Bir ülkenin iç ve dış politikası ayrılmaz bir bütünün, diyalektik birliğin ifadesidir. Bu diyalektik birliğin nesnel temelini, hakim sınıfın ekonomi eksenli çıkarları belirler. Ekonomi eksenli çıkarlar da iç ve dış politikanın karakterini belirlerler. İç politikanın aksine dış politik çıkarlar, söz konusu devletin gücüne, mevcut enternasyonal koşullara, somut ve tarihsel güç dengelerine bağlı olarak gerçekleştirilir veya gerçekleştirilmesi bu faktörler tarafından etkilenir.
Kapitalizm koşullarında devletsel bağımsızlık, her koşul altında dış politikada bağımsızlık anlamına gelmez. Çağımız, emperyalizm çağıdır ve bu çağda kapitalizmde iki türden dış politika söz konusudur; emperyalist devletin dış politikası ve emperyalizme bağımlı, yeni sömürge devletlerin dış politikası (ulusal bağımsızlık sonucu elde edilen ve kapitalist sistemi aşmayan devletsel bağımsızlık geçicidir).
Emperyalist Devletin Dış Politikası
Kapitalist üretim ve hakimiyet ilişkilerine dayanan emperyalist dış politika, tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Emperyalist dış politika, gericiliğin, başka ülkeleri, özellikle de bağımlı ülkeleri sömürmenin, talan etmenin ifadesidir. Emperyalist dış politika aynı zamanda, rekabetin, hegemonya mücadelesinin de ifadesidir. Dış politik yönelimiyle emperyalist devlet, tekeller için uygun, onların çıkarlarına tekabül eden koşulları oluşturmanın en önemli aracıdır. Emperyalist devletin dış politikasında ilke, görev ve amaç, uluslararası koşulların, tekelci sermayenin çıkarlarına tekabül edecek şekilde gelişmesine/şekillenmesine hizmettir. Nihai olarak emperyalist dış politika, dünyayı yeniden paylaşmak için emperyalistler arası savaşın diplomasi biçiminde sürdürülmesidir.
Emperyalizme Bağımlı, Yeni Sömürge Devletin Dış Politikası
Bu türden ülkelerin bağımsız dış politika yürütmeleri söz konusu değildir. Emperyalizme bağımlılık ve yeni sömürgeci ilişkiler, kaçınılmaz olarak bu ülkelerin iç ve dolayısıyla dış politikasını da belirler. Başka türlü de olamaz. Bağımlılık ve yeni sömürge ilişkiler bu türden ülkelerin bağımsız gelişememesinin, emperyalizmin çıkarlarına tabi gelişmesinin ifadesidir. Böylesi ilişkiler içinde olan yeni sömürge ülkelerin, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız dış politika oluşturmaları söz konusu olamaz. Bağımlılık, yeni sömürgecilik, her alanda ve her cephede emperyalizmin çıkarlarına tabi olmak ve ona göre şekillenmektir. Bu, dış politikada da aynen geçerlidir.
Şüphesiz ki bu bağımlılığı mutlak olarak algılamak da yanlıştır. Emperyalizme bağımlılık ve bu çerçevede oluşan bağımlı dış politika, yeni sömürge ülkelerin dönem dönem, özgül koşul ve konularda efendilerinin çıkarlarına ters düşen bir dış politik açılımda bulunmayacakları anlamına gelmez. Yeni sömürge ülke açısından hayati önemi, ulusal gururu ifade eden gelişmeler olabilir ve bu durumlarda yeni sömürge bir ülke, emperyalist çıkarlara ters düşen adımlar atabilir. Böyle bir gelişmeye, Türkiye’nin 1974'te Kıbrıs’ın kuzey kesimini işgal etmesi gösterilebilir. Bu türden dış politik çıkışlar, istisnaidir. Kural, bağımlılıktır.
Türk Devletinin Ortadoğu Politikası
Türkiye’nin Ortadoğu politikasını kavrayabilmek için bu politikanın oluştuğu dünya koşullarını ve o koşullar içinde Türkiye’nin yerini ele almak gerekir. Türkiye’nin bugünkü dış politikasının temelleri II. Dünya Savaşımdan sonra atıldığı için bu dönemi çıkış noktası olarak alacağız.
II. Dünya Savaşı Sonrasında Uluslararası Durum ve Güçler Dengesi
Emperyalist-faşist-militarist blokun (Almanya, Japonya ve İtalya) yenilgisi, bir bütün olarak emperyalist sistemin önemli ölçüde güç kaybetmesinin belirleyici nedenlerinden birisiydi. II. Dünya Savaşı ve sonuçları kapitalizmin genel krizini, eski döneme nazaran daha da keskinleştirmiş ve dünyanın iki dünyaya bölünmesine, iki pazarın, sistemin oluşmasına yol açmıştı; II. Dünya Savaşından sonra enternasyonal alanda güçler dengesi sosyalizmin lehine değişmişti. Faşizme indirilen ölümcül darbede esas payı olan SSCB'nin enternasyonal alanda otoritesinin giderek artması buna açık bir örnektir. Artık SSCB'nin katılımı olmaksızın dünya politikasının önemli hiç bir sorunu çözülemezdi.
Bunun ötesinde birçok ülke kapitalist/emperyalist sistemden kopmuştu. Avrupa ve Asya’da bir dizi halk demokrasisi ülkeleri kurulmuştu. Bu dönem dünya sosyalist sisteminin oluştuğu dönemdi. SSCB'nin zaferi, enternasyonal alanda artan prestiji ve dünya sosyalist sisteminin oluşması, aynı zamanda emperyalist sömürge sisteminin çöküşünü hızlandıran bir neden de olmuştu. Emperyalizm, gelişen ulusal kurtuluş hareketleriyle artık baş edemiyordu.
II. Dünya Savaşı sonucunda kapitalist sistemin güçler dengesinde de önemli değişmeler olmuştu: Bir taraftan eski çelişkiler keskinleşirken, diğer taraftan da yenileri oluşmaya başlamıştı. Bir bütün olarak baktığımızda savaş sonrası dönemde emperyalizmin ekonomik ve siyasi nüfuzunun ve nüfuz alanının daralmış olduğunu görüyoruz. Bu durum, bunun ötesinde enternasyonal alanda devrimci sürecin gelişmesi, emperyalizmi global bir strateji izlemeye itmişti. Emperyalist global stratejinin, somutta da Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tekabül eden global stratejinin izlenmesinin başka nedenleri de vardı veya başka türlü ifade edersek; bu emperyalist global stratejinin, diğer tanımıyla antikomünist global stratejinin içeriğinin, biçiminin ve başlıca özelliklerinin oluşumunda kapitalizmde eşit olmayan gelişmenin, kapitalist ülkelerin eşit olmayan ekonomik ve siyasi gelişmelerinin önemli bir etkisi vardı: Savaş öncesi dönemde dünya emperyalizminin temel güçlerini oluşturan altı emperyalist ülkeden üçü (Almanya, Japonya ve İtalya), II. Dünya Savaşımdan ağır bir yenilgiyle çıkmışlardı. Galip emperyalist devletlerden Fransa ve İngiltere, oldukça güç kaybetmişlerdi, savaştan en güçlü çıkan tek emperyalist ülke ABD olmuştu ve bu gücüne dayanarak da dünya emperyalizminin önder gücü, kapitalist dünyanın jandarması olmuştu.
II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyada bütün koşullar Amerikan emperyalizminin lehineydi ve o, bütün olanakları kullanarak kapitalist dünyaya kendi politikasını dikte ediyordu. Bırakalım geri kalmış ülkeleri, çoğu kapitalist ülke ABD'ye görece bağımlı duruma gelmişlerdi. Savaş sonrasının koşulları Batı Avrupa'nın kapitalist-emperyalist ülkelerini dahi Amerikan emperyalizminin hakimiyet talebine boyun eğmeye zorlamıştı.
Emperyalist global strateji, önde gelen emperyalist güçlerin ekonomik ve askeri güçlerinin Amerikan emperyalizmi önderliğinde toparlanmasını, siyasi ve ideolojik açılım ve faaliyetlerin koordine edilmesini öngörüyordu. Böylece bütün olanaklar ve mevcut potansiyel, Amerikan emperyalizmi önderliğinde, sosyalist sistemi yok etmek, dünya devrimci hareketini yenilgiye uğratmak için en etkili bir şekilde kullanılacaktı. Emperyalist ülkeler ve bir bütün olarak uluslararası gericilik, sosyalist dünya sisteminin yıkılması, en azından güçsüzleştirilmesi, gelişen enternasyonal devrimci mücadelenin önünün alınması ve Sovyetler Birliği'nin iktisadi, siyasi, ideolojik ve askeri çember altına alınması konularında tam bir görüş birliği içindeydiler. Böyle bir stratejiye önderlik etme konusunda ise koşullar belirleyici olmuştu. Bu önderliği Amerikan emperyalizmi üstlenmişti. Buna karşı olanlar (örneğin Fransa ve Almanya) ise ABD’nin önderliğini kabullenmek zorunda kalmışlardı. II. Dünya Savaşı öncesine kadar karşılıklı düşmanlık içinde olan emperyalist koalisyonlar yıkılmış ve bütün emperyalist ülkeler, genel çıkarlar veya koşulların dayatması sonucunda, Amerikan emperyalizminin hegemonyası altında emperyalizmin global antikomünist stratejisinin birer parçaları olmuşlardı. Emperyalist ülkeler arası çelişkiler ortadan kalkmamıştı. Tersine giderek yeniden keskinleşiyorlardı. Bu, kapitalist dünya içindeki gelişmenin bir ifadesiydi. Ama Amerikan emperyalizmi (ekonomik ve askeri gücüne dayanarak ) önce sosyalist SB'ni, sonra da revizyonist, sosyal emperyalist SB'ni "özgür” dünyanın esas düşmanı olarak gösterebildiği müddetçe, kapitalist dünyanın süper gücü olma konumunu tartışmasız korumuştu. Amerikan emperyalizmi kendi önderliğinde ve kendi emperyalist çıkarlarına tekabül eden bir antikomünist blok oluşturmuştu. Bu blok. 1989/90’da revizyonist blokun dağılmasına kadar varlığını sürdürmüştür. Bu blok içinde her bir bölgenin ve ülkenin önemi ve görevi Amerikan emperyalizmi tarafından belirlenmişti. Görevlendirilen ülkelerden birisi de Türkiye idi.
