küçük bir savaş ile sınırlarsa, amaçlarından tamamen sapmış olurlar" (K. Marks, Ücret, Fiyat ve Kâr, C. 16. s. 152).
Burada söylenen oldukça açık: Tam da bu yasanın; proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerli olmasından dolayı sendikalar, bütün karşı eğilimlere rağmen, işçi sınıfının durumunun sürekli kötüleşmesini iktisadi-sendikal mücadele ile engelleyecek durumda değiller. Bunun böyle olduğunu Engels de şöyle açıklar;
"ücret yasası, sendikal mücadeleden dolayı sakatlanmaz. Tam tersine, sendikal mücadele onun tam geçerli olmasını sağ lar. Trade union direnci olmaksızın işçi, ücret sistemi kurallarına göre hakkı olanı dahi alamaz, sadece Trade-union karşısındaki korku, kapitalistleri, işçiye, işgücünün tam piyasa değerini ödemeye zorlar. "(Ücret Sistemi. C. 19, s, 253) .
Demek oluyor ki; sendikal mücadele, yüksek ücret veya en yüksek ücret proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliğini ortadan kaldırmıyor ve bunu savunanlar da reformizmden, işçi sınıfı dalkavukluğundan başka bir şey yapmıyorlar.
Aynı konuya değinen Lenin şöyle der:
"Burjuva reformistler ve onların maiyetindeki sosyal demokrasi saplarındaki bazı oportünistler, kapitalist toplumda kitlelerin yoksullaşmasının olmadığını iddia ediyorlar.
'Yoksullaşma teorisi' doğru değilmiş, yavaş da olsa kitlelerin refahı artıyormuş, mülk sahipleriyle mülksüzler arasındaki fark büyümüyormuş, tersine küçülüyormı-ış.
Son dönemlerde bu türden savların ikiyüzlülüğü yığınlar tarafından giderek daha açık olarak görülmektedir. Gıda maddeleri masrafları artıyor, işçilerin ücretleri, en sert, işçiler için azami başarılı grev mücadelelerinde dahi, işgücünün muhafazası için zorunlu harcamaların artışından daha yavaş artmaktadır. Ama aynı zamanda kapitalistlerin serveti baş döndürücü bir hızla artmaktadır...
Burjuva sosyal politikacıların resmi kaynaklara dayanarak verdikleri verilere göre, son 30 yılın Almanya'sında işçilerin ortalama ücreti %25 artmıştır. Aynı zaman dilimi içinde gıda maddeleri masrafları en az % 40 artmıştır!!
Hem gıda maddeleri, hem de giyim, yakacak ve konutlar-bütün bunların fiyatı artmıştır, işçi, mutlak yoksullaşıyor. Yani o, tam da eskisine göre daha da fakirle siy ör> o, daha kötü yaşamaya, daha kıt kanaat beslenmeye, sürekli daha az yemek yemeye, bodrumlarda ve çatı aralarında ikamet etmeye zorlanmaktadır...
Kapitalist toplumda zenginlik inanılmaz bir hızla-aynı zamanda işçi kitlelerinin yoksullaşmasıyla artmaktadır." (Kapitalist Toplumda Yoksullaşma, C. 18, s. 428/429).
Demek oluyor ki, mevcut karşı eğilimlere ve sendikal mücadeleye rağmen kapitalizmin tarihi, proletaryanın mutlak yoksullaşmasının yasa olarak geçerlilik kazandığını ve eğilim olarak geçerli olmadığını göstermiştir.
Belirttiğimiz gibi, Marks, proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasını sermaye birikiminde arıyor. Bunun, mutlak yoksullaşmanın eğilim değil yasa olduğunu sermaye birikimi yasasından hareketle açıklıyor. Hangi formda olursa olsun sermayenin, sermaye olarak kalabilmesi için çoğalması gerekir. Sermayenin çoğalması ise sömürüden, artıdeğer üretiminden ayrı olarak görülemez. Kapitalist hiçbir zaman daha az som üreyim mantığıyla hareket etmez. Şayet kapitalist, "insancıl" olup da daha az sömürüyle yetmiyorsa, ya o kişi gerçekten kapitalist değildir ya da "daha fazla kâr" esprisinin hiçbir kıymet-i harbi-yesi yoktur. Kapitalistin -ister bu bir kişi, isterse de şirket (tekel) olarak algılansın-, daha fazla kâr yapması için rakiplerinden güçlü olması gerekir. Rakiplerinden güçlü olabilmek için daha seri, daha ucuza üretmek gerekir, ki bu, modern teknoloji kullanmaktan geçer. Modern teknoloji sermayenin organik bileşimini değiştirir. Sermayenin organik bileşiminde değişmeyen sermayenin (makinalar vs.) payı artarken, değişen sermayenin (işgücü) payı azalır. Bu süreç kaçınılmazdır. Bu durumda kapitalist, rekabette güçlü olmak, daha fazla kâr elde etmek, yâni, daha fazla birikim sağlamak için az sayıda işçi ile yoğun teknoloji kullanır, yani işçileri sokağa atar. Yukarıda bu gelişmeden bahsettik. Teknolojik gelişme devasa adımlarla ilerliyor. Her yeni teknolojinin üretimde, dolaşımda, ma-liyede vs. kullanılması bu alanlarda çalışanların işsiz kalması anlamına gelir. