Tarihin tozlu sayfaları Türk şovenizminin, Osmanlı'nın özellikle son döneminden günümüze değin, coğrafyamızda yaşayan halklara ve insanlığa karşı işlediği ağır suçlara tanıktır. Bu tozlu sayfaların içerisinde, Kürt ve Ermeni katliamları, yoğun asimilasyon politikaları, Hitler faşizminin yanında Pantürkist hayallerle yayılmacılık vb. vs. vardır. Bütün bu suçlar, resmi tarih içerisinde tersyüz edilmiş ya da arşivlerde "devlet sırrı" olarak gizlenmektedir. Gizlenmektedir; çünkü, her dönem olduğu gibi aynı suçlar işlenmeye devam ediyor.
Kürt halkına karşı 15 yıldır sürdürülen kirli savaş bunun ifadesidir. Şimdi Türk şovenizmi, Kürtlere karşı yürütülen savaşın içerisinde tahkim ediliyor. Topyekün kirli savaşın katliamcı ve yok ediciliğinin üzerinden Türk şovenizmi geliştiriliyor. Şovenizmin saldırgan, katliamcı özelliğinin yanında egemen sınıfların kitleleri yönetmesinin, kontrol etmesinin ve faşist rejimin toplumsal dayanağının geliştirilmesinin bir aracına dönüştürülüyor. Türk halkı, şovenizm sayesinde egemen sınıfların politikalarının bir uzantısı haline getirilmeye çalışılıyor. Diğer taraftan da, ABD emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla paralel olarak dışa dönük yayılmacı emeller geliştiriliyor.
Halklarımızın kardeşliğine ve kurtuluşuna giden yolu örebilmenin en önde gelen ayaklarından birini, Türk şovenizmini ideolojik, politik ve pratik olarak yenilgiye uğratmak, Türk halkını bu etki çemberinden kurtarmak oluşturuyor. Türk halk, şovenizmin zihinleri felç eden etki çemberinden kurtulmadığı sürece, özgür olamayacaktır. Bu paslı silahın etkisizleştirilmesi, egemen sınıfların ve faşizmin ayağının altındaki toprağın kaymasını sağlayacaktır. En büyük görevin düştüğü, Batı'da gelişen devrimci-komünist hareket de bir bakıma, şovenizmin etki çemberini kırdığı oranda gelişecektir.
İşçi, emekçi Türk halk yığınlarına şovenizmin yol açtığı sonuçları kavratmak, an-ti-şoven bir bilincin gelişmesini sağlamak devrimci komünist hareketin güncel bir görevidir. Bunu başarmak için güncel teşhir ve ajitasyon görevlerinin yanında, ideolojik mücadeleyi daha fazla geliştirmeye ve şovenizmin tarihsel temellerini sergilemeye de her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü bugün, dünün bir devamıdır ve bugünü anlamak da bir bakıma dünü anlamaktan geçer. Güçlü şovenist önyargıların olduğu, tarih bilincinin oldukça zayıf olduğu, egemen politikaların ideolojik kuşatması altında baskı ve terörle belleksizleştirilmiş bir toplum yapısıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu nedenle çok genel hatlarıyla da olsa Türk şovenizminin ortaya çıkışı ve gelişimine değinmeye çalışacağız.
Türk şovenizmi ve Pantürkist akımlar hangi koşulların ürünü olarak ortaya çıkmış ve ne gibi motiflerle gelişmişlerdir? Tarihsel sürecin çeşitli aşamalarında şovenizm ve Türkçülük ne tür roller oynamıştır?, Bu sorulara karşı geliştirilecek cevaplar, Türkçü-şoven akımların, şovenizmin tarihsel ve güncel pozisyonunun açığa çıkmasına hizmet edecektir.
