12 Mart askeri darbesinin ardından, Türkiye sol hareketi içinde yer alan bir dizi odağın yaptığı oportünist değerlendirmeler temellerini TKP revizyonizminin attığı sol kemalist ve Menşevik bakış açısıyla uyum içinde oldu. 1960’lı yıllarda belli bir kitleselliğe ulaşmış, ama her zaman parlamenter oportünizmin temsilcisi olmuş olan Türkiye İşçi Partisi’nin önderliği, askeri darbe tehlikesinin yoğunlaştığı 1971 başlarında yayımladığı bir bildiride şöyle diyordu:
“Ordu, devletin tarafsız gücü olacaksa, işçi ve emekçi sınıflar ile burjuvazi arasındaki mücadeleye karışmaması, taraf tutmaması ve sadece yurt savunması ile ilgilenmesi gerekir (TİP Genel Yönetim Kurulu Bildirisi, Şubat 1971. Hikmet Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, s. 15) Aynı partinin genel başkanı Behice Boran, generallerin, başında Demirel’in bulunduğu AP hükümetine verdiği 12 Mart muhtırasını duyduktan sonra basına verdiği demeçte ordudan beklentilerini şu sözlerle dile getirecekti:
“TİP kuruluşundan beri ısrarla Anayasanın eksiksiz, tastamam uygulanmasını, toplumsal reformların yapılmasını, parlamenter demokrasinin halktan yana geliştirilmesini istemiş ve bunun yiğit mücadelesini vermiştir. Yine baştan beri Partimiz ayın ısrar ve kesinlikle iktidarın izlediği politika ve icraatının Anayasa çizgisi dışına. Anayasaya aykırı duruma düştüğünü belirtmiştir. İktidar son zamanlarda ise açık teröre dayanan bir yönetime yönelmiş ve böyle bir yönetimin hukuki kılıflarını da parlamentodan geçirmeye hazırlanmıştır.
"Anayasal demokratik düzen, sosyal hukuk devleti gerçekleştirilmediği ve geliştirilmediği için bugünkü politik buhrana düşülmüştür. Bunun başlıca mesuliyeti iktidar partisinde ve hükümetinde olmakla beraber diğer burjuva partileri de sorumludur.
"Bizce Türkiye’nin bu çıkmazdan kurtuluş yolu Anayasal demokratik düzenin gerçekleştirilip halktan yana geliştirilmesidir Demokrasinin üç kıstası vardır: 1) iktidarın halkın yararına işler yaparak ülkeyi kalkındırması: 2) işçi ve emekçi sınıfların politik örgütlenme ve faaliyetlerine serbestlik ve imkan tanınması; 3) Bunun için ve bunun sonucu olarak da parlamentonun bileşiminin toplumun sınıfsal güçlerini yansıtması.
“Bu nedenle
“1- işçi ve emekçi sınıfların politik örgütü olan Partimiz üzerindeki ve diğer ilerici güçler üzerindeki dolaylı-dolaysız baskı ve şiddet uygulamalarının derhal kaldırılması ve önlenmesi.
“2- Seçim kanununda seçimlerin dürüst, halkın eğilimlerini yansıtacak ve alman oyların gerçek oranlarda parlamentoda temsilini sağlayacak değişikliklerin yapılarak genel seçimlere gidilmesi.