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız; kapitalist üretim, gelişmesinin doğrudan bir sonucu olarak daha fazla üretmek için daha az işçi çalıştırmayı kapitalizmin genel krizi koşullarında eğilim olmaktan çıkartarak yasa konumuna getirmiştir.Bu, geriye dönüşümü olmayan bir süreçtir. Bu, kitlesel işsizliğin kronikleşmesidir. Artık kapitalizmin kitlesel kronik işsizlikten kurtulmasının nesnel olanağı yoktur. O halde; kapitalist üretim, işçileri sürekli mutlak yoksullu-luğa mahkum ediyor. 21.yüzyılda çalışanların sadece %20'nin çalışmasıyla bütün toplumun ihtiyaçlarının karşılanabileceği hesabı yapılıyor. Demek oluyor ki, 100 işçiden 20'si çalışırken 80'i işsizliğe mahkum edilecek. Bu, sadece işsizlik üzerinden proletaryanın mutlak yoksullaşmasının korkunç boyutlara varacağını göstermiyor mu? Bir milyon mark değerinde meta ve hizmet üretebilmek için 1965'te tarımda 140 işçiye, 1995'te ise sadece 23 işçiye, aynı yıllarda ticaret ve ulaşımda 29 ve 15; sanayide 22 ve 12 işçiye ihtiyaç vardı. Bu gelişmenin sonucu şudur; sosyal yardıma muhtaç olanların sayısı Almanya'da örneğin 1980'de 2,1 milyondan 1992'de 4,7 milyona ve bu alanda yapılan harcamalar da -keza aynı yıllarda-13,3 milyar marktan 42,6 milyar marka çıkmıştır. Yani mutlak yoksullaşmanın boyutları artmış. Sanılmasın ki, diğer emperyalist ülkelerde durum Almanya'dakinden farklı. Yeni sömürge ülkelerden bahsetmeye hiç gerek yok.
Dünya çapında 100 milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor, 1,1 milyar insan işsiz. Ama sadece 358 milyarderin geliri 2,5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısının gelirine eşit. Dünya nüfusunun beşte biri (%20'si) dünya üretiminin %82,7'sini, dünya ticaretinin %81,2'sini sağlıyor ve dünya nüfusunun %80'i bundan farklı oranlarda mahrum. 1990'da sadece Tokyo'da olan telefon sayısı bütün Afrika'da (500 milyon insan) olandan fazla. Sadece Japonya'da olan telefon sayısı Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın bağımlı ülkelerinde olandan fazla.
Demek oluyor ki, her ne kadar da mutlak yoksullaşmanın göstergeleri, derecesi ülkeden ülkeye değişse de, esas olan mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliğidir.
Şüphesiz ki, Marks'tan bugüne yaşam koşulları çok değişmiştir. Örneğin eğitim, sağlık alanında ilerlemeler olmuştur. Peki isteyen istediği eğitimi görebiliyor mu? Sağlık, sadece önemsiz bir sorun mu oldu? Hayır, mutlak ki şu veya bu ülkede birtakım iyileşmeler olmuştur. Sorun bu değil. Sorun, emekçilerin maddi yaşam koşullarının üretici güçlerin gelişme seviyesine tekabül edip etmediğidir. Ediyor diyenleri bir kenara bırakalım, etmesi için mücadele ediyoruz diyenler, reformistlerdir. Onlar ki, mutlak yoksullaşma teorisini eğilim olarak görüyorlar. Yani kapitalizme karşı mücadeleyi; bu sömürü sistemini yıkmaya kadar götürmüyorlar. Kapitalizmin islah olacağını savunuyorlar. Oysa kapitalizmin birikim yasası, sermayenin birikim yasası, proletaryanın yoksullaşma yasasıdır, kapitalizme karşı mücadele, mutlak yoksullaşma yasasının kabulünden geçmektedir, yani sömürüye karşı mücadele. Aksi takdirde kapitalizme karşı onu yıkma mücadelesinin hiçbir anlamı yoktur.