Amerikan Güdümlü Dış Politika (Ortadoğu Politikası) Truman Doktrini Ve Türkiye
II. Dünya savaşı döneminde ve özellikle de savaş sonrası yıllarda Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu üzerindeki rekabetini yoğunlaştırmıştı. İngiliz emperyalizminin nüfuz alanı olan bu bölge, kısa zamanda Amerikan nüfuz alanı olmuştu. Ortadoğu üzerindeki hegemonya mücadelesini İngiliz emperyalizmi kaybetmişti. Amerikan emperyalizmi elde ettiği mevzileri güçlendirmek ve bölgeyi tamamen kontrol altına almak için daha 40’lı yılların ikinci yarısında İran, İsrail ve Suudi Arabistan ile sıkı ilişkilere girmişti. Amerikan stratejisinde Türkiye'nin yeri ise daha özeldi. Savaş sonrası döneme kadar ABD, Türk dış politikasında, İngiltere, Fransa, SB ve Almanya ile olan ilişkilerle karşılaştırıldığında, oldukça tali bir konumdaydı. Türkiye, savaşın sonuna doğru, galip devletler arasında yer alarak bu durumdan faydalanmak için “Anti-Hitler” koalisyonu safında yer aldı ve bütün dikkatini, daha doğrusu dış politikada bütün dikkatini. Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla uyumluluk içinde olmaya çevirdi. Türk burjuvazisi, antiemperyalist mücadeleye ve ekonominin gelişmesine, bir bütün olarak Türkiye'ye maddi manevi destekte bulunan SB'ne çoktan sırt çevirmişti. SB'ne düşmanlık ve savaş sonrasında dış politikada antisovyetizm daha da yoğunlaşmış ve Türkiye, boğazlarla ilgili anlaşmanın gözden geçirilmesini, Türkiye’nin boğazlar üzerindeki hükümranlık haklarının SB tarafından, tehdit edildiğini savunarak ABD emperyalizminin desteğini almaya çalışmıştır.
Türk-Amerikan ilişkileri hızla gelişir. Daha Eylül 1946'da Türkiye-İngiltere ve ABD'nin Ege Denizi'nde ortaklaşa gerçekleştirdikleri tatbikat ile ABD. Türkiye'ye askeri alanda da yardım etmeye ve soğuk savaş politikasında özel bir rol vermeye hazır olduğunu ima ediyordu. Bunun nedeni vardı. Türkiye’nin jeopolitik konumu oldukça önemliydi. Türkiye. Amerikan güdümündeki "özgür dünyayı savunma hattı"nın güney kesiminde yer alıyordu. Türkiye. Bulgaristan ve SB'nin komşusuydu. Türkiye, Yunanistan ile birlikte Balkanlar’da, Ortadoğu'da ise İran ile birlikte sosyalist dünyayı çevreleyen antikomünist çemberin önemli üssü konumundaydı.
Türkiye'nin Truman Doktrini'ne dahil edilmesi kolay olmadı. Bunun için Amerikan Senatosu'nun onayı gerekliydi. Senato’yu ikna etmek için Devlet Başkanı Truman, Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı iç "komünist tehlike”den bahsetmeye başladı. Amerikan hükümeti de “Sovyet tehdidi”ni ele aldı ve Türkiye’nin, silahlanma harcamalarını tek başına karşılaması durumunda istikrarlı bir gelişme gösteremeyeceğini işledi. Bu açıklamalardan sonra Amerikan Kongresi 1947'de Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve iktisadi yardım yasasını onayladı. “Yardım”ın koşulu vardı: Türk hükümeti, “yardımı’ın kullanımını kontrol etmek için Amerikan görevlilerine ve “yardım” programının gerçekleştirilmesini haber yapmak için de gazetecilere ülkede serbest hareket etme hakkını tanımak zorundaydı. Birtakım iç protestolara rağmen Türk hükümeti bu koşulu kabul etti ve 150 milyon dolar tutarındaki ilk yardımı aldı. Dönemin Amerikan dışişleri bakan yardımcısı D. Acheson, hükümetinin "yardım" kararını, Türk rejiminin yıkılmasının ve "Rusya'nın sızmasının engellenmesi amacıyla açıkladı.”
Türkiye’nin Truman Doktrinime dahil edilmesiyle Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki nüfuzu arttı. Amerikan “yardımı” her şeyden önce Türkiye'de hakim sınıfların konumunu, militarizmi ve gericiliği güçlendirdi. Türkiye'de antikomünist ve antisovyetik rejimin güçlü kılınması, soğuk savaş politikasına dahil edilmenin ve bölgede ABD çıkarlarını kollayarak görevler üstlenmenin en önemli koşuluydu. Öyle de oldu. Türkiye Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek tava gelmişti.
1948 in ortalarında NATO projesi şekillenmişti. Türk hükümeti bu pakta üye olmak istedi. Ama geri çevrildi. Ret için, coğrafi konum ve ülkenin üye ülkelerle arasındaki iktisadi ve askeri gelişmişlik farkı neden olarak gösterildi. Ama esas neden bu değildi. Amerikan emperyalizmi Türkiye'ye özel bir görev vermeye niyetliydi. Amerikan emperyalizmi, kendine hizmet edecek bölgesel bir askeri pakt oluşturmak istiyordu. Bu. ABD güdümünde. İngiltere'nin de katılabileceği Türkiye merkezli ve Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerini kapsamına alan bir askeri örgütlenme-paktı olacaktı.
Eisenhower Doktrini Ve CENTO Paktı
Ortadoğu'da emperyalist askeri blok politikası ve bu politikaya konu olan bölge ülkelerinin dış politikası, emperyalist ülkelerin giderek keskinleşen çelişkileri koşullarında şekilleniyordu. Bölgede askeri pakt alanında da rekabet öncelikle eski sömürgeci güç İngiltere ile ABD arasında sürdürülmekteydi. Ama gelişme ABD emperyalizminin lehineydi, çünkü ABD, kapitalist dünyadaki hakim siyasi-askeri ve ekonomik gücünün ötesinde, örneğin bölgemiz somutunda Türkiye, İran, Irak ve Suudi Arabistan ile askeri anlaşmalar da yapmıştı. 1945/1946'da İngiliz emperyalizminin. Mart 1945'te kurulan "Arap Ligi"ni, 1937'de kendi insiyatifiyle Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında kurulan Sadabat Paktı'na dahil etme çabaları sonuçsuz kaldı.
Ekim 1951 de ABD. Fransa, İngiltere ve Türkiye'nin katılımıyla bir "Birleşik Ortadoğu Komutanlığı"' projesi hazırlanır. Bu oluşuma Arap ülkelerinin dışında İsrail'in de katılımı öngörülür. Ama Arap ülkeleri, bu projeyi de reddederler. Bu retten sonra, emperyalist ülkelerin katılmadığı ama Arap ülkeleri, Türkiye ve İsrail'den oluşan askeri blok anlayışı da yine Arap ülkeleri tarafından reddedilir.
İngiltere, Ortadoğu’da kendi güdümünde bir askeri pakt kurmak için bir girişimde daha bulunur. Bu, ilk aşamada Arap ülkeleri ve İsrail’in katılmadığı, İngiltere önderliğinde ABD, Türkiye, Yeni Zelanda, Avustralya ve Güney Afrika’nın katıldığı bir pakt olacaktı ("Ortadoğu Savunma Örgütü").