Marks ve Engels Komünist Manifesto'da, "insanlık Tarihi sınıflar savaşımı tarihidir" derler. Sınıfların ortaya çıkması, karşıt sınıflar arasındaki savaşımı da gündeme getirmiş ve sınıflar savaşı tarihi ilerleyişinin dinamosu olmuştur. Sömürücü bütün sınıflar kendi egemenliklerini devam ettirebilmek için, toplumları ideolojik kuşatma ve baskı altında tuttular. Modern sanayinin gelişmesinin yol açtığı üretimin toplumsal karakteriyle mülkiyetin özel biçimi arasında oluşan çelişki, birbirine zıt iki ideolojinin; burjuva ideolojisi ve proletarya ideolojisinin ortaya çıkmasını sağladı. Burjuvazi, feodal aristokrasiyi yenilgiye uğratarak iktidarı ele geçirdikten sonra hızla gericileşti. Milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık ve nihayetinde de emperyalizm döneminde ortaya çıkan faşizm, burjuva ideolojisinin varyantlarından başka bir şey değildirler.
Türk şovenizminin ve Türkçülük akımlarının da, bunlardan bağımsız olmayan fakat, kendine özgü bir tarihsel seyri vardır. Türkçü, şoven akımların ortaya çıkışları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine değin uzanan bir dönemi kapsar. Fakat Türklerin tarihinin derinliklerinde önemli dayanaklar oluşturulmaktadır. Bugün çeşitli Türkçülük .akımları ve resmi kemalist ideoloji, Türklerin geçmiş tarihlerine ilişkin tek yanlı, zorlama değerlendirmeleri veri olarak kabul etmekte ve Türk şovenizminin temel dayanaklarından biri haline getirmektedir. Tarih, bilimsel kuralları içerisinde, eksiğiyle-fazlasıyla yaşanmış olaylara ışık tutması gerekirken, ırkçı-şoven bir zihniyetle alınmaktadır. Resmi ideoloji ve Türkçülük akımlarının yalnız bugünkü ko-numlanışları değil, aynı zamanda tarihe bakışları da ırkçı-şoven karakterdedir. Tarih, verili ekonomik-toplumsal koşullar içerisinde değil, ırkçı bir pencereden bakılarak yorumlanmakta ve sunulmakta. Aynı bakış açısı, resmi ideoloji açısından da fazlasıyla geçerlidir.
Tarihin bu denli ırkçı-şoven düşüncelere dayanak yapıldığı koşullarda, Türklerin tarihlerine ilişkin ırkçı-şoven aktarımlara kısaca da olsa değinmek kaçınılmazdır. Kuşkusuz ki burada niyetimiz, geçmiş tarihlerine ilişkin Türkleri ya da başka herhangi bir halkı yargılamak değildir. Tarihte olanlar yaşanılmış ve geride kalmıştır. Her toplum insanlığın gelişmesinde az ya da çok bir rol oynamıştır. Tarihte her bakımdan mükemmel etnik kökenler olmadığı gibi, her bakımdan suçlu olanlar da yoktur. Belirli aşamalarda insanlığın/uygarlığın gelişmesinde çok önemli roller oynamış toplumlar bugün yok olmuşlardır ya da tersi. Burada önemli olan, tarihi doğru aktarmaktır. Kasıtlardan, sübjektif yargı ve önyargılardan kurtarmak ve en önemlisi de, bugüne ilişkin olarak, ırkçı-şoven düşüncelere kaynak yapılmasının önüne geçmektir. Bütün halklar gibi, köklü bir geçmişe sahip olan Türkler de, tarihte şu ya da bu yönde önemli roller oynamış bir toplumdur. Bugün de Türk devrimcilerinin kendi halk şekillenmelerini öğrenerek zaaflı yanlarının aşılması, olumlu değerlerinin ise geliştirilmesi için uğraş vermesi gerekmektedir. Kemalist resmi ideoloji ve Türkçülük akımlarının, Türklerin tarihine ilişkin aktarımları abartılı, tek yanlı değerlendirmelerle doludur. Hepsinden önemlisi de "üstün ırk" bakış açısıyla yazılmıştır. Buna göre; iyi, güzel olan her şey Türklere özgüdür. Ahlaki özellikleri gelişkindir, eşitlikçidir, kültürel olarak ileridir, soyludur, medeniyetler yaratmıştır, savaşçıdır, kahramandır vs. Türklerin, hep diğer halklardan daha üstün olduğu vurgulanmaya çalışılıyor. Türklerin, elbette, gerek Orta Asya'da, gerekse de daha sonrasında şekillendirdikleri bir kültür yapısı vardır. Bu şekillenme kendine özgü ayırt edici özellikler de taşır. Bunlar kendi içinde olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir bütünlük arz eder. Durum böyleyken, iyi, güzel olan her şeyi Türklere atfetmek, kötülükleri ise başkalarına yüklemek ne oluyor? Türkler her zaman üstün niteliklidir demek nasıl bir bakış açısıdır? Bütün ulusların ırkçı-şovenleri gibi Türkçüler de aynı pencereden bakıyorlar. Alman Nazileri de, faşist ırkçı yaklaşımlarını ve üstün ırk olduklarını tarihe dayandırmışlardır.