“ilk alınacak tedbirler olmalıdır.’’ (Sadun Aren, TİP Olayı, 1961-1971, s. 147-148) Evet, B. Boran ve onun başında bulunduğu TİP; Ş. Hüsnü’lerin, H. Kıvılcımlı’ların, M. Belli’lerin geleneğinin temsilcisi ve sürdürücüsü olduklarını ülke tarihinin bu dönemeç noktasında da kanıtlıyorlardı. B. Boran partisinin başından beri, yer yer liberal burjuva bir karakter taşıyan 27 Mayıs Anayasası’nın “eksiksiz, tastamam uygulanmasını, toplumsal reformların yapılmasını, parlamenter demokrasinin halktan yana geliştirilmesini’’ istediğini belirttikten sonra boşuna burjuva hükümetlerinin yapmasını bekleyip durduğu "toplumsal reformları" bu kez -kuşkusuz gene boşuna- generallerin yapmasını beklemekle kalmıyordu. O aynı zamanda generallerden daha da ilerisini, neredeyse demokratik bir devrim yapmalarını bekliyordu; “Bizce Türkiye’nin bu çıkmazdan kurtuluş yolu Anayasal demokratik düzenin gerçekleştirilip halktan yana geliştirilmesidir." O bu arada AP hükümetinin "izlediği politika ve icraatının Anayasa çizgisi dışına, Anayasaya aykırı duruma düştüğünü" belirterek generallere göz kırpıyor ve onlarla arasındaki “amaç birliğini ya da benzerliğinin’’ altını çiziyordu. Öyle ya, 12 Mart generalleri de Demirel hükümetine verdikleri üç maddelik muhtıranın 2. maddesinde,
“2. Türk Milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir." (Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş, s. 453-454) demiyorlar mıydı? Ama bu oportünist manevralar ve sübjektif analizler sınıf savaşımının katı gerçekleri karşısında çok geçmeden tuzla buz olacaktı. “İşçi ve emekçi sınıflar ile burjuvazi arasındaki mücadeleye karışmaması, taraf tutmaması" ve "Anayasal demokratik düzeni gerçekleştirip halktan yana geliştirmesi" beklenen ordu, TİP'i Anayasa Mahkemesi eliyle 20 Temmuz 1971 ’de temelli kapattıracaktı.
12 Mart muhtırası verildiğinde, yönetiminde TİP'nin çizgisinde ve bu partiye yakın duran sendikacıların bulunduğu DİSK de yayımladığı bildiride ordunun darbe girişimini destekleyecekti. 12 Mart 1971 günü toplanan DİSK Yürütme Kurulu’nun yayımladığı bildiride şunlar söyleniyordu:
"DİSK Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar.
"Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir.
"İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını arttıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak. Atatürk devrimlerini hakim kılmak ve Anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasamızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunu radyolardan ilanı; karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur." (Milliyet, 13 Mart 1971) Genel Başkanı Kemal Türkler'in 15 Haziran 1970 akşamı radyodan yaptığı açıklamada işçileri, “şerefli Türk ordusuna” karşı çıkan kışkırtıcılardan uzak durmaya çağıran DİSK'in 12 Mart askeri-faşist darbesinin ardından böyle bir bildiri yayımlaması da, onu generallerin gazabına uğramaktan alıkoyamayacaktı. 12 Mart cuntası, yerini almış olduğu AP hükümetinin 1970’de gündeme getirdiği, ancak 15-16 Haziran 1970 direnişi nedeniyle geri çekmek zorunda kaldığı 1317 sayılı Sendikalar Kanunu’nu yürürlüğe koyacak ve İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un THKP-C tarafından cezalandırılmasından sonra yürürlüğe konan 'Balyoz Operasyonu’ sırasında K. Türkler. K. Sülker, Ş. Kaya, İ. Nebioğlu ve H. Güner gibi DİSK yöneticilerini de tutuklayacaktı. İşçi sınıfının daha militan kesiminin içinde örgütlü olduğu DİSK'i ortadan kaldırmayı ve Türk-İş’in sendikal tekelini sağlamayı amaçlayan bu yasa, 1972 sonlarında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecekti.
Yurtdışında konuşlanmış revizyonist bir mülteci grubundan başka bir şey olmayan ve Sovyet sosyal-emperyalizminin borazanlığını yapan TKP de 12 Mart askeri darbesi karşısında benzer bir tutum takındı. İ. Bilen kliğinin yönetimindeki bu sözde partinin 1 Nisan 1971 ’de ‘Bizim Radyo’dan açıkladığı 'TKP'nin İstekleri’ şu maddeleri kapsıyordu:
“1 - İlerici güçlere karşı açılan kovuşturmaların, arama taramaların kesilmesi, üniversite ve fakültelerdeki polis kuvvetlerinin kaldırılması. Bütün devrimci ve yurtsever eylemlerinden ötürü tutsak edilmiş olanların derhal serbest bırakılması.
2 - Faşist komandoların, toplum polisinin, faşizmin ocağı olan 'Komünizmle Mücadele Derneği’nin dağıtılması.
3 - Kürdistan da, doğu illerinde Kürt yurttaşlarımıza karşı AP hükümetinin geniş ölçülerde özel komando, zırhlı birlikleriyle girişmiş olduğu tepeleme ve kanlı terör hareketlerinin derhal durdurulması.