Ortadoğu'da ABD ile İngiltere’nin askeri pakt kurma rekabeti, adeta yarışı, giderek keskinleşir/hızlanır. Amerikan emperyalizmi, "Sovyet tehdidi”ni, "komünizm tehlikesi”ni sürekli ön plana çıkartarak, bölgesel güçleri kendi güdümünde örgütlemeye çalışır. Nitekim Nisan 1954’te Pakistan ile Türkiye arasında kurulan askeri ittifakı, kendi önderliğindeki bir askeri paktın oluşumu olarak görür. Amerikan emperyalizmi, Türkiye-Pakistan askeri anlaşmasından hemen sonra Irak ile askeri "yardım" anlaşması imzalar ve bu anlaşmadan dolayı da Irak ön Türkiye ve Pakistan'ın oluşturduğu pakta girmesini bekler. Ama olmaz, çünkü İngiltere, Irak hakim güçleri üzerindeki nüfuzunu kullanır ve Irak, ABD'nin inisiyatifinde gelişen Türkiye-Pakistan askeri bloklaşmasını değil, İngiliz emperyalizminin önerdiği Türkiye ile askeri ittifakı kabul eder (24 Şubat 1955). 5 Nisan 1955'te İngiltere de bu ittifaka katılır. Bağdat Paktı olarak bilinen bu askeri örgütlenmede İngiltere, Irak'ın Ortadoğu'da merkezi dayanak noktası olmasını planlar. 1955 sonunda İngiltere, Türkiye, Irak, İran ve Pakistan'ın üye, ABD'nin gözlemci olduğu "Ortadoğu Pakt Örgütlenmesi" (Bağdat Paktı) şekillenmiş olur.
Bağdat Paktı’nın temel görevi, NATO'nun Ortadoğu'daki çıkarlarına hizmet etmekti. Bu paktta, NATO üyesi olan ABD, İngiltere ve Türkiye yer alıyorlardı. SB, pakt alanının sınırıydı.
Bu paktın başka görevleri de vardı. Bu askeri oluşum. Ortadoğu’da gelişen anti-İngiliz ve antiemperyalist hareketleri boğmaya da yönelikti. Dolayısıyla bu pakta üye bölge ülkelerinin dış politikası bu pakt tarafından ve etken olan Amerikan ve İngiliz emperyalizmi tarafından belirleniyordu.
Pakta üye bölge ülkeleri, bu askeri oluşumu, kendi bölgesel sorunlarının çözümünde bir araç olarak görüyorlardı. Örneğin Türkiye, Kıbrıs sorunun bu pakt vasıtasıyla kendi lehine çözümlemeye çalışıyordu. İran, Bahreyn Adaları konusunda İngiltere ile, Pakistan, Keşmir konusunda Hindistan ile sorununu bu pakt vasıtasıyla çözümlemeye çalışıyorlardı.
İç çelişkiler ve Irak dışında Arap ülkelerinin katılmaması Bağdat Paktını işlersiz kılıyordu.
Türk dış politikasının emperyalizme bağımlılığı Mısır'a karşı oluşturulan İngiliz-Fransız-İsrail saldırganlığında bir kez daha açığa çıkar. Bu üç ülkenin 29 Ekim 1956’da Mısır'a karşı başlattıkları saldırganlığı NATO ve Bağdat Paktı üyesi olan Türkiye açıktan desteklemiştir. Öyle ki sadece desteklemekle kalmamış, Bağdat Paktı’nın diğer üyelerini, özellikle de İran ve Irak'ı bu desteğine ortak etmek için aktif bir faaliyet yürütmüştür.
Türkiye rolünü oynamakta kusur etmez. Aynı yıl içinde; 1956'da emperyalist ülkeler Suriye'nin iç işlerine müdahale etmeye kalkışırlar. Nedeni ise bu ülkenin SB ile ilişkilerini geliştirmesidir. Bu müdahale, provokasyon için ABD, Türk hükümetini öne sürer ve Türk hükümeti de, bölgede Sovyet tehdidinin yaygınlaşmaya başladığını propaganda eder. Amerikan hükümeti. Türk hükümetinin bu konudaki açıklamalarını destekler ve Bağdat Paktı üyesi olan bir ülkenin, somutta da Türkiye'nin tehdit edilmesine göz yummayacağını açıklar. ABD'nin Bağdat Paktı Askeri Komitesi’ne girdiği (Mart 1957) açıklanır ve bu durum, bölgedeki çelişkileri daha da keskinleştirir. Ekim 1957'de açığa çıkartılan Suriye hükümetini devirme komplosuna Türkiye de katılır. Bu komplo Şam'da ki ABD elçiliği önderliğinde Türk ve İran gizli istihbarat servisleri ortaklığıyla hazırlanmıştı. ABD, Suriye Türkiye’ye yönelik askeri bir harekata girişecek olursa Türkiye'ye hemen “yardım"da bulunacağını açıklamakta gecikmez. Türkiye, ABD ile işbirliği içimde Mısır'a karşı da provokatif adımlar atar (Süveyş sorununda).
Bu dönem. '50’li yılların ikinci yarısının başı ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerine rekabeti nihai olarak kendi lehine sonuçlandırdığı dönemdir. 6 Kasım 1956'da Fransa ve İngiltere, Mısır’a karşı başlattıkları savaşı durdurmak zorunda kalırlar. Üçlü saldırganlar (Fransa, İngiltere ve İsrail) Mısır karşısında siyasi olarak yenilirler ve bu ülke topraklarını terk ederler. Bu gelişme Fransa ve İngiltere'nin Arap dünyasındaki konumlarını zayıflatır. Bu durumu Amerikan emperyalizmi kendi çıkarı için kullanır, konumunu adım adım geliştirir ve güçlendirir. Ortadoğu ülkelerinin ABD'ye bağımlılığını yeni bir tarzda geliştirmek için Amerikan Devlet Başkanı Eisenhower\Amerikan dış “yardım” programına sarılır. Eisenhower, Ortadoğu ülkelerine ekonomik ve askeri '‘yardım” önerir. Amerikan emperyalizmi, bölgede gerileyen emperyalist nüfuzu doldurmaya kendi önderliğinde yeniden güçlü kılmaya çalışır. ABD, bölgenin önceki sömürgeci güçleri olan İngiltere ve Fransa'nın rolünü üstleniyordu. Eisenhower, Ocak 1957’de Amerikan Kongresi’nde bölgeye yönelik stratejik yönelim ifade eden açıklamasını yapar. Eisenhower Doktrini olarak bilinen bu stratejik açılımın çıkış noktasını. Ortadoğu'da iktidar boşluğu olduğu, bölge ülkelerinin “enternasyonal komünizm” tarafından tehdit edildiği görüşleri oluşturmaktaydı.
Burada söz konusu olan, aslında artık revizyonistleşen SB ile ABD arasındaki rekabet ve bölge ülkelerinin ve dış politikalarının da buna göre şekillenmesiydi.
Bu doktrin, Şubat 1957'de Mısır, Ürdün, Suriye ve Suudi Arabistan tarafından reddedilir, ama ABD bölgedeki saldırganlığını sürdürür.
1956-1959 dönemi Ortadoğu’da kargaşanın nispeten yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Türk burjuvazisi, her seferinde veya Ortadoğu’ya yönelik politikasında hep ABD’nin yanında yer almıştır. Bir örnek: Lübnan’daki iç gelişmeler, Mayıs 1958’de iç savaşa dönüşür ve antiemperyalist bir karakter alır. Bu gelişmeye ABD ve İngiltere, Eisenhower Doktrini çerçevesinde ve Bağdat Paktı'nı kullanarak müdahale etmek isterler. Irak-Ürdün ordusu Lübnan’a saldırı hazırlığı yapar. Ama "yardım" talebinde bulunan Chamoun başkanlığındaki Lübnan hükümetinin devrilmesiyle bu emperyalizm-Arap gericiliğinden oluşan komplo gerçekleşmez.
14 Temmuz 1958'de Irak monarşik rejimi yıkılır ve ilerici-milliyetçi “cumhuriyet "rejimi kurulur. Irak-Ürdün federasyonu dağılır. Bu gelişmenin antiemperyalist yönü de vardır. Irak. 24 Mart 1959‘da Bağdat Paktımdan ayrıldığını ve 2 Haziran 1959' da da Amerikan "yardım” programına ilişkin üç anlaşmanın geçersizliğini resmen açıklar.
Ortadoğu'daki gelişmeler ABD ve İngiliz emperyalizminin aleyhinedir. Amerikan emperyalizmi, Irak'taki antiemperyalist, anti-amerikancı gelişmeyi durdurmak, bölgenin tümüne yayılmasını engellemek için Türkiye’yi öne sürer. Türk hükümeti. Irak’taki gelişmenin Türkiye’ye de sirayet edeceği bahanesiyle, yani Irak'taki eski statükoyu yeniden kurmak için bu ülkeye saldırı hazırlığına girişir. Ama Türkiye-Irak sınırındaki infrastrüktürel nedenlerden dolayı bundan vazgeçilir.
Bütün bu gelişmeler Bağdat Paktımın inisiyatifsiz olduğunu göstermiştir. ABD emperyalizmi, bu askeri bloku tamamen çökmekten kurtarmak ve yeni bir yapılanmaya gitmek için adım almakta gecikmez. Amerikan emperyalizmi. 5 Mart 1959’da Türkiye, İran ve Pakistan ile ikili askeri anlaşmalar imzalar. ABD, bu ülkelerdeki ekonomik ve askeri durumu istikrarlı kılmak için “yardım”da bulunur.
Bağdat Paktı, Irak'ın ayrılmasından kısa bir zaman sonra CENTO ("Central Treaty Organization”) olarak yeniden şekillenir. Bu pakt içinde ABD patrondur. Diğer ülkeler (İngiltere hariç) arasında en güçlü konumda olan Türkiye’dir. Daha doğrusu ABD, en sadık uşağı olan Türkiye’yi süreç içinde bu paktın en önemli ülkesi-askeri gücü konumuna getirmiştir. Türk ordusu, Amerikan çıkarlarını korumak için bölgenin, hem sayısal açıdan ve hem de eğitim-teçhizat açısından en güçlü ordusu konumuna getirilmiştir. (CENTO içinde İngiltere’nin rolü giderek önemsizleşir.)