Türklerin vasıflarına ilişkin abartılı aktarımlar bir başka şeyle bütünleşiyor; Türkle-rin tarihi kahramanlıklarla doludur. Burada tarihin çarpıtılması ve istendiği gibi yorumlanması devreye giriyor. Kurgu, Türklerin kahramanlıkları üzerine olunca, aktarımlar da bu kahramanlık destanlarını haklı çıkarma yönünde zorlanıyor.
Türklerin tarihleri, "uygarlıklar", kurdukları devletler, Orta Asya'dan Anadolu'ya göç etme nedenleri, nasıl müslüman oldukları vb. sübjektif niyetlere göre aktarılıyor. Türk tarih kitapları kahramanlıklarla doludur. Tarih Türklerle başlayıp Türklerle biter. Varsa yoksa Türklerdir. Diğer halklar çoğunlukla "düşman" olarak tarih sayfalarındaki yerini alır, ya da çok az söz edilir. Buna göre Türkler büyük "uygarlık"lar kurmuşlardır. Fakat dünya tarihi bu uygarlıkları bilmez. Dünya, Çin, Mısır, Mezopotamya, Yunan, Roma, Amerika'da Inka Medeniyeti vb. bilinmektedir. Türk tarih kitaplarında dünya tarihi ve uygarlıkları çok az yer tutar. Okutulan tarih kitaplarıyla sınırlı bir bilgiye sahip olan her birey, dünya tarihini büyük oranda Türkler'in tarihi olarak öğrenir. Bu yüzdendir ki okutulan tarih kitapları "milli"dir ve ırkçı-şoven aktarımlarla doludur. "Milli tarih" adı altında öğretilmeye çalışılan da zaten ırkçı-şoven bir Türklük bilincinden başka bir şey değildir. • Yazılanların aksine, Türkler hiçbir dönem "büyük uygarlık" olarak söz edeceğimiz medeniyetler kurmadılar. Birçok Türk devleti kurulmuş, yıkılmış ve yenisi kurulmuştur. Elbette bu devletler içerisinde Türkler kendilerine Özgü zenginlikler, kültürler oluşturdular. Fakat bunlar, kuruldukları çağın içerisinde "ileri bir uygarlığı" temsil etmediler. Türklerin en eski yazılı kaynaklan olan Göktürk Abideleri de böyle bir uygarlığa işaret etmemektedir. Orta Asya'da göçebe feodal bir toplum düzeninin egemen olduğu Türk boyları, kendi toplum ve devlet yapısına uygun bir "uygarlık"tır. Fakat dönemin koşulları içerisinde ilerici bir uygarlık değildir. Hele, Türklerin yaşadığı Orta Asya toprakları uygarlığın beşiği hiç değildir.