4 - Anayasanın ve Siyasi Partiler Kanununun yasakladığı eylemlerde bulunan ve Demirel hükümetinin vurucu gücü olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin kapatılması.
5 - Demirel iktidarının getirdiği faşist tasarıların Meclisten geri alınması. Sendikalar Kanunu’nda Demirel hükümetinin sendika özgürlüğünü daha da kısıtlayan değişikliklerin kaldırılması.
6 - Devlet ve hükümet mekanizmasının Atatürk düşmanlarından, faşist, padişahçı ve Cumhuriyet düşmanlarından, Amerikan CIA ajanlarından temizlenmesi. Demirel hükümetinin ordudan kovduğu yurtsever subayların orduya alınması.
7 - Anayasayı çiğneyen, işçi sınıfına ve gençliğe karşı cinayetler işleyen, devlet hazinesini soyan ve soyduran AP hükümetinin 'Yüce Divan’da yargılanması.
8 - Anayasanın emrettiği toprak reformu, vergi adaleti, halkçı eğitim sistemi gibi halktan yana reformların yapılması.
9 - Ulusal bağımsızlığımızı yok eden NATO ve ikili anlaşmaların bozulması. Topraklarımızdaki NATO ve Amerikan üslerinin kaldırılması. Ordunun NATO ve Amerikan komutasından çıkarılması. NATO'ya verilen tümenlerin geri alınması.
10 - Seçim kanununa milli bakiye sistemi yeniden getirilerek genel seçime gidilmesi.” (Türk Silahlı Kuvvetleri ve Aşın Sol, s. 132-133)
Görüldüğü gibi, her iki revizyonist parti de büyük bir pişkinlik ve ikiyüzlülükle Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da işçi sınıfına, diğer emekçilere. Kürt halkına, onların devrimci öncülerine ve genel olarak ilerici güçlere karşı sürdürülen baskı ve terörün, Türkiye’nin NATO ve diğer emperyalist kuruluşlara kölece bağımlılığının, MHP ve Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi terör örgütlerinin oluşturulmasının, hatta ordu içindeki ilerici ve demokrat subayların tasfiyesinin vb. sorumluluğunu tümüyle AP hükümetinin ya da en iyi olasılıkla tüm burjuva partilerinin üzerine yıkmaktadırlar. Ama onlar, “şerefli” ya da "ulusun gözbebeği" saydıkları orduya toz kondurmamaya büyük bir özen göstermekte, en iyi durumda da ordunun başındaki bir kaç ipliği pazara çıkmış faşist ve gerici generali hedef almakla yetinmektedirler. Kuşkusuz, koşulların elvermesi halinde onlarla da tam bir konsensüse varmalarının hiç de zor olmayacağını söylemekle bu bay ve bayanlara haksızlık yapmış sayılmayız. Ordunun başında ABD emperyalizmine değil, kendi efendileri Sovyet sosyal-emperyalizmine yakın bir komuta kademesinin bulunması durumunda kuşkusuz, bu "küçük” sorun da ortadan kalkardı.
Aynı kulvarda koştukları halde, yıllarca birbirlerine karşı en ağır suçlamaları yapmaktan geri kalmayan bu iki parti taslağı 1988‘de her türlü devrim iddialarını söylem düzeyinde bile bir yana atarak ve Gorbaçov’un ultra-revizyonist tezlerini benimseyerek, başında Nabi Yağcı’nın bulunduğu Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adlı kulübün çatısı altında bir araya geleceklerdi. Bu birleşme sırasında benimsedikleri "Barış ve Demokratik Yenilenme” etiketli karşıdevrimci reformist strateji uyarınca, eskiden yapmakta oldukları gibi söylem düzeyinde NATO’ya ve IMF’ye, yani emperyalizme karşı çıkmaktan da vazgeçen bu iflah olmaz burjuva kuyrukçuları, yayımladıkları "Program Tasarısı'nda ordu ve devletin öteki şiddet aygıtlarına ilişkin politikalarını şöyle koyuyorlardı:
“-Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalıdır.