Şüphesiz, proletaryanın mutlak yoksullaşma yasası, kapitalizmin tarihinin her döneminde ve her ülkede bütün şiddetiyle etkili olmamıştır.Onun şiddetini kıran; mutlak yoksullaşmayı yumuşatan karşı etkenler olmuştur/vardır. Örneğin, önce sömürge ülkelerin, sonra da yeni sömürge ülkelerin talanı bazı emperyalist ülkelerde proletaryanın mutlak yoksullaşması yasasının etkisini yumuşatıcı bir rol oynamıştır/ oynamaktadır. Bunda sınıf mücadelesinin de önemli bir rolü vardır. Ama bütün bunlar sözkonusu bu yasayı, eğilime dönüştürecek etkenler olmamışlardır. Şüphesiz ki, işçilerin maddi durumu birçok bakımdan geçmişe oranla daha iyi olmuştur. Türkiye'de dahi işçilerin TV, buzdolabı, otomobil, ev sahibi olmaları normal bir olgu olmuştur, işçilerin durumunda, daha çok artıdeğer üretebilsinler diye bir dizi iyileşmeler olmuştur. Üretim sürecine hakim olmaları için okuma-yazma öğrenme olanağı, işçi çocuklarını da yüksek öğrenim yapabilmeleri vs. Bütün bunları, işçi sınıfının durumunun kapitalist üretim koşullarında iyileşiyor olduğunun, mutlak yoksullaşma yasasının geçersiz olduğunun, sınıfın amacına ulaşması için siyasi mücadeleye gerek olmadığının kıstası olarak algılayan reformist dangalaklar, bugünün modern sanayisinin, 100 veya 50 sene öncesinin koşullarında yaşayan bir işçi sınıfıyla yürütülemeyeceğini anlayacak durumda değildirler.
4-Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması ve İşçi Sınıfının Çeşitli Katmanlarının Durumu
"Kapitalizmin gelişme yolu, emekçile-rin-onların -bir üst tabakası rüşvetlenirken ve daha iyi konuma getiriiirken-ezici çoğunluğunun açlık ve sefaletinin yoludur." (Stalin, C7,s.83)
Proletaryanın mutlak yoksullaşması teorisine göre, işçi sınıfının durumu süreç içinde giderek mutlak kötüleşir. Ama bu, işçi sınıfının bütün sosyal katmanlarının durumunun süreç içinde mutlak kötüleşeceği anlamına gelmez. Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanlarının durumu iyileşebilir. Engels, gelişmenin bu yönüne "İngiltere’de Çalışan Sınıfın Durumu" yapıtının 1892'deki baskısına önsözünde dikkati çekiyordu. Engels orada şöyle der;
"Bu dönemde (bununla Engels 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan dönemi kastediyor- SP.) işçi sınıfının durumu nasıldı? Dönemsel olarak büyük kitle için dahi iyileşme, vardır. Ama bu iyileşme yeniden ve yeniden çalışmayan rezervenin büyük kitlesinin akışıyla yeni makinelerle işçilerin sürekli püskürtülmesiyle, kır proletaryasının gücüyle... eski seviyesine indirildi.
Sürekli iyileşme, işçi sınıfının sadece, 'korunan' iki bölüğünde gerçekleşiyor. Bunlardan ilki fabrika işçileridir. Çalışma günlerinin nispeten mantıklı sınırlarının yasal tespiti, onların vücut kondisyonunu eski haline getirdi ve onlara bölgesel yoğunlaşmayla da güçlendirilmiş bir ahlaki üstünlük verdi. Durumları, 1848 öncesin-dekinden şüphe götürmez iyidir....
İkincisi, büyük trade -unionlardır. Bunlar, sadece yetişkin erkeklerin işinin kullanılabilir olduğu veya hakim olduğu iş dallarının örgütleridir. Burada şimdiye kadar ne kadın ve çocuk işi ve ne de makine rekabeti onların örgütlü gücünü kırabildi. Maki-na tesviyecileri, doğramacılar, marangozlar, inşaat işçileri-bunların her biri kendisi için bir güçtür. Öyle ki, makine kullanımına başarıyla karşı koyabilen bir güç. Durumları 1848'den bu yana dikkate değer bir şekilde şüphesiz iyileşmiştir... Onlar, işçi sınıfı içinde bir aristokrasi oluşturuyorlar. Nispeten konforlu bir durumu elde etmeyi başardılar ve bu durumu nihai olarak kabul ediyorlar... Onlar, her uyumlu kapitalist için özelde ve kapitalistler sınıfı için de genelde oldukça net, uzlaşılabilir insanlardır...
Ama işçilerin büyük kitlesine gelince; onlar için yaşam güvensizliğinin ve sefaletin seviyesi bugün, eskisinden daha düşük değilse, (en azından) eskisi kadar düşüktür:" (C. 22,s,273/274).
Demek oluyor ki, işçi sınıfının bazı katmanları durumlarını iyileştirebiliyorlar.