CENTO'nun temel iki görevi vardı: Bunlardan birisi Amerikan emperyalizminin "komünist yayılmacılığa”, “komünist tehdide” karşı mücadele adı altında uluslararası plandaki en önemli rakibi olan Sovyet sosyal emperyalizmini çember altında tutmak için bu ülkeye komşu olan CENTO üyelerini üs olarak kullanmaktı. CENTO'nin ikinci temel görevi ise Ortadoğu’yu Amerikan emperyalizminin nüfuz alanı olarak tutmanın ve bölgede gelişen ve gelişecek olan anti-amerikancı, antiemperyalist mücadeleleri boğmanın aracı olmak. Bu görevlerin yerine getirilmesi için Amerikan emperyalizmi, özellikle Türk ve İran ordularını modernleştirmiş ve güçlü kılmıştı. Öyle ki Türk ordusu 1969’da asker sayısı bakımından NATO’da ABD'den sonra ikinci sırada yer alırken. CENTO'nun Asya ülkeleri ordularının yarısını oluşturuyordu. Ama CENTO, Amerikan emperyalizmi tarafından güçlendirilmesine rağmen, kalıcı bir askeri pakt olamadı. Devrimden sonra yeni İran hükümeti 11 Mart 1979’da. "ülkenin çıkarlarına hizmet etmediği” nedeniyle CENTO'dan ayrıldığını açıkladı. Bir gün sonra da (12 Mart 1979) Pakistan, bu pakttan ayrıldı. Türkiye’nin de 16 Mart 1979’da pakttan ayrılma açıklamasıyla CENTO nihai olarak dağılmış oldu.
Truman Doktrini’nden 1960’a kadar olan dönemde Amerikan emperyalizmi Türk dış politikasını ve dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu politikasını adeta koşulsuz belirlemiştir. Bu dönem, "cumhuriyet” Türkiye'si tarihinin en uşak, en köleci dönemiydi. Özellikle Bayar-Menderes döneminde; bütün "50’li yıllarda genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin bir dediği ikiletilmedi, bütün emperyalist talepler kabul edildi ve uygulandı. Bunun sonucudur ki bu dönemde Türkiye’nin genel olarak dış politikası ve özel olarak da Ortadoğu politikası komşularından tecrit olmuş, düşmanlıktan başka bir şey kazanmamış bir ülke dış politikası olmuştu. Bu tek yanlı, hiçbir şekilde Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmeyen, ama doğrudan ve açıkça Amerikan emperyalizminin dünya ve bölge çıkarlarına hizmet eden bir dış politikaydı.
Türkiye’nin Ortadoğu Politikasında Nüanslaşma
27 Mayıs (1960) Darbesi’nden sonra Türkiye-ABD ilişkileri, daha önceki döneme nazaran sorunlu olmaya başlamıştı. Bu durum Türkiye'nin genel olarak dış politikasında ve özel olarak da Ortadoğu politikasında daha önceki döneme ve Amerikan politikasına göre belli bir nüanslaşmaya; farklılaşmaya neden olmuştu. Türk burjuvazisini tedirgin eden nedenler vardı. Örneğin Amerikan emperyalizminin Küba Krizinin bir sonucu olarak ve aynı zamanda artık önemsizleştiğinden dolayı 1957’de Türk-Sovyet sınırına yerleştirilen "Jüpiter” füzelerini, Türk hükümetine haber vermeden apar topar geri çekmesi, bu füzeleri Türkiye’nin "güvenlik ihtiyacı” olarak gören Türk burjuvazisini “rencide" etmişti. Kendilerine haber verilmemesini ve doğan boşluğun doldurulmamasını Türk hakim sınıfları sorun yapmışlardı. Bunun ötesinde ABD'nin Kıbrıs sorununda Türkiye’nin yanında yer almaması ve 1964'te Başkan Johnson’ın, Başbakan İ. İnönü’yü “Kıbrıs’a çıkarsanız, NATO çerçevesindeki askeri yardımları keseriz, Türkiye’ye verdiğimiz Amerikan silahlarını kullanamazsınız” diye tehdit etmesi, Türk ordusunun Kıbrıs'a çıkmasını engellemişti veya 10 sene gerilemişti (Kıbrıs’ın Kuzey kesimi, 1974’te Türk ordusu tarafından işgal edildi). Bu olgular, Amerika’nın "dostluğuna” karşı belli bir güvensizliğin gelişmesine neden olmuştu. Tabii bu, efendiyle uşak arasındaki bir sorundu. Özellikle bu iki neden ve buna ilaveten Kıbrıs’ın işgalinden sonra ABD'nin Türkiye üzerindeki baskısı ve uyguladığı silah ambargosu, bütün "dost” ilişkilere, NATO ve CENTO üyeliğine rağmen, Türkiye’nin dış siyasi ilişkilerini gözden geçirme gereğini duymasına neden olmuştur. Türkiye, NATO ve CENTO'ya bağlılığıyla komşularından tecrit olmuş, dış politikası olmayan, ama Amerikan emperyalizminin çıkarlarına tamamen angaje olmuş bir maşa durumundaydı. Türk burjuvazisi ’60’lı yıllardan itibaren dış politik ilişkilerine yeni nicel içerikler verme sürecine girmiştir. Şüphesiz, Türkiye-ABD ilişkilerinde öz itibariyle değişen bir şey olmamıştı. Her şeye rağmen Türkiye, CENTO'nun dağılmasından sonra. NATO üzerinden veya doğrudan ABD'nin Ortadoğu'daki İsrail ile birlikte en önemli dayanak noktası olmaya devam etmiştir. Ama buna rağmen veya ABD çıkarlarına, bu çıkarları zedeleyecek derecede ters düşmeyen dış ilişkiler geliştirilmiştir. Örneğin başta SB olmak üzere revizyonist ülkelerle "iyi komşuluk ", işbirliği ilişkileri şıklaştırılırken Ortadoğu ülkeleri ile de ilişkilerin geliştirilmesine önem verilmeye başlanmıştır. Öyle ki CENTO üyesi olmalarına rağmen Türkiye, İran ve Pakistan 1967 yazındaki İsrail saldırganlığını ve Arap topraklarını işgal etmesini protesto etmişlerdir. Türkiye ilk defa 5 Haziran 1967’de başlayan ve altı gün süren İsrail-Arap savaşı döneminde Dışişleri Bakanı İ. S. Çağlayangil vasıtasıyla Türkiye’deki üslerin ‘Araplara karşı bir oldu-bitti için kullanılmasının söz konusu olmayacağını' açıklıyordu. Bunun ötesinde Türkiye, Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmek için bu ülkeleri İsrail'e karşı desteklediğini açıklamış ve savaşta ağır kayıplara uğrayan Arap devletlerine yiyecek, giyecek ve ilaç yardımı yapmıştır.
Türkiye, bu savaş durumunu görüşmek için toplanan BM Genel Kurulumda da Arap ülkelerinden yana tavır almıştır. Arap ülkeleri hakim sınıfları Türk hükümetinin tavrından oldukça memnun kalmışlardır. Öyle ki Hatay sorunundan (1939) dolayı Türkiye ile ilişkileri soğuk olan Suriye bile Dışişleri Bakanı vasıtasıyla şöyle bir açıklama yapabilmiştir; "Türkiye’nin son buhran sırasında Arap milletini gerek Birleşmiş Milletler de, gerek bu teşkilat dışında desteklemesi, Suriye halkında taktir ve şükran duyguları yaratmıştır... Türkiye’nin, Arap Devletlerinin haklı davasına devamlı destekte bulunmasının diğer dost devletlerle birlikte bu alanda faaliyet sarf etmesinin, saldırının izlerinin silinmesine, dolayısıyla iki memleket arasında dostluk ve komşuluk münasebetlerinin kuvvetlendirilmesine ve Ortadoğu'da adil bir barışın yeniden kurulmasına katkısı olacağına inanıyoruz." (Bkz. Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1990, s. 536) Türkiye'nin İsrail-Arap savaşındaki tavrını, Mısır hükümeti de "iftihar edilecek bir tutum" olarak açıklıyordu. Türkiye, 1967 Arap-İsrail savaşından sonra hemen hemen bütün İsrail-Arap ülkeleri arasındaki çatışma ve gerginlik durumlarında Arap ülkelerinin yanında yer alarak İsrail'i protesto etmiştir. 1967 Arap-İsrail savaşından ve Türkiye’nin "olumlu" tavrından sonra Arap dünyası ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça gelişmiştir.
Türkiye'nin Ortadoğu, somutta da Arap ülkeleriyle politik ilişkileri yaklaşık '90'lı yıllara kadar belirttiğimiz, çerçevede gelişmiştir. Bu dönemdeki bütün hükümet programlarında, "Beş Yıllık Kalkınma Planları”nda , Arap ülkeleriyle olan ilişkilere önem verildiğini görmekteyiz. Birkaç örnek verirsek:
25 Ocak 1974‘tc kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti programından;
"Ortadoğu'da adil ve devamlı bir barışın gerçekleşmesi içten dileğimizdir.