“-Silahlı Kuvvetlerin demokratik rejime karşı kullanılmasını önleyecek, onu yurt savunmasıyla görevli kılacak, demokratik rejime ve halkın seçtiği parlamentoya bağlı kalmasını sağlayacak, iç yapısını demokratikleştirecek bir reform yapılmalıdır.
“-Ordu ve öteki devlet kurumlan Amerikancı, faşist, demokrasi düşmanı kadrolardan arındırılmalı, yabancı gizli servislerin devlet kuramlarına sızması önlenmelidir." (TBKP Program Tasarısı, s. 37)
Görülebileceği gibi TKP revizyonizmi ve onun varyantları, dünyanın başka yerlerindeki benzerleri gibi ne kendilerine, ne de işçi sınıfına ve diğer sömürülen yığınlara güven duyuyorlardı. Dolayısıyla, onların devrimci bilincini, örgütlülüğünü ve eylemini geliştirmeyi ve bu yolla burjuvazinin ve toprak ağalarının devlet aygıtını yıkmayı hiç bir zaman amaçlamadıkları gibi, böyle bir şeyi akıllarından geçirmeye bile cesaret edememişlerdi. Umutlarını egemen sınıfların değişik kanatları arasındaki kavga ve sürtüşmelerin sunacağı olanaklara bağlamayı bir gelenek haline getiren bu çevreler, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin çözülmeye doğru gittiği bu konjonktürde daha da geri bir konuma çekilmişlerdi. Artık sosyal demokrat burjuva partileri haline gelmeyi hedefleyen bu gruplar, sömürücü sınıfların ve onların devlet aygıtının kendilerinin gerçekleştirebileceği sınırlı -ve muhalefetteki burjuva partilerinin de rahatlıkla gündemlerine alabileceği türden- bazı demokratik reformlara bile razı duruma gelmişlerdi.
Ama, en önemlisi, revizyonist parti ve örgüt taslaklarının her dönemde kendi kölelik felsefelerini, ezilen ve sömürülen yığınlara “devrimci bir strateji” olarak sunmalarıydı. İşçi sınıfına, emekçilere ve ezilen uluslara, burjuvazinin, toprak ağalarının ve emperyalistlerin sofralarından dökülecek kırıntılarla ve düzenin efendilerinin kendilerine ‘lütfedeceği' reformlarla yetinmelerini öğütleyen bu çevreler, demokratik ve sosyalist bilinçlerini yozlaştırdıkları yığınların kurtuluş savaşımı karşısında objektif olarak karşıdevrimci bir rol oynamaya mahkumdular. Bundan ötürüdür ki, TKP revizyonizminin ve onun çizgisinden yürüyenlerin 12 Mart darbesi karşısında sol kemalist ve ordu kuyrukçusu bir yaklaşım sergilemelerinde yadırganacak bir yan yoktu.
Ama aynı şeyi, 1960’ların, tutarlı marksist-leninist bir konumdan uzak bulunmakla birlikte, alt sınıfların devrimci eğilimlerini yansıtan üniversite gençliğinin radikal küçük-burjuva devrimci gençlik örgütü -daha sonra Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) adını alacak olan- Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) için söylemek olanaklı değildi. 1970'deıı başlayarak kurulacak olan THKP-C, THKO, TKP(M-L) gibi radikal devrimci örgütleri yaratacak olan kadro ve yöneticilerin beşiği olan Dev-Genç. 1965 sonrasında yoğunlaşan öğrenci, işçi ve köylülerin demokratik ve antiemperyalist kavgaları içinde oluşmuştu. Siyasal bakımdan çocuk denebilecek konumda bulunan. Marksizm-leninizmle tanışma fırsatını henüz yeni bulmakta olan ve daha da kötüsü ideolojik besinini başta M. Belli gelmek üzere TKP revizyonizminin çizgisindeki sözde öğretmenlerden alan Dev-Genç’in ve ondan türeyen radikal devrimci örgütlerin ordu, devlet ve devrim konularında yanlışlar yapmaları anlaşılabilirdi. Bu, onları küçük-burjuva devrimcileri olmaktan çıkarmasa da, bu bakımdan, 12 Mart darbesine karşı alınan tutumları değerlendirilirken TKP, TİP vb. çevrelerin kemalist “yanılsamaları”yla Dev-Genç’in ve onun militan kadrolarının büyük bölümünü kendi bünyesinde örgütleyen THKP-C’nin kemalist yanılsamalarının asla aynı kefeye konulamayacağı unutulmamalı. Birincisi, TKP revizyonizminin ve onun varyantlarının marksizm-leninizmin ordu ve devlet sorununa ilişkin tezlerinin ve burjuva Türk ordusu ve devletinin kanlı sicilinin neredeyse kasıtlı bir çarpıtılmasında ve Türk gerici egemen sınıfları önünde yaltaklanma ve secdeye gelmede anlatımını bulan yıllanmış ve kemikleşmiş oportünizmini ve askeri darbeci taktiksel anlayışlarını yansıtıyordu. İkincisi ise, siyasal deneyimleri çok az, küçük-burjuva demokratizminden proleter sosyalizmine geçme fırsatını daha yeni elde etmiş genç devrimcilerin -bir ölçüde ve bir yere kadar kaçınılmaz- oportünist hataları ve kemalist yanılsamalarını. Birincisi, siyasal yaşlanmadan kaynaklanan bir sağcılığı, ikincisi ise siyasal çocukluktan kaynaklanan bir ‘solculuk’u yansıtıyordu.