"Emperyalizm... proletaryanın üst katmanlarının rüşvetlendirilmesinin ekonomik olanağını yaratıyor, besliyor, biçimlendiriyor ve oportünizmle pekiştiriyor... Emperyalizm, işçiler arasında da imtiyazlı kategoriler ayırım yapmak ve onları proletaryanın büyük kitlesinden kopartmak eğilimine sahiptir." (Lenin, Emperyalizm, C,22, s. 286, 288, Alm).
işçi sınıfının bu kesiminin, kendi özel mücadeleleriyle durumlarını iyileştirdiklerini veya kapitalistlerin onların durumunun iyileşmesine gönüllü razı olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır. Bu imtiyazlı kesimin; işçi aristokrasisinin oluşmasının, kapitalizmin emperyalizme doğru gelişmesiyle doğrudan ilgisi vardır. Kapitalistler, işçi sınıfının bütününü aldatabilmek, sınıfın direncini kırmak ve sömürüyü yoğunlaştırmak için; sınıfın bütününü reformist yola sevkedebilmek ve siyasi olarak teslim alabilmek için işçi sınıfının oldukça küçük bir azınlığının durumunun iyileşmesini kabul ediyorlar. Sermayenin çıkarları, burjuvaziyi bu kabul için zorluyor ve burjuvazi bu iyileşmenin yükünü işçi sınıfının çoğunluğunun sırtına yıkıyor, sömürge ve bağımlı ülkelerin talanı sonucunda elde edilen kâr ve ekstra kârın bir kısmını bu alanda harcıyor.
"Ama iyileştirmekten bahseden ekonomistler belki de, Ingiltere’de aynı sanayide çalışan 1,5 milyon işçi, ekonominin üç sene değil de on sene açılıp gelişmesini sağlamak için Doğu Hindistan'da ölmek zorunda bırakılan milyonlarca işçiden bahsetmek istiyor-lardır. "(K. Marks, G. 4, S. 123/ 124).
Sonuç itibariyle:
işçi sınıfının bazı tabakalarının durumunun mutlak iyileşmesi, mutlak yoksullaşma yasasının genel olarak geçersiz olduğu anlamına gelmez.
Esas olan ve kapitalist üretimde işçi sınıfının bütünü için geçerli olan şudur:
Marks'tan aktardığımız anlayışlarda da gördüğümüz gibi proletaryanın,'mutlak yoksullaşması kapitalist birikim yasasından kaynaklanmaktadır, onun bir yansımasıdır. Bu yasayı geçersiz kılmak veya eğilime indirgemek için her şeyden önce kapitalist birikim yasasını yok etmek gerekir. Kapitalist birikim, ancak ve ancak kapitalist toplumda mümkündür; kapitalist toplumda üretim araçlarına sahip olanlar kapitalistlerdir ve işçiler de ancak işgücünü satarak geçimlerini sağlarken ve kapitalist için artıdeğer üretirler. Artı-değer üretiminin amacı ise birikimdir. O halde sermaye birikimi, artıdeğer üretiminden kaynaklanır. Bu durumda; birikim yasası, sanayi yedek ordusunun varlığı ve bu ordunun sınıf üzerinde ücret ve talepler konusunda burjuvazinin lehine olan baskısı, bütün olarak işçi sınıfının kapitalizm koşullarında sosyal ve iktisadi durumunu sürekli iyileştirerek, kapitalist ücret köleliğinden kurtulmasını engellemektedir. Bu nedenlerden dolayı kapitalizm koşullarında bütün olarak işçi sınıfının durumu iyileşeceği yerine, sürekli kötüleşmektedir. Sınıf, mutlak olarak yoksullaşmaktadır.
Açıktan veya sinsice reformistler şunu diyorlar: Devrime gerek yok, işçi sınıfı, burjuvazinin belirlediği 'yasal' alanda mücadele ederek sosyal ve iktisadi konumlarını sürekli iyileştirebilirler ve belli bir zaman sonra, elde etmiş oldukları bu konumlardan hareketle kapitalist sistemden sosyalizme geçerler.
Buna karşın marksistler şunu diyorlar: işçi sınıfı, kapitalist sistem içinde sosyal ve iktisadi konumlarını mutlak olarak iyileşti-remezler. Artıdeğer üretimi, kapitalist birikim sözkonusu olduğu müddetçe, mutlak yoksullaşmanın birikimi de; proletaryanın mutlak yoksullaşma yasasının geçerliliği de sözkonusudur. Bu durumda işçi sınıfına kalan yegane yol -şayet kapitalist kölecilikten kurtulmak istiyorsa kapitalist sistemi; sermaye ve yoksullaşma birikiminin kaynağı olan bu sistemi yıkmak ve kendi sistemini; sosyalizmi kurmaktır.