Orta Asya'dan Anadolu'ya göç edildikten sonra kurulan, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları da "büyük uygarlık"lar yaratamadı. Türk-çü-şoven bakış açısı uygarlığı, kahramanlık, savaşçılık gibi özellikler ve kurulan güçlü egemen devletlerle sınırlı gördüklerinden, ileri uygarlıkları da bu çerçeve içerisine sıkıştırmaya çalışıyorlar. Moğollar da çok savaşçı, yağmacı bir toplumdu ve bu özelliklerine dayalı olarak güçlü egemen devletler kurmuşlardı. Fakat hiçbir zaman ileri uygarlıklar yarattı diye söz edilemez. Tersine, "o yıllarda yaşayanlar için Moğollar tüm uygarlığın yok edilmesi anlamına geliyordu ". (1)
Türkler, Orta Asya'daki anayurtlarından, 11. ve 13. yüzyıllarda büyük göç dalgalan halinde Mezopotamya üzerinden Anadolu'ya doğru göç ettiler. Bu göçlerin birbirine bağlı çeşitli nedenleri vardır. Resmi tarih kitaplarında, ve Türkçü akımlar tarafından bu göçlerin nedeni olarak, iklim koşullarındaki değişmeye bağlı olarak Orta Asya'nın çölleşmesi ve bunun yol açtığı ekonomik nedenlerden söz edilir. Bu durum, büyük oranda eksik yansıtmaktadır. Birincisi, Orta Asya'da yaşanmış çok büyük iklim değişiklikleri olmamıştır, ikincisi de, göç sadece ekonomik nedenlerle gerçekleşmemiştir.
Elbette nüfusun artmasının da etkisiyle, göçebe Türk boylarının göç etmesinde ekonomik koşullar önemli bir etken oldu. Diğer bir önemli etken ise, Moğolların ardı arkası kesilmeyen saldırıları ve bütün savaşçı özelliklerine rağmen Türk boylarının bu saldırıların sonucunda Orta Asya'dan göç etmek zorunda kalmalarıdır.
"Moğol akınlarının baskısı sonucunda eski kalelerinden Horasan'da daha fazla kalmaları artık mümkün olmayınca, Oğuzlar dervişliğin cenneti halini alacak olan Anadolu'ya kitleler halinde aktılar." (2)
"Bu baskılar, iki tarz ve birbirini izleyen iki dalga halinde ortaya çıktı, ilk olarak hâlâ Orta Asya 'da ve Iran 'da bulunan Türk kabileleri Moğolların peşlerinden kovalamasıyla Anadolu 'ya sığındılar ve Selçukluların zar zor kurdukları dengeyi yerinden oynattılar. Onların arkasından Moğollar geldi. " (3)
11. yüzyılda yaşanan ilk göçte ekonomik nedenler ağırlıklıyken, sonrasında, 13. yüzyılda yaşanan göçte Moğol istilaları daha belirleyici bir hal almıştır. Moğolların saldırılarla yakıp-yıkmalarından kaçan Türkler de gittikleri yerlerde kendilerine yurt edinmek için, tıpkı Moğolların yaptıkları gibi yakıp-yıkmışlar, kılıç gücüyle egemenlik kurmaya, çalışmışlardır. "Türkler ise, kendileri nasıl Moğollara yenilmiş ve sürülmüşlerse, onlar da şimdi... Romalıları sürüyorlar. Ve Moğollara karşı ne kadar zayıf direnç gösterdiler ise, şimdi Romalıların karşısına o denli güçlü çıkıyorlar." (4) Orta Asya'dan Anadolu'ya göçen Türkler, göçebe feodalizminin belirlediği toplum düzeninden, yerleşik feodal düzene geçmek zorunda kaldılar. Bu durum, göçebe toplum düzenine alışmış olan Türkler içerisinde isyanlara varan sorunlar yaşanmasına neden oldu. Türkler, göçebe toplum yapısının oluşturduğu kültür ve gelenekleri daha sonrasında da değişik biçimlerde devam ettirdiler.
Türklerin İslamiyeti kabul etmelerine ilişkin de, resmi ideoloji ve ırkçı, dinci, Türk-İslamcı akım ve çevreler tarafından yoğun bir çarpıtma yapılmaktadır. Bu çevreler, Türklerin geleneklerinin, ahlaklarının, İslamiyetin esaslarına yakın olması nedeniyle, Türklerin İslamiyeti kolaylıkla kabul eliklerini söylemektedir. Gerçekte ise, Türklerin İslamiyeti benimsemeleri zorlu, sancılı ve daha da önemlisi, yaklaşık 300 yıl süren savaş ve katliamların sonucunda gerçekleşmiştir.