O halde tartışmamızı sürdürebiliriz. THKP-C eğilimli devrimcilerin yönetimine egemen oldukları Dev-Genç, 12 Mart muhtırasının hemen ardından yayımladığı bildiride TİP, TKP, M. Belli ve M. Kıvılcımlı çevrelerininkine benzer bir tutum takınıyor, ancak onlara kıyasla daha ihtiyatlı ve dikkatli bir yaklaşım sergiliyordu. Bildiride şu görüşler dile getiriliyordu:
“Türkiye’mizdeki varlığını her şeye rağmen sürdürmek isteyen Amerikan emperyalizmi de, yıpranan sağcı Demirel iktidarının yerine bir yenisini getirme; radikal genç subaylara oyun oynama; Türkiye’mizde sınıf mücadelesini durdurma çabalarına hız vermiştir.
“Amerikan emperyalizmi, milliyetçi- devrimci diye lanse ettiği bazı yüksek rütbeli subaylar vasıtasıyla, radikal subayların hareketini kontrol altına alma; onların bağımsız örgütlerini dağıtma; hareketlerini pasifize etme oyununu ustalıkla oynamaya başlamıştır.
“Genelkurmay Başkanının ve ordu komutanlarının verdiği muhtıra sonucu, yıpranan sağcı Demirci hükümeti istifa ettirilmiş ve böylece radikal subayların hareketi bir süre daha ertelenmiş. Amerikan emperyalizmi oynadığı oyunda zaman kazanma fırsatına sahip olmuştur.
“Antiemperyalist mücadelesini sürdüren ve olayların gelişmesini dikkatle izleyen devrimci gençlik, ancak şu şartlar yerine getirildiği takdirde ordudan gelecek her ilerici hareketi sonuna kadar desteklemeye hazırdır.” (Ali Yıldırım, Belgelerle FKF, Dev-Genç 2, s. 353-354) Dev-Genç yönetimi daha sonra 11 tane istem sıralamakta, bütün yurtseverleri bu ilkeler uğruna savaşıma çağırmakla ve sözlerini şöyle sürdürmekteydi:
"Devrimci gençlik bütün yurtseverleri bu ilkeler uğruna sonuna kadar mücadeleye çağırır.
“Devrimci gençlik, ancak bu kısaca sayılan şartlar yerine getirildiği takdirde hareketin antiemperyalist ve demokratik yönde geliştiğine inanır ve onu sonuna kadar destekler.