"Milletlerarası hayatta tek taraflı çözüm yollarının kuvvete başvurularak kabul ettirilmesine karşı olan Türkiye, Ortadoğu'da silahlı çatışmaya son verilip tarafların anlaşmazlığa müzakere yoluyla çözüm aramalarını memnuniyetle karşılamaktadır.”
Sadi Irmak başkanlığındaki hükümet programından (12 Kasım 1974-Mart 1975);
Ortadoğu ihtilafında Arap ülkelerinin haklı gördüğümüz davalarını desteklemeye devam edeceğiz... Ortadoğu’da kuvvet kullanılarak arazi ilhakına karşı çıkmamız dünya barışı ve istikrarı bakımından inandığımız bir ilkeye sadakatin gereğidir. Filistin halkının yıllardan beri maruz kaldığı ıstıraplara ilgisiz kalmamız da mümkün değildir. Ortadoğu ihtilafının Filistin halkının milli haklarının tanınması olduğuna inanıyoruz. Kudüs mukaddes şehrinin statüsünün ilhak neticesinde değiştirilemeyeceği hususundaki kanımızı da muhafaza ediyoruz. Asırlar boyunca birçok ortak değeri paylaştığımız Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler çerçevesinde dc temaslarımızı ve her alandaki mübadelelerimizi arttırmanın doğal bir gelişme olacağını düşünüyoruz...”
31 Mart 1975'te kurulan AP-MSP-CGP-MHP koalisyon hükümeti (1. "Milliyetçi Cephe" Hükümeti) programından;
"Irak ile komşuluğun ve dostluğun gerektirdiği yakın temasların ve işbirliğinin devamı ve daha da arttırılması amacımızdır. Suriye ile aramızda teessüs eden karşılıklı anlayışın ve dostça işbirliğinin geliştirilmesinin iki komşu ülkenin çıkarlarının gereği olduğuna inanıyoruz.
"Türkiye'nin Suudi Arabistan, Mısır, Lübnan, Kuveyt, Ürdün ve Ortadoğu'nun tarihi ve kültürel bağlarla bağlı olduğumuz diğer ülkeleri ile mevcut özel bağlarına da büyük değer vermekteyiz... Manevi bağların olduğu kadar ortak yararların da tesis ettiği sağlam bir zemine dayanan bu ilişkilerimizin hızla geliştirilmesi hususunda çok canlı bir politika izleyeceğiz.”
21 Temmuz 1977'de kurulan "2. Milliyetçi Cephe” Hükümeti programından;
"Tarihi ve manevi bağlarla bağlı bulunduğumuz Müslüman ülkelerle ilişkilerimizi, yeni yaklaşımlarla sağlam temeller üzerinde geliştirmek ve bu ülkelerle aramızdaki işbirliğine her sahada ve bu arada sanayi ve teknoloji alanında yoğun bir muhteva kazandırmak için gayret sarf edeceğiz ve gerekli bütün girişimlerde bulunacağız. İslam Konferansına üye ülkelerle ilişkilerimizin de bu çerçeve içinde değerlendirilmesine ve geliştirilmesine önem vereceğiz. Ortadoğu ihtilafının çözümü için temel şartların her şeyden önce ilk adım olarak işgal edilen toprakların terk edilmesi ve Filistin halkının kendi devletini kurmasını ihtiva eden meşru milli haklarının tanınması olduğu görüşündeyiz.”
12 Eylül faşist darbesinden sonra (1980) 21 Eylül’de kurulan Bülent Ulusu hükümeti programından;
"...köklü tarihsel ve geleneksel bağlarımız olan İslam ülkeleri ile ilişkilerimizi her alanda yakın dostluk ve kardeşlik anlayışı ile güçlendirmek için çaba harcanacaktır.
"Arap ülkeleri, İran ve Pakistan ile ilişkilerimiz bu kuvvetli bağlara ilaveten komşuluk ve coğrafi yakınlığın icabı olan bir anlayış ile yürütülecektir. Bölgemizdeki anlaşmazlıklar karşısında Türkiye’nin yaklaşımı, adalet ve hakkaniyet, her milletin kendi kaderini bizzat tayin etmesi, kuvvet yoluyla toprak ilhakının reddi gibi ilkelere dayanacaktır. Bu ilkelerin çerçevesinde Ortadoğu sorununa karşı tutumumuz ve Filistin halkının haklı davasına desteğimiz de azimle sürdürülecektir.”
Faşist diktatörlüğün 1980-1983 atamalı hükümeti ve 1983’ten sonra da parlamentoya dayalı hükümetleri döneminde Arap ülkelerine; bir bütün olarak Ortadoğu'ya yönelik olarak şu veya bu şekilde yukarıya aktardığımız anlayışlar paralelinde yaklaşım sergilenmiştir.
Türkiye, İslam Konferansıma karşı başlangıçtaki ihtiyatlı tavrını terk ederek yakın ilişkilere giriyor. 12-15 Mayıs 1976’da İstanbul'da toplanan Yedinci İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı, yakın ilişkilere girmenin başlangıcını oluşturuyor.
Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini 1980 yılında ikinci katip seviyesine indirecek kadar ileri gidiyor. İsrail Parlamentosu’nun 14 Aralık 1981de aldığı Golan Tepelerini ilhak kararını protesto ediyor ve kararı tanımadığını açıklıyor.
Türkiye, kuruluşu Yaser Arafat tarafından 15 Kasım 1985"de ilan edilen Filistin Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden birisi oluyor.
Bütün bunlar neyin ifadesiydi?
Şüphesiz, değişik hükümet programlarında yer alan ve birbirine benzeyen bu açıklamaların bir kısmı retoriktir. Ama Türk burjuvazisinin Ortadoğu ve somutta da Arap ülkeleri hakkındaki açıklamalarının hepsini retorik olarak göremeyiz. Türkiye'nin Ortadoğu politikasında belli bir değişimin olduğu açık. Bu değişmenin nedenleri vardı.
-Ortadoğu üzerine ABD-İngiltere arasında sürdürülen rekabet Amerikan emperyalizminin lehine sonuçlanmış ve bölgedeki rekabet iki dünya arasındaki (revizyonist dünya klasik kapitalist dünya) rekabete dönüşmüştü. Bu süreçte Amerikan emperyalizmi bir taraftan çoğu Arap ülkeleri (Irak,, Kuveyt, Mısır, S. Arabistan) hakim sınıflarıyla "dostluk” ilişkilerini kurmuş ve onları kendi güdümüne almıştı. Ama diğer taraftan da İsrail’i Filistin halkının kurtuluş mücadelesine karşı desteklemekten de geri kalmamıştı. Bu durumda Türkiye'nin de aynı Arap gericilikleriyle dış siyasi ve iktisadi ilişkilerini geliştirmesinin Amerikan emperyalizmi açısından sakıncası yoktu.
Diğer taraftan, yukarıda belirttiğimiz gibi ABD'nin Türkiye’yi "Jüpiter" füzeleri ve Kıbrıs konusunda “rencide” etmesi, Türk burjuvazisinin dış politikadaki tecrit olmuşluğunu yıkmaya çalışmasında ayrı bir nedendi.
-Türkiye’nin tek yanlı, ABD emperyalizmine bağımlı dış politik ilişkilerden, çok yanlı ama yine ABD emperyalizmine bağımlı dış politik ilişkilere geçmesinde uluslararası siyasi koşulların elverişli bir rol oynamasından başka, Türkiye’de hükümet ortağı olacak kadar gelişen İslami hareketin ve buna bağlı olarak, yükselen antiemperyalist, demokratik mücadelenin hakim sınıfları din olgusuna sarılmaya itmesinin de belli bir rolü olmuştur.
Uluslararası koşullar elverişli olduğu ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşmediği için Türkiye, revizyonist ülkelerle ilişkilerini geliştirirken, Arap ülkeleriyle siyasi ilişkilerin gelişmesi Filistin sorununa yaklaşıma bağlıydı. Türkiye, Filistin sorununda, Filistin halkının yanında yer aldığını açıklayarak Arap gericilikleriyle ilişkilerini geliştirirken, ABD, Filistin halkının kurtuluş mücadelesine karşı çıkarak; İsrail'i destekleyerek Arap gericiliklerini kendine bağlamıştı.
-Türkiye'nin Ortadoğu, somutta da Arap ülkelerine yönelik politikasının değişmesinde Kıbrıs sorununun da belli bir payı var. Kıbrıs sorununda, özellikle de Kuzey Kıbrıs’ın işgalinden sonra yalnız kalan Türkiye, bu konuda Arap ülkelerinin desteğini almak için de bu ülkelerle siyasi ilişkilerini geliştirmiştir. Öyle ki 1973 Arap-İsrail savaşında Türkiye, Mısır ve Suriye’nin siyasi destek, insancıl yardım talebini geri çevirmiyor ve 18 Ekim'de de ülkedeki askeri üslerin İsrail'e yardım amacıyla, Arap ülkelerine karşı kullanılamayacağını ABD hükümetine bildiriyordu. Bunun ötesinde Yedinci İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı'nda siyonizmin "ırkçı ve emperyalist bir doktrin" olarak tanımlanmasına karşı çıkmıyor ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nün Ankara'da büro açmasını da kabul ediyordu.