Orta Asya'da Türk boylan, kendi ekonomik ve toplumsal yapılarına uygun dinsel inanca sahiplerdi. Henüz tek tanrılı dinler, Orta Asya'nın göçebe toplulukları arasında yaygınlaşmamıştı. Türkler şamanizme inanmakta ve gelenek-görenekleriyle de kaynaştırdıkları dinsel inançlarını sürdürmekteydiler. Farklı inanç toplulukları da bir arada uyumlu şekilde yaşamaktaydı.
İslamiyet ve Hz. Muhammet de dahil İslam önderleri, Türkleri İslamiyetin en büyük düşmanı görüyor, aşağılıyor ve karşı karşıya gelinmemesini istiyorlardı. Türkle-re ilişkin aşağılayan, "düşman" gören düşünceler Kur'an-ı Kerim'de ve Hz. Muhammet’in hadislerinde de mevcuttur. Hatta, Türklerle savaşa girilmesi "kıyametin kop-ması"na neden olacak şeylerden biri olarak görülmektedir.
Kıyamet kopmasının şartlarından biri de sizlerin kıldan çadırlar giyen bir kavimle (Türklerle) harp etmenizdir."(Buhari Hadisi) (5)
"... Kuvvetli bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır." (Müslim) (6)
Hz. Muhammet bir başka hadisde de, Türklerle ilgili şunları söylemektedir: "Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin; 'çünkü sizi severlerse yerler, sevmezlerse öldürürler". (7) •
"Düşman diye bir şey yok diyorsunuz. Fakat sizler, yaygın suratlı, küçük gözlü ve kızıl saçlı bir millet olan Yecuc ve Mecuc'larla karşılaşmayıncaya kadar düşmanlarla savaşmış olmayacaksınız. Bunlar giderek çoğalan ve yüzleri kalkana benzeyen kimselerdir."(8) Alıntıda "Yecuc ve Mecuclar" olarak söz edilen Türklerdir. Türklere ilişkin bu aşağılayıcı ve Arap milliyetçiliğiyle bezenmiş bu yaklaşımlar, İslamiyetin daha sonraki dönemlerinde de korunarak devam ettirildi. Resmi tarih yazıcıları, Türk-İslamcı, şeriatçı, Türkçü yazar ve çevreler İslamiyetin Türklere bu olumsuz, aşağılayan, düşman gören, savaşıl-masını "kıyametin kopması"yla eşdeğer gören yaklaşımlarını görmezden gelmekte, ya da çarpıtarak haklı çıkarmaya çalışmaktadırlar.
Arap-İslam ordularıyla Türkler, 7. yüzyılın son döneminden itibaren karşı karşıya geldiler. İslam orduları Orta Asya ve Hindistan yönünde yayılmak ve egemenliğini geliştirmek için, Türklerin topraklarına karşı saldırılarını hızlandırdı. Türk boylarına kılıç gücüyle İslamiyeti kabul ettirmeye çalıştılar, İslam hukuku, müslüman olmayan topluluklara karşı, "İslam dinini taşımak" adı altında yağma ve talan savaşlarını meşru görüyordu. "Gaza" denilen bu savaşlarda girilen yerlerin bütün zenginlikleri talan edilmekteydi. Türk şehirlerini de yağmaladılar, insanları kılıçtan geçirdiler, gençleri köle olarak kullanmak üzere esir alarak götürdüler. Zenginliklerin yağmalanması, toprakların egemenlik altına alınmasıyla İslamiyeti zorla kabul ettirme çabaları birlikte sürdürüldü. Kimi Türk boyları, canlarını ve mallarını kurtarmak için İslamiyeti kabul ettiklerini söylemekle birlikte, kendi gelenek, görenek ve inançlarını bir şekilde sürdürüyorlardı. Ya da İslamiyeti, kendi kültür ve gelenekleriyle uyumlu olacak şekilde değiştirerek uyguluyorlardı.
Arap-İslam ordularının istilalarına karşı Türklerin direnişi yaklaşık 300 yıl boyunca kesintisizce sürdü. Bu istilalar, çok büyük katliamlar, yağmalar ye onbinlerce Türk gencinin esir alınıp köleleştirmelerini beraberinde getirdi. Türk kökenli köleler, Arap- İslam saraylarında devşirme usulüyle yetiştirildiler. Ordu içinde çok önemli görevlere gelerek etkinlik kurdular.