5-Sermayenin Uluslararasılaş-ması ve Proletaryanın Mutlak Yoksullaşması Yasası
Burjuvazinin moda kavramıyla "küreselleşme", marksist kavramla sermayenin Uluslararasılaşması dev adımlarla ilerliyor. Sermayenin ulusal sınır tanımamazlığı M Al tartışmalarının da gösterdiği gibi- yasallaştırılıyor. Hal böyle olunca ulusal sermayeden; örneğin Amerikan, Alman, Japon sermayesinden bahsedilebilir mi? Bahsedilir, bahsedilmek zorundadır. Sermaye, ne derecede uluslararasılaşırsa uluslara-rasılaşırsa, isterse dünya ekonomisi istisnasız çok uluslu tekellerin mülkiyetinde olsun, sermaye son kertede ulusal bir dayanağa sahiptir. Sermaye gerekli gördüğünde ulusallığın doğrudan ifadesi olan devleti, çıkarlarının yerine getirilmesi için her alanda kullanıyor. Tekelci devlet kapitalizminde devlet, tekellerin emrindedir. Sermaye gerekli gördüğünde ordusuna, partisine, mahkemesine dayanarak iş yapıyor. Burada genel olarak ordu, genel olarak polis vb. sözkonusu değil. Amerikan ordusu, Alman ordusu vb. sözkonusu. Şüphesiz ki sermaye, çıkarları sözkonusu olduğunda kesinlikle ulusallığı, "anavatanı" tanımaz. Bu kavramların onun nezdinde beş para değeri kalmaz. Ama aynı çıkarlar, şayet orduya, polise, mahkemeye, diplomatlara başvurmayı gerekli kılıyorlarsa, sermaye, kesinlikle ulusaldır, "anavatan"ma sahip çıkar.
Bütün dünyayı kasıp kavuran, talan eden sermayenin bu özelliklerini göz önünde tuttuğumuzda, her bir emperyalist ülkedeki ve dünya çapındaki mutlak yoksullaşmanın faktörlerine varırız. Buna göre:
-Emperyalist ülkelerdeki mutlak yoksullaşma, her bir emperyalist ülke sınırları içindeki işçi sınıfı ve emekçilerinin sömürü ve talanıyla açıklanamaz.
-Emperyalist ülkelerde dönem dönem görülen mutlak yoksullaşmanın yumuşaması, bu emperyalist ülke sınırları içindeki gelişmelerle açıklanamaz.
-Dünya çapındaki mutlak yoksullaşmada uluslararası sermayenin, genel olarak emperyalizmin; emperyalist ülkelerin baskı, sömürü ve talanı önemli bir rol oynamaktadır.
Genel adı uluslararası sermaye, ama bu sermaye özelde bazı ülkelerde karşımıza Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız, Japon vb. sermayeleri olarak çıkıyorlar ve bu ülkelerdeki mutlak yoksullaşmada önemli bir rol oynayan bu ulusal sermayeler, kendi ulusal devlet sınırları içindeki mutlak yoksullaşma yasasının yumuşatılmasında da keza önemli bir rol oynuyorlar.
Emperyalist ülkelerde bazı dönemlerde geçici olarak işçi sınıfının genel durumunda iyileşme olmuşsa, bunun ötesinde yaşam seviyesi bağımlı ve yeni sömürge ül-kelerinkinden genel olarak yüksekse, işçi-sınıf mm çeşitli katmanlarını emperyalist burjuvazisi özel olarak besleyebiliyorsa(!) bütün bu gelişmeler, sadece ulusal sınırlar içindeki artı-değer üretiminden ve onun paylaşımından kaynaklanmıyor. Burada, yeni-sömürge ve bağımlı ülkelerin talan edilmelerinin payı oldukça önemlidir.
Kapitalizmin genel krizi koşullarında genel olarak emperyalist ülkelerde mutlak yoksullaşma yasasının bazı dönemlerde genel olarak yumuşaması, işçi sınıfının bazı kesimlerinin durumunun iyileşmesi istisnadır/geçicidir.
Sanayi yedek ordusu, kapitalist sermaye birikimi yasasının doğrudan bir .sonucudur. Kitlesel kronik işsizlik, kapitalizmin genel krizi koşullarında yasa olmuştur. Bir bütün olarak kapitalist üretim, mutlak yoksullaşma yasasının faktörlerini tamamen, sürekli olarak yumuşatıp, bu yasayı, eğilime dönüştürecek durumda değildir. Bunun önündeki engel, kapitalist üretimin kendisidir ve bu üretim, bu birikim, bütün dünyada yoksullaşma yasasının etkisini hafifletmek bir yana, doğal işbirliğinin gereği olarak derinleştiriyor. Dünya çapında artan açlık, sefalet, işsizlik bunu göstermiyor mu?
6-İşçilerin Durumuna İlişkin Temel Öğeler
Marks, Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumu üzerine pratik ve teorik çalışmalarında bir dizi faktörü göz önünde tutmuşlar ve ele almışlardır. Onlar açısından Önemli olan, işçi sınıfının durumunu bütün yönleriyle açıklayabilmek ve sınıf mücadelesini ilerletebilmektir. Bugün bu alanlarda, özellikle sendikalar tarafından düzenlenen anketler yapılmaktadır. Örnek olması açısından, Marks tarafından hazır-lanan(Nisan 1880) "Revue Socialiste"de 20 Nisan 1880'de özel sayı olarak yayınlanan anket sorularının bazılarını buraya aktaralım.
Soru konuları: Çalışma güvenliği yasaları; işsizlik ve kısa devre iş; çalışma süresi ; işçilerin geliri; gıda-beslenme; eğitim; aile durumu; hastalıklar ve ölüm durumu; polisiye durum; çalışmanın yoğunluğu; ücretler; temizlik, sağlık bakımı durumu, iş kazası, konut sorunu, işletmenin mülkiyeti; işletmede teknoloji kullanma durumu; çırakların durumu; ustabaşılar; yemek, dinlenme saatleri, kaç vardiya çalışıldığı; cezalandırmanın olup olmadığı; ücret durumu vs. vs. (Bkz. K. Marks, C. 19. s. 230237).