-Türkiye'nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesinde ekonominin de önemli bir rolü vardı. Örneğin, Türkiye’nin ihracatında Ortadoğu ülkelerinin payı 1977'de % 10.9‘dan 1982 de % 37.6’ya çıkarken. OECD ülkelerinin payı da % 70.4'ten % 44.5'e düşmüştü. (Bkz. Olaylarla Türk Dış Politikası, s. 597)
Aynı kitapla şu ilginç değerlendirme yapılıyor:
"Türk dış politikasının çok yönlülük niteliğinin özünde bir değişiklik olmamakla birlikte, etkenler ve icraat alanı açısından şöyle bir yenilik göze çarpmaktadır; 1960’ların ortalarında çok-yönlü dış politikanın oluşumunda daha çok siyasi etken rol oynadığı halde, 1970'lerden, özellikle 1980'lerden sonra iktisadi etken başlı başına belirleyici bir nitelik kazanmıştır. Siyasi ilişkilerdeki yakınlaşmanın sonucu olarak iktisadi etkenin hali, gittikçe belirginleşen bağımsız bir niteliğe kavuşmuştur. Hatta denilebilir ki. 1960’laıda siyasi ilişkilerin sonucu olan iktisadi etken. 1980'lerden itibaren siyasi yakınlaşma için bir neden olmaya başlamıştır. Bu durum özellikle de Ortadoğu'yla ilişkiler bakımından kendini belli etmektedir.” (s. 608)
Bu anlayış doğrudur. Bu anlayış. Türk ekonomisinin gelişmesine ve dünya pazarlarına açılmasına paralel olarak gelişmiştir. Örnek: Ermenistan'la siyasi ilişkilerin adeta dondurulmuş olmasına rağmen "illegal” ticaretin gelişmesi. Suriye ve İran ile siyasi ilişkilerin/çelişkilerin derinleşmiş olmasına rağmen ekonomik ilişkilerin sürekli ön plana çıkartılması. Ama bu, Türkiye ile örneğin İran ve Suriye arasındaki çelişkilerin derinleşmiş olmasının iktisadi ilişkileri hiç etkilemediği anlamına gelmez.
Sonuç itibariyle; ele aldığımız bu dönemde. II. Dünya Savaşı sonrasından 80’li yılların ilk yarısına kadar, daha da somutlaştırırsak Kürt ulusal mücadelesinin yükselmeye başladığı döneme kadar olan süreçte Türkiye’nin Ortadoğu politikasının temel özelliği -"tek yanlılık'tan, "çok yanlılığa" geçmesine, dönem dönem ABD'ye ters düşmesine rağmen- Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet etmekti. Bu hizmet, antiemperyalist, ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmayı da içeriyordu.
Faşist Diktatörlüğün Son Dönemlerdeki Ortadoğu Politikası
PKK'nın ulusal kurtuluş mücadelesini başlatması, Ortadoğu'da Kürt Sorununa bağlı olarak gündeme gelen siyasi gelişmeler, revizyonist blokun dağılması ve 1991 'deki Körfez Savaşı, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Bu yeni dönemi başlatan en önemli faktörleri kısaca belirtelim:
Kürt sorunu ve Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Türk burjuvazisinin Kürt sorununa ilk ve son siyasi yaklaşımı Lozan Anlaşması döneminde olmuştur. Emperyalist ülkelere konferansta koz vermemek ve aynı zamanda Kürt halkını yatıştırmak için "kardeşlik”ten, Anadolu’nun Türklerin ve Kültlerin olduğundan bahsedilmiştir. Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra durum tamamen değişmiş ve burjuvazi Kültleri ve “kardeşliği” unutmuştur. Türk burjuvazisi 1925 Şeyh Sait İsyanından bu yana Kürt sorununun askeri “çözümünü esas almıştır. Türk burjuvazisi "Kürt realitesi”ni son döneme kadar tanımamıştır. Öyle ki, daha Lozan Konferansı döneminde Kürtleri Türk ulusu kökenli görmüş, kargaların bile güldüğü "kart-kurt” teorisinden Kürt kavramını türetmiştir. Burjuvazi, Kürt ayaklanmalarını her seferinde silah zoruyla, katliamla bastırmış ve ülkede kapitalizmin gelişmesine paralel olarak daha yoğun bir tarzda asimile etmeye çalışmıştır.
Burjuvazi, PKK'nin başlattığı mücadeleyi önce “birkaç çapulcu”nun işi olarak görmüş, mücadelenin gelişme seyri, Kuzey Kürdistan'da ulusal bir ayaklanmanın olduğunu göstermiştir. Kürt ulusal mücadelesi kısa zamanda Türkiye’nin gündemine oturmuş ve ülkenin iç ve dış politikasının en önemli unsurlarından birisi olmuştur. Kürt ulusal hareketinin uluslararası boyut kazanmasıyla Türk burjuvazisi de genel olarak kısmen dış politikasını ve özel olarak da Ortadoğu politikasını Kürt sorununu göz önünde tutarak şekillendirmek zorunda kalmıştır.
Kürt ulusal mücadelesinin, askeri açıdan baktığımızda mücadelenin -gerilla savaşının- doruk noktasına ulaştığı 1992/93 döneminde Türk burjuvazisi "Kürt realitesi"ni tanıdığını açıklamıştır. Bu "realite”ye birtakım kültürel hakların verilebileceğini tartışır olmuştur. Ama hepsi bu kadar.
Gelinen aşamada askeri alanda inisiyatifi bir ölçüde ele geçiren burjuvazi, önceleri dönem dönem dile getirilen "PKK'sız çözüm" anlayışını da bir kenara itmiştir. Askeri alanda inisiyatifi-üstünlüğü ele geçirmesinden bu yana -özellikle de son bir seneden bu yana- Kürt "kartı” ile Türkiye üzerinde baskı kurmaya çalışan emperyalist ülkelerin çabalarına ve Yunanistan, İran ve Suriye gibi komşu ülkelerin açık desteğine rağmen nispeten rahat hareket eder duruma geldiği görülmektedir. Burjuvazi, demagojik bir üslupla sorunun askeri açıdan çözümlendiği, "terörist" faaliyetin kontrol altına alındığı ve tamamen yok edilmesi için de birtakım ekonomik ve sosyal sorunların ivedilikle çözümlenmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Dış Politika Açısından Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Arasındaki İlişkiler
Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerinde belli faktörler belirleyici rol oynamaktalar. Bunların en önemlileri şunlardır: Tarihten kaynaklanan çelişkiler, Türk dış politikasının ırkçı-şoven içeriği, Kürt sorunu, ekonomik güç ve emperyalistler arası rekabetin bölge ülkeleri üzerindeki etkisi.
Türk burjuvazisinin, her ne kadar sürekli komşu ülkelerle barış içinde bir arada yaşamaktan, egemenlik haklarına saygıdan bahsetse de, koşullar oluşunca bütün "barışçıl” söylemleri bir kenara atarak, tarihsel hak iddiasında bulunması tesadüfi değildir. Türk burjuvazisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok genişlemiş olduğu dönemdeki sınırlar içinde kalan topraklara tarihsel hak gözüyle bakmaktadır. Bu sınırlara, İran hariç bütün Ortadoğu ülkeleri girmektedir. Türk burjuvazisi, revizyonist blokun dağılmasından sonra eline tarihi bir fırsatın geçtiğinden hareketle bu yayılmacı emellerini açıktan ifade etmeye başlamıştır. Burjuvazi, etnik yakınlık ve tarihsel bağ kavramlarını ırkçı ve şovenist motiflerle doldurmakta ve Türk ulusunu bu motiflerle yayılmacı politikasına alet etmeyi amaçlanmaktadır. Burjuvazinin yayılmacı, ırkçı-şovenist politikası, komşu ülkeleri, eskiden Osmanlı devletinin sınırları içinde olan günümüz ülkelerini, oldukça rahatsız ve tedirgin etmektedir. Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’ye güvenmemelerinin tarihsel nedenlerinden birisi de Türk burjuvazisinin bu temel yayılmacı anlayışıdır.
Türk burjuvazisi, bazı komşu Ortadoğu ülkelerinin, somutta da Suriye ve İran’ın Kürt ulusal mücadelesini, Türkiye’nin gelişmesini ve güçlenmesini engellemek için destekledikleri anlayışındadır. Bundan dolayıdır ki Türkiye’nin bölgesel askeri ve ekonomik bir güç olması, bu gücüne dayanarak ve fırsat eline geçerse, yayılmacılıktan bahsetmesi örneğin Musul ve Kerkük üzerinde hak iddia etmesi başta Irak olmak üzere İran ve Suriye’yi tedirgin etmektedir.
Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkilerde emperyalist ülkelerin bölgedeki konumları ve birbirleri arasındaki çelişkiler önemli, çoğu kez de belirleyici bir rol oynuyor. Bölge ülkelerinin emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilere göre saflaşmaları kendi aralarındaki ilişkileri de kaçınılmaz olarak emperyalist çıkarlara tabi olarak şekillendiriyor. Örneğin Suriye’nin eski dönemde bölge ülkeleriyle ilişkilerinde SB'nin etkisi altında oluşu göz ardı edilemez. Aynı şekilde Şah dönemi İran’ının ve sürekli olarak Türkiye ve İsrail'in bölge ülkeleriyle ilişkilerinde Amerikan emperyalizminin çıkarlarının önemsiz olduğu asla söylenemez.