Türkler, savaşçı özellikleri sayesinde, İslam ordularını birçok yenilgiye uğratsalar da kendi içlerinde yeterli bir birlikteliğe sahip olmadıklarından topraklarından söküp atamadılar. Daha da önemlisi, Türk egemenleri, İslamiyetin yağma ve talanı meşru gören özünü kendi çıkarlarına uygun görecek işbirliğine gittiler ve İslamiyeti benimsediler. Her ne kadar yağma savaşları Türklerde eskiden de vardıysa, bunu daha çok ihtiyaçlarına dönük olarak yapıyorlar. Türk egemenleri, İslamiyetin bu özünü kendi çıkarlarıyla ve egemenliklerini geliştirme ve yayılma çabalarıyla uygun düştüğünü gördüler. Yağma ve talanı "İslamiyeti taşıma" adına gerçekleştirerek, hem Türklerde belli düzeylerde var olan yağma ve talan savaşlarını yayılmacı doğrultuda geliştirmek, hem egemenlik alanlarını genişletmek için İslamiyeti benimsediler. Bu yüzden İslamiyeti ilk benimseyenler, Türk egemenleri oldu. Halk ise ancak bu süreçten sonra daha yaygın olarak müslüman oldu-. Türklerin egemen kesimlerini İslami-yeti algılayış şekliyle, halk kitlelerinin İslamiyeti özümsemeleri de birbirinden farklıdır. Egemen kesimler, kendi çıkarlarına da uygun düşen bir tarzda, İslamiyetin yağmacı, talancı yapısını benimserken, halk kitleleri ises kendi kültür ve gelenekleriyle
uyumlu hale getirerek benimsiyor ve uyguluyorlardı.
Bütün bu yazılanlarla Türklerin İslamiyeti "kolayca kabul ettikleri", ahlaklarına, kültürlerine ve geleneklerine uygun düştüğü için benimsedikleri şeklindeki açıklamalar gerçeği yansıtmıyor. Bu yönlü kimi araştır-macılarsa, Türklerin İslamiyeti nasıl kabul ettiklerine değinmek zorunda kaldıklarında, ya çarpıtmaktadırlar ya da, "İs-lamiyeti taşıyorlardı" düşüncesiyle haklı görmektedirler. Yapılan katliamları, yağma ve talanları onaylamaktadırlar. Eğer söz-konusu tarihsel kesitte ahlaki olan, haklı görülebilecek olan bir şey varsa, o da, Türklerin kendi topraklarını, yaşamlarını, kültür, gelenek ve inançlarını korumak için direnmeleridir.
Osmanlıların, Avrupa, Asya ve Afrika'yı kapsayan geniş bir coğrafyada 600 yıl egemenlik kurmalarına olanak sağlayan içsel, dışsal ve coğrafik nedenler vardı. Bunu sadece Türklerin savaşçılıklarıyla açıklamak mümkün değildir. Şüphesiz ki, özellikle kuruluş ve ilk gelişme dönemlerinde bunun önemli etkileri olmuştur.
Osmanlı egemenliğinin yayılmaya başladığı dönemde, Avrupa devletlerinin dikkatleri daha başka yerlerde yoğunlaşıyordu. Rönesans ve reform hareketleri Avrupa'da ekonomik toplumsal yapıdaki gelişmelerin belli boyutlarının ürünüydü. Diğer taraftan, Amerika Kıtası'nın ve Afrika'da henüz keşfedilmemiş olan birçok yerin keşfi, Avrupa'nın güçlü devletlerini buralara yöneltmişti. Amerika'nın yerlilerini kılıçtan geçirerek, aradıkları toprağı ve zenginliği buralarda fazlasıyla bulmuşlardı. Bakir Amerika'nın yer altı ve yer üstü zenginlikleri büyük bir hızla Avrupa'ya akıyordu. Avrupa'da, kapitalizmin ön koşullarının hazırlanması ve sermayenin ilk birikimlerini sağlanmasında bunun yeri büyüktür, ilk sömürgeci devletler olan ispanya, Portekiz ve Hollanda, daha sonraki dönemde belirleyici duruma gelen İngiliz ve Fransız sömürgeciliği, Amerika'nın bakir ve zengin topraklarında kolonilerini kurarak, egemenlik ve yayılma alanları olarak Afrika ve Amerika'yı seçmişlerdi.