İşçi sınıfının durumunu ifade etmek açısından Stalin'in 27 Ağustos 1909'da yayımlanan "Yaklaşan Genel Grev Üzerine" makalesinde de önemli yaklaşımlar var. Stalin, bu makalesinde şöyle der:
"Ücret, doğrudan kesintilerle veya konut parasının, primlerin vs kesilmesiyle düşürülür. iki vardiya sistemin yerine üç vardiya sisteminin getirilmesiyle çalışma günü uzatılır, fazla mesai ve özel çalışma fiilen mecbur kılınır. 'Çalışanların sayısını sınırlama' anlayışına eski tarzda devam edilir, işçiler -özellikle sınıf bilinçli olanlar-önemsiz nedenlerden dolayı, çoğu kez hiçbir neden yokken sokağa atılırlar. 'Kara listeler' acımasızca kullanılır. 'Daimi' işçi sistemi yerine 'geçici' işçi sistemi getirilir... borç cezaları ve kötü muamele 'sistemi' her biçimde uygulanır... Kaza yasası, en utanmaz bir tarzda boşa çıkartılır. Tıbbi yardım asgariye indirgenir... Sağlık koşulları kötüdür. Okul sistemi aksar. Halk ocakları yoktur. Akşam kursları yoktur. Konferanslar yoktur. Sadece işten atmalar ve bir daha işten atmalar vardır. " (C.2,s. 143),
Şüphesiz, Marks ve Stalin'in işçi sınıfının durumunu açıklamak için belirttikleri bu faktörlerin bir kısmı sorun olmaktan çıkmış, bir kısmı da tarihe karışmış olabilir. Ama her halükarda bu faktörler şu veya bu şekilde, toplumsal gelişme sürecinde yeniden ve yeniden karşımıza çıkıyorlar. Kapitalist ve toplumsal gelişme, işçi sınıfının durumunu ifade eden yeni faktörler ve yeni olguları da beraberinde getirmiştir. Yoksullaşma sürecine özgü olan faktörler dönem dönem, öyle ki, ekonomik devrevilik-ten ekonomik devreviliğe değişebilirler. Bunun yanısıra, dönem dönem bazı faktörler etkilerini görece kaybederlerken, bazılarının etkisi daha belirgin olarak ön plana çıkabilir. Burjuvazi, alacağı tedbirlerle bazı faktörleri, sınıf mücadelesinin konusu olmaktan çıkartabilir. Bunların hepsi mümkündür. Ücretler, reel olarak dönem dönem artabilir, iş yasaları, kaza yasaları çıkartılır, işletmede sağlık sorunlarının çözümü için kararlar alınır. Çalışma süreleri kı-saltılabilir. işçi sınıfının durumunu izah eden şu veya bu faktör, faktör olmaktan çı-kartılabilir. Ama bütün bunlar, ancak ve ancak kısmi iyileştirmelerdir. Bunun ötesinde bu yasal tedbirlerden dolayı bu alanlarda gerçekten bir iyileşmenin olduğu da her zaman savunulamaz. Bu, genel olarak doğru değildir. Soruna bütün açısından bakmak gerekir, işçi sınıfının durumunun iyileşiyor olmasının kıstası, onun durumunu izah eden şu veya bu faktörün ortadan kaldırılması olamaz, işçi sınıfının durumu, süreç içinde her bir değişme bazında kötüleşmektedir. Bugünkü kötüleşmenin bir nedeni, yarın, neden olmaktan çıkabilir. Ama onun yerini başka bir neden alır. Tam da bundan dolayı, işçi sınıfının durumundaki değişmeleri tespit etmek için, onun durumunu izah eden önemli birkaç faktörü incelemek yeterli değildir. Bu, reformistlerin işidir. Marksizm ise bize, sorunun bütününü ele almamız gerektiğini öğretiyor. Marks, Engels, Lenin ve Stalin, işçi sınıfının durumundaki değişmeleri tam anlamıyla tespit edebilmek için bütün faktörlerin dikkate alınması gerektiğini öğretiyorlar.
Bu faktörler; işçi sınıfının yoksullaşma biçimlerinin çeşitliliği, reformistler ve oportünistler tarafından önemli bir silah olarak kullanılmaktadır. Oportünist ve reformist sendikalarda ve partilerde yaygın kullanılan demagoji şöyledir: Mücadele ile şu hakkımızı elde ettik, mücadele ile bu hakkımızı da elde edeceğiz. Böylelikle gerçekten elde edilmiş bazı haklar; işçi sınıfının durumunu o noktada iyileştiren olgular -reel ücret artışı, sosyal sigorta, sendika kurma hakkı, vs. vs.-ön plana çıkartılır ve işçi sınıfına 'günlük mücadele, sendikal mücadele ile hedeflerimize ulaşırız' mesajı verilir. Bu, aynı zamanda, proletaryayı, kapitalist düzeni yıkma, devrim yapma amacından uzak tutmanın da mesajıdır.