Bu noktaları tek tek ülkeler bazında somutlaştırırsak:
Türkiye-Suriye İlişkileri
Faşist diktatörlüğün Suriye ile yegane temel sorunu Kürt ulusal mücadelesinden kaynaklanmaktadır. Suriye’nin PKK'ya verdiği destek, Türk burjuvazisi açısından Türkiye-Suriye ilişkilerini en alt düzeye indiren temel nedendir. Suriye’nin ise Türkiye ile ilişkilerinin seyrine yön veren iki esas sorun vardır. Bunlardan birisi Hatay sorunudur, diğeri ise su sorunudur.
Suriye. Türkiye'min ekonomik potansiyelini görüyor ve bu potansiyele dayanarak, bölgesel güç olmanın ötesinde, hegemonyacı, yayılmacı girişimde bulunacağından hareket ederek onu, sorunlarının en çok olduğu dönemde sıkıştırarak zayıflatmayı ve talepleri doğrultusunda tavizler koparmayı amaçlıyor.
Tam da bundan dolayı Hafız Esat rejimi, Kürt ulusal mücadelesine destek sunuyor. Biliyoruz ki, Hafız Esat rejimi de Kürt ulusunun düşmanıdır.
Hatay, 1939’dan kalma ve dönüşümü olmayan bir tarihsel sorundur. Ama su sorunu yenidir ve ilginç yönleri vardır. Önce, sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’ın suyunda ne hakkı var sorusunu, konumuz dışı olduğu için bir kenara bırakıyoruz. Ama Demirel’in H. Esat ile görüşmesinde söylediğini iddia ettiği gibi, Suriye'nin “Palandöken dağına yağan karda" ne hakkı var?" Şüphesiz, GAP'ın bütün birimleriyle faaliyete geçmesiyle ve Türkiye’nin Kürdistan sularını boru batlarıyla İç Anadolu’ya yöneltmesiyle Suriye’nin ve de Irak’ın su sorunu olacaktır. Suriye, Türkiye ile Kürdistan sularını kendi isteği doğrultusunda paylaştıran bir anlaşma yapsa da bunun hiçbir önemi olmayacaktır. Sadece Türk burjuvazisi değil, hiçbir ülke burjuvazisi, bizzat su sıkıntısı çekme pahasına, anlaşmam var diye, kendi topraklarından kaynaklanan suyu başka bir ülkeye vermez, işin gerçeği budur.
Bütün çelişkilere rağmen Türkiye-Suriye ticaret potansiyeli dengesiz de olsa artmıştır. Örneğin Türkiye’nin Suriye’den ithalatı 1970’de 12 bin dolardan 1995 te 258 milyon dolara, Suriye’ye yaptığı ihracat ise, keza aynı yıllarda, 177 milyon dolardan 272 milyon dolara çıkmıştır. Suriye’nin Türkiye ithalatındaki payı 1970’de sıfır iken 1995’te % 1.1e, ihracatındaki payı da % 0,3’ten %1,5’e çıkmıştır.
Türkiye-Irak İlişkileri
Körfez savaşını ve sonuçlarını fırsat bilen Türkiye, Musul ve Kerkük'ü işgal ve ilhak hevesini açıkça dile getirmiş, öyle ki "Misak-ı Milli sınırları” içine almış, bunun haritası bile, burjuva basında sergilenmiştir. Türk burjuvazisi, "tarihsel" nedenlere dayanarak ilhakçı emellerini Irak üzerinde gösteriyor.
Irak'ın mevcut statüsünden dolayı Kürt sorununun Türkiye-Irak arasında ne türden bir gelişmeyi beraberinde getireceğini bugünden kestirmek oldukça güç. Irak’ın Güney Kürdistan'a, kendi Kürt sorununa nasıl baktığı ve yaptığı katliamlar biliniyor. Bunun ötesinde, Körfez savaşından önceki dönemde, Türk ordusunun "kendi topraklarına (Güney Kürdistan’a) girerek, PKK gerillalarını "sıcak takip” almasına izin verdiği de biliniyor. Körfez savaşından sonraki dönemde Türkiye, izin istemeden de Güney Kürdistan'a sürekli girmiştir. Bu durumu Irak ve Suriye’nin teşvikiyle de hemen hemen bütün Arap ülkeleri retorik olarak protesto etmişlerdir.
Güney Kürdistan’da PKK’nin faaliyeti; yerleşikliği göz önünde tutulursa, mevcut ambargonun kalktığı ve Irak'ın mevcut sınırları içinde varlığı durumunda Saddam rejiminin veya da Irak devletinin Türkiye ile ilişkilerinde ne derece Kürt "kartı”nı kullanacağı soru götürür. Her halükarda Irak, bu konuda Suriye kadar rahat hareket edemeyecektir. Nihayetinde Irak, Türkiye'den sonra, Kürdistan’ın en büyük bölümünü işgal etmiştir.
Her halükarda Irak, Türkiye’nin "Irak’ın topraksal bütünlüğünden yanayız, onun parçalanmasını istemiyoruz” gibi açıklamalarına inanmıyor. Zaten Türk burjuvazisi de bu açıklamasında samimi değil. Bunun ötesinde Irak, Körfez savaşında ve son krizde Türkiye’nin Amerikan emperyalizmi yanlısı politikasını kolay kolay unutmayacaktır. Bütün bunlar, Türkiye-Irak ilişkilerinin sancılı olacağını gösteriyor, ilişkilerin sorunsuz olduğu dönemde Türkiye'nin Irak'a ihracatı 1970'de 5.7 milyon dolardan 1988'de 986 milyon dolara kadar çıkar, sonraki yıllarda ihracat oranı giderek düşer ve 1995 te 121 milyon dolar olarak gerçekleşir. Irak’ın Türkiye’nin ihracatındaki payı 1970'de % İ den 1984 te % 13.1 e kadar çıkar, sonraki yıllarda ise dengesiz de olsa giderek düşer ve 1995’te ancak % 0, 7 olarak gerçekleşir.
Türkiye-İran İlişkileri
Şah rejimi döneminde İran ile Türkiye arasında, iki ülke ilişkilerinin gündemini oluşturan ciddi sorun yoktu. Amerikan emperyalizmi her iki ülkeyi silahlandırıyor, Türkiye’yi NATO ve CENTO üyesi olarak. İran’ı da CENTO üyesi olarak kendi çıkarlarına koşuyordu. İran İslam devriminden sonra (1979) durum değişti ve revizyonist blokun dağılmasından; Ortadoğu’da ABD-SB kutuplaşmasının ortadan kalkmasından ve Kafkasya ve Orta Asya’da "serbest” alanların ortaya çıkmasından sonra İran ile Türkiye arasında resmen ifade edilmeyen, yansıması şiddetinin oldukça gerisinde kalan bir rekabet başladı. İran bu rekabetle Türkiye’yi zayıf düşürmek için PKK’ye ve Türkiye’deki İslamcı harekete açık destek vermektedir.
Kürdistan’ın üçüncü büyük parçası, İran'ın işgali altındadır. "Kendi Kürdünü dövüp, komşunun Kürdünü sevmeye” en tipik örneği İran oluşturmaktadır.
Bunun ötesinde Türkiye-İran ilişkilerinde, bugün bütün çıplaklığıyla gözükmese de veya Türkiye-ABD’nin İran’a karşı ortak tavrı tek yanlı yansısa da, İran’ın AB ile ilişkilerinin gelişmesi koşullarında her iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişme seyrini AB D-AB çelişkilerinin gelişmesi belirleyecektir.
Her iki ülke de, hem emperyalizme bağımlılık içinde ve dönem dönem de kendi potansiyellerine dayanarak Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da birbiriyle rekabet ediyorlar.
Her iki ülke arasında siyasi (diplomatik) ilişkilerin olumsuz gelişmesine rağmen İran’ın Türkiye’nin ithalatındaki payı 1970’de 35 bin dolardan 1995’te 689 milyon dolara çıkmıştır. Böylelikle İran’ın Türkiye’nin toplam ithalatındaki payı sıfırdan % 3’e çıkmış oluyordu. Türkiye’nin İran’a yaptığı ihracat da 1970’de 5.2 milyon dolardan 1995’te 268 milyon dolara çıkar ve toplam ihracattaki payı da % 0, 9’dan % 1.5'e çıkmış olur.
Türkiye-İsrail İlişkileri
Türkiye, yukarıda da belirttiğimiz gibi. Filistin-İsrail ve Arap-İsrail sorununda ‘60’lı yılların ikinci yarısından itibaren "Arap yanlısı” bir tavır sergilemesine ve İsrail ile diplomatik ilişkilerini katiplik seviyesine indirmesine rağmen, bölge ülkeleri arasında en sorunsuz ilişkileri bu ülke ile sürdürmüştür. Bunun böyle olmasının belli başlı birkaç nedeni vardır: Türkiye ve İsrail. Amerikan emperyalizminin bölgemizdeki en sadık iki uşağıdır. Bunun ötesinde İsrail, önce var olabilmek için, sonra da bölgedeki konumunu istikrara kavuşturmak, güçlü kalabilmek için bölgede de müttefiklere ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda en uygun güç Türkiye’dir. İsrail burjuvazisi, ABD’ye dayanarak ve bölgesel işbirliği ile bir kısım Arap ülkesiyle baş edebileceğine ve emperyalizmin, somutta da ABD’nin bekçiliğini yapabileceğine inanmaktadır.