Amerika ve Afrika'da yapılan keşifler, Macellan'ın dünyayı dolaşması gibi gelişmeler Osmanlıların egemenlik kurmaya çalıştığı coğrafyanın ve buradan geçerek Uzakdoğu ve Çin'e uzanan ipek Yolu'nun önemini azaltmıştı. Avrupa'lı devletlerin dikkatlerini başka topraklarda yoğunlaşmış olması, Osmanlı despotizminin engelsiz bir şekilde, askeri üstünlüklerine de dayanarak, geniş bir coğrafyada egemenlik kurmalarına fırsat vermiştir.
Bunun yanında, Osmanlıların askeri üstünlükleri, idari, ekonomik örgütlenmesi, despotik devlet yapısı vb. faktörler de içsel faktörlerdir. Fakat, Osmanlılar imparatorluk sınırları içerisinde hiçbir dönem gerçek bir uygarlık yaratamadılar. Araplar ve Acemler'den etkilenen mimari vb. dışında ileri bir uygarlığın temsilcisi olamadılar. Bilim, kültür, sanat gibi alanlarda gelişmeleri hep geriden takip ederek; Batı'da aydınlanma dönemine 'girilmesinden sonra ise, gelişmeye engel olan, kendisini buna kapatan bir pozisyon içerisinde oldular. Bu nedenledir ki, matbaa ancak icadından 200 yılı aşkın süre sonra Osmanlı topraklarına girebildi.
Osmanlı imparatorluğu, geniş bir coğrafyada kurduğu egemenlikle aynı zamanda bir halklar hapishanesi özelliği taşıyordu. Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da birçok halk Osmanlı egemenliği altındaydı. Osmanlı devleti, diğer halkları askeri üstünlüğüne dayalı olarak, despotik bir baskı cenderesinde tutuyordu.
Şeriat kurallarının geçerli okluğundan dini yöndeki ayrım ve baskı daha fazla ön plandaydı. 1517'de Ridaniye Savaşı'yla halifelik de Osmanlıların eline geçti. Böylece Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanı da taşımaya başladılar. Henüz yükseliş dönemini sürdürdüğünden güçlü askeri yapısı; feodal-despotik örgütlenmesine, İslam dünyasının halifesi olma gücü de eklenmiş oldu. Böylece yalnız Osmanlı devleti sınırları içerisinde değil, aynı zamanda, hakim olduğu toprakların dışında kalan İslam alemi üzerinde de önemli bir egemenlik ve güç oluşturdu.
Osmanlı'da, şeriat hukuku insanların etnik kökenlerine göre değil, dinsel varlıklarına göre işletiliyordu. Ayrımlar çoğunlukla müslüman, gayri-müslüm temeli üzerine kuruluyordu. Gayri-müslüm topluluklar vergi, askerlik, devlet yönetimine katılmak vb. konularda adaletsiz ve ayrımcı bir uygulamaya tabi tutuluyordu. "Nasıl ki, büyük Inka, annelerinin çocuklarına kaç kere meme vermek zorunda olduğunu bile tespit etmişse, büyük Türk de vergilendirmedik bir ot bırakmaz." (9) Gerçekten de Osmanlı'da iğneden ipliğe her şey vergilendirilmişti. Birçok biçimde toplanan Öşür vb. vergiler herkesi kapsıyordu. Bu genel vergilendirmelerin dışında, gayri-müslümler-den "Cizye" denilen kelle vergisi toplanıyordu. Bu vergilendirme de İslam hukukuna dayandırılıyordu. 1856 yılında, "Islahat Fermanı" ile bu vergilendirme kaldırıldı. Fakat yerine, gayri-müslümler askerlik yapmadıklarından, daha doğrusu askere alınmadıklarından "ebed-i askeri" denilen vergi alınıyordu. Bu vergi de ancak, 2. Meşrutiyet'ten sonra müslüman olmayan toplulukların da askere alınmasıyla kaldırıldı. Türk şovenistlerinin ve şeriatçıların belirttikleri gayri-müslüm topluluklara baskı yapılmamıştır düşüncesi gerçeği yansıtmamaktadır.