Oportünizm ve reformizm, işçi sınıfının durumunun genel kötüleşmesini, mutlak yoksullaşmayı gizlemek, için tek tek; münferit iyileştirmeleri ön plana çıkartırlar. Esas olan ise, bütünü görebilmek, yoksullaşma sürecinin diyalektiğini, çelişkilerini kavramak ve bunu, sermayeye ve onun uşakları olan oportünistlere ve reformistlere karşı mücadelede, iktidar için mücadelede önemi haiz bir silah olarak kullanmaktır. Bu, marksist-leninist komünistlerin bir sorunu ve görevidir.
7-Proletaryanın Görece Yoksullaşması
Marks'ın tespit ettiği "mutlak yoksullaşma teorisi" kendine marksist diyenler tarafından da eleştirilmiş ve reddedilmişti. Buna bir örnek olarak Bernstein'ı vermiştik. Kautsky de, Berstein'ı eleştirerek, onun tespit ettiği "görece yoksullaşma teorisinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışmış, ama mutlak yoksullaşma teorisine hiç girmemişti. Sorunun ne olduğuna bir daha bakalım ve buradan hareketle de proletaryanın görece yoksullaşması teorisini ele alalım:
Marks tarafından geliştirilen mutlak yoksullaşma teorisi, sermaye birikiminin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu teoriye göre işçi sınıfının durumu sadece kötüleşmez, sürekli mutlak kötüleşmek zorundadır. Şayet bu anlaşılmıyorsa, bunun sorumlusu ne Marks'tır ve ne de teorinin kendisidir. Bu durumda demek oluyor ki, işçi sınıfının durumunun kapitalizm koşullarında neden sürekli mutlak kötüleşmek zorunda olduğunu; mutlak yoksullaşmanın, nedenlerini biz anlatamıyoruz. Marks, proletaryanın görece yoksullaşma teorisini de geliştirmiştir. Görece yoksullaşma teorisinin kaynağı da sermaye birikimidir. Ve bu teori, en basitçe, mutlak yoksullaşma teorisinden hareketle anlatılabilir.
"Proletaryanın görece yoksullaşması, burjuva toplumda işçi sınıfının ulusal gelirin toplam miktarındaki payı sürekli azalırken, sömürücü sınıfların payının sürekli artmasından ibarettir." (Politik Ekonomi Ders Kitabı, Berlin 1955,8.166/167).
Başka türlü ifade edersek; görece yoksullaşma teorisine göre, kapitalistlerin durumuna oranla işçi sınıfının durumu giderek kötüleşir ve kapitalistler giderek daha çok zenginleşirlerken, işçiler giderek daha da fa-kirleşirler. Kapitalist toplumda bir taraftan zenginlik giderek artarken, diğer taraftan işçilerin durumu giderek mutlak kötüleşir. Bu durumda, işçilerin durumunun görece olarak kötüleşmesi doğaldır; sermaye birikiminin bir sonucudur. Sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu sömürüdür; işçilerin sömürüşüdür. Ve kapitalist üretimde, kapitalizm koşullarında bir tarafta yoksulluk birikmeksizin, diğer tarafta zenginlik birikmez. Kapitalizmde bir tarafta zenginliğin birikebilmesi için, yoksulluğun ve sefaletin üretilebilmesi gerekir. Veya kapitalizmde bir tarafta üretilen yoksulluk, diğer taraftan biriktirilen zenginlik demektir. Marks'tan aktardığımız anlayışı hatırlayalım; "öyleyse, bir kutupta zenginliğin birikimi aynı zamanda karşı kutupta yoksulluğun... birikimidir". Buna göre:
Proletaryanın mutlak yoksullaşması, birikimin de, zenginliğin de giderek düştüğü veya değişmeden kaldığı bir toplumda.gerçekleşmiyor; kapsamı, hacmi ne olursa olsun, birikimin kendisi zenginliğin artışının doğrudan ifadesidir. Öyleyse mutlak yoksullaşma , zenginliğin, birikimin giderek arttığı bir toplumda gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda bir kutupta mutlak zenginleşmenin, diğer kutupta mutlak yoksullaşmanın doğrudan ifadesidir. Bunun, görece yoksullaşma teorisi açısından anlamı nedir?
Bir kutupta mutlak zenginleşmenin ve karşı kutupta da mutlak yoksullaşmanın mantıksal bir sonucu, aynı zamanda bir kutupta görece zenginlik, karşı kutupta da görece yoksulluk demektir. Yani kapitalist sınıf sadece mutlak olarak daha da zenginleşmiyor ve işçi sınıfı da sadece mutlak olarak yoksullaşmıyor. Aynı zamanda kapitalist sınıf, işçi sınıfına nispeten görece olarak daha da zenginleşirken, işçi sınıfı da, kapitalist sınıfa oranla görece olarak daha da fakirleşiyor.