Türkiye ile İsrail, ’80’li yılların ikinci yarısından itibaren yakınlaşma sürecine girmişlerdir. ‘90’lı yıllardan itibaren her iki ülke arasındaki siyasi ilişki "içli-dışlı dostluk" ilişkisine dönüşmüş ve bugün, yapılan "stratejik işbirliği” anlaşması ile doruk noktasına ulaşmıştır.
Faşist diktatörlük, PKK’ye karşı mücadelesinde, İsrail’in FKÖ’ye karşı mücadele tecrübelerinden, MOSSAD'ın tecrübelerinden yararlanmak istemiştir. Burada iki terörist ülkenin, ulusal kurtuluş mücadelesi veren iki örgütü, FKÖ ve PKK’yi nasıl ezecekleri, her iki ulusu nasıl katledecekleri ve nasıl terörist eylemler düzenleyecekleri vb. konularında "fikir” teatisinde bulundukları ve ilişkilerin ana noktasını da bunun oluşturduğu tartışma götürmez. (Revizyonist blokun dağılması ve Körfez savaşı, Filistin-İsrail Anlaşması, Oslo Anlaşması), Amerikan emperyalizmi güdümünde Türkiye ile İsrail'in birbirlerine daha çok yakınlaşmasına neden olan gelişmelerdi. Bölgeye tam hakim olmak isteyen ABD, bu hakimiyetini sağlamada ve devam ettirmede kendine en yakın güç olarak Türkiye ve İsrail’i görüyor.
1997 yılında ABD. Türkiye ve İsrail arasında imzalanan "Stratejik Askeri İşbirliği Anlaşması” doğrudan Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet eden bir anlaşmadır. Bu stratejik ittifakla Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’da hakim olan ilişki ve çelişkilerin belirsizliğine, karmaşıklığına belli bir saflaşma temelinde son vermenin ilk önemli adımım atmış oluyor. Bu stratejik ittifak, revizyonist blokun dağılmasından, dünyanın açık olarak tek pazarlı olma sürecine girmesinden ve aynı zamanda bu pazarda emperyalist rekabet merkezleri (ABD-AB; Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Çin, Rusya) arasında rekabetin keskinleştiği bir süreçte ilk emperyalist saflaşmanın veya dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinde ve bunun için emperyalistler arası savaşta ilk stratejik ittifaksal yaklaşımın ifadesidir. Bu anlaşmanın iki yönü vardır: Bunlardan birisi. Amerikan emperyalizminin, diğer emperyalist güçleri dışlayarak Ortadoğu'da yegane hakim güç olma çabası ve Kafkasya ve Orta Asya’ya açılan yolları kontrol etmek. İkincisi ise bölgedeki ulusal kurtuluş mücadelelerini, devrimci halk hareketlerini ezmek. Bunun somut, güncel ifadesi Kürt ulusal kurtuluş mücadelesidir.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde bu stratejik ittifaksal işbirliği esas, diğerleri talidir.
Emperyalist İlişkiler Açısından Türkiye’nin Ortadoğu Politikası
Türkiye, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge bir ülke. Ama bundan günümüz koşullarında, her yeni sömürge ülkenin, her konuda emperyalizme koşulsuz bağımlı olacağı sonucu çıkartılamaz. Bunun nedeni üzerinde uzun boylu durmadan -anlaşılır olduğunun doğallığından hareketle- yüzyılın başındaki emperyalizm-bağımlı ülke/sömürge ülke ilişkileri ile yüzyılın sonundaki emperyalizm-bağımlı ülke/yeni sömürge ülke ilişkilerinin aynı nicelik ve nitelikte olamayacağını belirtelim. [Lenin’in, emperyalizm analizini ve yüzyıllık emperyalizm tarihini kavramayanların "nasıl olur” diyeceklerini ve böylelikle belki de farkına varmadan, dünyayı değişmemeye mahkum ettiklerini (bu, tarihsel materyalizmin reddidir) söylemekle yetiniyoruz.]
Yazı boyunca belirttiğimiz gibi, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında esas ekseni Amerikan emperyalizminin çıkarları oluşturmuştur. Esas olan budur. Dünyanın iki kutuplu olduğu dönemde Türkiye önce sosyalist dünyaya, sonra da revizyonist dünyaya karşı "özgür” dünyada yerini almış ve bu dünyada hakim güç olan Amerikan emperyalizminin çıkarlarına koşulmuştur. Hem genel olarak uluslararası planda ve hem de bölgemiz özgülünde bu böleydi.
Revizyonist blokun dağılmasından sonra da değişen fazla bir şey olmamıştır Türkiye açısından. Bu sefer, iki kutupluluğun cenderesinden kurtulan dünya ve bölgemiz, çok merkezli emperyalist çelişkilerin etkisi altına girmiştir veya çok merkezlilik, revizyonist blokun yıkılmasından sonra bütün şiddetiyle ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, Körfez Savaşında ve son Körfez krizinde gördüğümüz gibi, Türkiye, Amerikan emperyalizminin safında yer almış ve böylece Amerikan emperyalizmine güdümlü Ortadoğu politikasında öze ilişkin bir değişmenin olmadığını sergilemiştir. Ama hiç değişme olmadı denemez. Türk burjuvazisinin yayılmacı iştahı, ekonomik gelişmesine paralel olarak kabarmış ve bazı fırsatlar onu cüretlendirmiştir. Örneğin. Avrasya'da “kılıç sallamaya” kalkışmış, ama kısa zamanda Amerikan emperyalizminin gölgesinde, onun adına veya onun çıkarlarına uygun olduğunca kılıç sallayabileceğini anlamıştır. Her şeye rağmen bu durum Türk burjuvazisinin yayılmacı cüretini geliştirmiştir. Bu “emperyalist” iştah Musul ve Kerkük petrolleri için de geçerlidir. Ama emperyalistlerin buna müsaade etmeyeceklerini anlamakta da gecikmemiştir. Musul ve Kerkük’ün işgal ve ilhakı bir yana, Körfez savaşma “bir kor üç alırız” diye tam destek veren Türk burjuvazisi, sonunda 35-40 milyar dolar zarar edildiğini açıklamak zorunda kalmıştır.
Özellikle 1992/93 döneminde, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişmesinin doruk noktasında olduğu dönemde, bu mücadelenin tüm Ortadoğu’yu sarmasından ve Türk burjuva devletini başarısızlığa sürükleyeceğinden çekinen emperyalist güçler, Türk burjuvazisini siyasi çözüm için yoğun bir baskı altına almışlardı. O dönem ABD emperyalizmi Güney Kürdistan’da Kürt devletinden ve Türkiye’deki Kültlerden oldukça sık bahsediyordu. Amaç açıktı. Önemli olan, Ortadoğu’nun emperyalist kontrolden çıkmaması ve bunun için de Kürt sorununun FKÖ deştirilerek çözümüydü. Leninist emperyalizm teorisini kavramayanlar açısından Türk burjuvazisinin bu tavrı anlaşılır değil. Çünkü emperyalistlere direnmiş oluyor. Çünkü bu, emperyalizme göbekten bağımlılıkla çelişiyor! Oysa Türk burjuvazisinin bu tavrı, emperyalist çıkarlarla temelden çelişmiyor. Burada efendiyle uşak arasında belli bir sorunun çözümü üzerinde anlaşmazlık söz konusu. Türk burjuvazisi bu sorunu, kendi öngördüğü doğrultuda (askeri “çözüm”, ezmek, katletmek, yok etmek) çözümlemeye devam etti. Gelinen noktada AB, Türkiye-İsrail stratejik askeri işbirliği anlaşmasının da bir sonucu olarak ABD, Kürt “kartı”nı, Kürt devletini rafa kaldırdı. (Şimdi bu “kartı” masada tutan Alman emperyalizmi.) Sonuç; işbirlikçi burjuvazi de, “namus” meselesi yaptığı, "ulusal” mesele yaptığı konularda direnir ve bölgedeki siyasi gelişmelerin yönünü etkileyebilir.
Sonuçlandıralım:
Türkiye’nin Ortadoğu politikası genel olarak emperyalizmin çıkarlarının, özel olarak da ABD emperyalizminin çıkarlarının ifade edildiği bir politikadır.
Türkiye’nin Ortadoğu politikası, bölgemizdeki antiemperyalist, anti sömürgeci, devrimci mücadeleye karşı bir politikadır. Türkiye’nin Ortadoğu politikası; aynı zamanda, emperyalizmin ona, bölgemizdeki devrimci gelişmeleri bastırmak için vermiş olduğu rolün ifadesidir.
Türkiye'nin Ortadoğu politikasında bölge ülkelerinin yeri, emperyalistler arası çelişkilerdeki saflaşma tarafından belirleniyor.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasında bölgesel güç olmanın ve buna dayanan yayılmacılığın özellikleri de vardır.