Devletin dini karakterine Sünni mezhe-bi,y ön veriyordu. Gayri-müslüm topluluklar gibi Aleviler de baskı altında tutuluyordu. Yalnızca Yavuz Sultan Selim 1514 yılında, Çaldıran Savaşı'ndan dönüşü sırasında 40 bin Alevi-Kürdü öldürmüştü.
Osmanlı imparatorluğu, kuruluş ve gelişme dönemlerinde öncelikle Batı'ya, Trakya ve Balkanlar'a yönelmişti. Bundan, Doğu'dan gelen Moğol saldırılarının etkisi olduğu gibi, Batı'da, halkın Bizans yöneticileriyle aralarında yaşadığı derin uçurum ve bunun yarattığı otorite boşluğu gibi veriler de etkili oldu. Bizans köylüleri, Bizans senyörlerinin baskından kurtulmanın yollarını arıyorlardı. Bizanslı yöneticiler de kendi içlerinde birçok çelişki yaşıyor, imparatorluk her bakımdan büyük bir çürüme ve dağılma süreci içerisine girmişti. Osmanlı devleti gerek köylülerin, gerekse de Bizans'ın bu zayıf durumunu değerlendirmişti. Bizans'ın oluşturduğu boşluğu yavaş yavaş Osmanlı despotizmi doldurmaya başladı. Osmanlı devleti, gerek bu iç çelişkilerden gerekse de Bizans'ın diğer devletlerle savaşlarından fazlasıyla yararlandılar.
"Bu da onları Bizans yönetici sınıfıyla , siki ilişkilere girmeye yöneltiyordu. Aralarında yavaş yavaş bir modus vi vendi (ha-sımlar arası uzlaşma) kuruluyor ve Osmanlılar git gide iç buhranlar ve dış sorunların ağında kıvranan bu eski dünyanın yerini alıyora benziyordu. Osmanlılar ilerledikçe Bizanslı valiler onlara katılıyordu; Jean Kantakuce (Bizans hükümdarı-bn), Paleologlarla (Bizanslı son hanedan) mücadele için Avrupa yakasına onları davet ediyordu. Bu ilk temas aynı zamanda bir ilk adım oldu. 14. yüzyılın ilk yarısında, Bizanslılar çeşitli tehlikelere karşı koymak için boyna Anadolu 'nün yedek insan gücünden yararlanıyorlardı. Böylece, Aydın,. Saruhun'a, Karasi Beyliklerindeki kalabalık Türk yığınları, sonunda da Osmanlılar Çanakkale Boğazı'nı geçtiler. Ama bütün bu Türkler, kendilerine verilen görev sona erdikten sonra bir daha geri dönmediler." (10)
Osmanlı devleti, 15. ve 16. yüzyıllar boyunca Balkanlar'daki gelişmesini en üst düzeye ulaştırdı. Egemenliğini pekiştirmek için yoğun bir sömürgeleştirme politikası izledi. Sömürgeleştirmenin en önemli ayaklarından birini nüfus yerleştirme oluşturuyordu. Türk nüfusunun yoğun olarak yerleştirilmesi, Balkanlar'ın, etnik, dinsel ve sosyal yapısını da hızla bozup değiştiriyordu.
(Devam edecek)
1-S. Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, syf. 514 .
2-Aktarma: F. Çiftyürek, Ulusal Soruna Somut Tarihsel Yaklaşım, syf.79
3-S. Yerasimof, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye , C. l, syf. 141
4- Aktaran: S. Çiftyürek, eğe, syf. 52
6-Age, syf.52
7- Age, syf.55
8- Age, syf.56
9- S. Yerasimof, age, c. l, syf. 190
10- Age, syf. 162