Demek oluyor ki, proletaryanın görece yoksullaşma teorisi sermaye birikiminden kaynaklanıyor ve proletaryanın mutlak yoksullaşma teorisinin mantıksal bir sonucudur.
İşçi sınıfının görece durumunun ne anlama geldiğini Rosa Luxemburg şöyle açıklar:
"...Örneğin bir durumda işçiler, öncesine nazaran daha çok gıda maddelerine, daha zengin gıdaya, daha iyi giyime sahip olabilir.
Ama şayet diğer sınıfların serveti daha da hızlı artarsa, işçilerin toplumsal üründeki payı küçülür. Öyleyse mutlak olarak
alındığında işçilerin yaşam standardı yükselebilirken, payları, diğer sınıflara görece olarak alındığında düşebilir. Ama her insanın ve her sınıfın yaşam standardı verili zamana ve aynı toplumun diğer katmanlarına göre ele alındıklarında ancak, doğru değerlendirilmiş olur. Afrika'da primitif yarı vahşi veya barbar bir zenci aşiretinin prensi, Almanya'da ortalama bir işçiye göre düşük bir yaşam standardına, yani daha basit konuta, daha kötü giyime, ham gıdaya sahiptir. Ama bu prens, aşiretinin olanaklarına... oranla 'prensçe'yaşarken, Almanya'da fabrika işçisi, zengin burjuvazinin lüksü ve zamanın ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında oldukça fakir yaşamaktadır. Öyleyse, işçilerin bugünkü toplumdaki konumlarını doğru değerlendirmek için, sadece mutlak ücretin -yani ücret miktarının-değil, bilakis görece ücretin de yani işçinin ücretinin, işinin toplam üründeki payının da incelenmesi gerekir." (Toplu Eserler, C. 5, S. 757/758, "Ulusal Ekonomiye Giriş".)
Türkiye'de proletaryanın görece yoksullaşmasını hesaplamak neredeyse " imkansız. Bu hesabı yapmak için ulusal değeri ve bu değer içinde değişken sermayeyi hesaplamak gerekiyor, istatistik verilere (DİE) dayanarak tam sonuç almak olanaksız. Ama soruna sadece ye sadece imalat sanayii bazında bakarsak; imalat sanayii değerlerini ulusal gelir olarak alırsak, bu gelirde işçilerin pay -görece yoksullaşma-1963'te %22,9'dan 1988'de %15,4'e kadar düşer ve 1990'da %21,7'ye çıkar. Buna karşın kapitalistlerin payı 1963'te %77,1'den 1988'de %84,6'ya çıkmış ve 1990'da %78,3'e düşmüştür. Salt bu veriler, Türkiye'de sömürünün ne derece korkunç boyutlarda olduğunu, Türkiye imalat sanayiinde işgücünün resmen talan edildiğini gösteriyorlar.
Sonuç:
Marksist yoksullaşma (mutlak ve görece) teorisi, SB'nde sosyalizmin yıkılmasından; SBKP XX. Kongresi'nden bu yana marksistler tarafından geliştirilip gün-celleştirilmemiştir. Revizyonist blok yıkılana kadar modern revizyonistler bu alanda da kelimenin tam anlamıyla "at oynatmışlardır." Yoksullaşma teorisi, marksist-leni-nist politik ekonominin bir sorunudur. Bu teori, kapitalizmin genel krizinin güncel koşullarında işçi sınıfının durumu araştırılarak geliştirilmelidir veya işçi sınıfının durumunu araştırmada, saptamada bir çıkış noktası olarak alınmalıdır.
Emperyalist burjuvazi ve onun kulvarında koşan reformistler, revizyonist blokun çökmesiyle de hız alarak sosyalizme, Marksizm-Leninizme saldırmaya devam ediyorlar. Kapitalizmin, burjuva düzenin alternatifsiz olduğunu, sorunların bu sistem içinde çözüleceğini, işçi sınıfının durumunun bu sistem içinde iyileşeceğini, vs. lanse ediyorlar.
Oysa, durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Dünyanın her tarafında zengin daha da zenginleşirken fakir (işçi sınıfı) daha da fakirleşiyor. Bir taraftan yüz milyonlarca işsiz, bir milyar civarında yoksul, diğer taraftan bütün zenginlikleri elinde toplayan bir avuç, sayıları 100-150 arasında devasa tekeller, kutuplaşmanın bu boyutlarda olduğu bir süreçte işçi sınıfının mutlak ve görece yoksullaşmadığını nasıl kanıtlayabiliriz? Bu, reformistlerin görevi. Marksistlerin görevi ise, bu teori bazında ele alınan bütün sorunları ulusal ve enternasyonal alanda sermayeye, kapitalist düzene karşı mücadelenin, burjuva düzem yılana mücadelesinin silâhlarına dönüştürmektir.