“Devrimci gençlik, Türkiye’nin gerçek kurtuluşunun işçilerin, köylülerin, gençlerin, devrimci askerlerin ve bütün sömürülen halk kitlelerinin ortak ve zor bir mücadelesi sonucu gerçekleşeceğine inanır.” (Age, s. 354)
Aynı yaklaşım, THKP-C'nin önderi M. Çayan’ın 1971 başlarında kaleme aldığı görüşlerinde de yansımasını buluyordu. M. Çayan'ın tezlerine göz atıldığında onun, kemalist etkilenmeyi sürdürdüğü, ancak o zamana kadar bağlaşma içinde olduğu M. Belli kliğinin -bunalımın derinleşmesine bağlı olarak- giderek daha belirgin hale gelen Menşevik, askeri darbeci ve sosyal-şoven çizgisinden tartışma götürmez bir biçimde uzaklaşmakta olduğu görülür. O, 12 Mart muhtırasının hemen ertesinde kaleme aldığı “Ülkemizde Oynanan Oyun ve Bütün Küçük Burjuva Oportünist Fraksiyonların İhanetleri” adlı makalesinde emperyalizmin ve yerli egemen sınıfların, içindeki “küçük-burjuva radikallerini adım adım tasfiye etmek, askeri liseleri aşağı sınıflardan gelen gençlere kapatmak, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) aracılığıyla orduyla tekelci sermaye arasında giderek güçlenen bağlar kurmak vb. suretiyle, o zamana kadar “küçük ve orta burjuvazinin vurucu gücü” olageldiğini ileri sürdüğü orduyu yavaş yavaş denetimleri altına almaya başladıkları yolundaki görüşünü şöyle dile getiriyordu:
“Bütün bu oyunları tezgahlayarak orduyu adım adım kontrollün altına alırlarken. Kemalizm’i de kimseye bırakmadılar. Kendi adamlarının 'kemalist’ diye reklamlarını yaptılar. Türkiye’de milli meseleyi, Kürt meselesini ön plana çıkartarak, özellikle ordu içindeki küçük burjuva radikallerinin dikkatlerini gelişen sınıf mücadelesinden uzaklaştırmak, onların antikomünist yanlarını bilemek için yoğun bir demagojik propaganda kampanyasına giriştiler. Şovenizmi, ırkçı duyguları her fırsatta körüklediler.” (THKP- C Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, s. 269) Söz konusu makaleyi, devrimci gençlik hareketini, iktidara gelmesi umulan sözüm ona sol bir cuntanın yedek gücü haline getirmeyi tasarlayan ve bu amaçla “ordunun devrimci geleneği”nin altını çizmeye devam eden M. Belli revizyonizmiyle yollarını ayırdığı bir dönemeçte yazan Çayan sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Bizde ordu genellikle küçük ve orta burjuvazinin vurucu gücü olagelmişti. Türkiye'de orduyu kesinlikle oligarşik gerici yönetimlerin uydusu olan Latin Amerika ordularından ayıran özellik de buradaydı. Ne var ki, ülkemizde sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkileri hesaba katmadan yapılacak her değerlendirme ve değişen sınıf dengesini hesaba katmadan kurulacak bütün teoriler de içi boş kalıplar olarak kalmaya mahkumdu, işte gelenek ve göreneklerin pasifliğini, edilgenliğini unutarak 'ordunun devrimci geleneğini' alabildiğine abartıp, değişen sınıf ilişkileri ve çelişkilerine göre hiç değişmeden kalan bir gerçekmiş gibi kabul eden ve umudunu buna bağlayarak 'devrim teorileri' kurmaya çalışan revizyonist fraksiyonların yanılgıları buradaydı... Görüldüğü gibi değişen sınıf dengesine paralel olarak ordu da adım adım küçük ve orta burjuvazinin vurucu gücü olmaktan çıkmaya, emperyalizmin ve yerli hakim sınıfların kontrolü altına girmeye, radikal reformist geleneğini yitirmeye başladı.” (Age, s. 269-270) Ve o, aynı makalenin daha sonraki sayfalarında adlarını açıkça zikrederek M. Belli, D. Perinçek ve H. Kıvılcımlı çevrelerinin 12 Mart askeri darbesine ilişkin oportünist beklentilerini eleştirmekteydi. Devrimci M. Çayan, ölümünden birkaç ay önce kaleme aldığı bu satırlarda Türk ordusunun sözüm ona farklılığına ve kendine özgü ilerici tarihsel geleneğine ilişkin hatalı ve oportünist görüşlerini korumaktadır. Ancak o, yaşanan anda umudunu ordu içindeki sözüm ona sol bir askeri darbe tezgahlamakta olan burjuva subaylara bağlayan ve asla bağımsız bir devrimci hareket örgütlemeyi düşünmeyen küçük-burjuva reformizmiyle yollarını kesin bir biçimde ayırmaktaydı. O aynı makalede M. Belli’nin yaklaşımını şu sözlerle mahkum ediyordu:
“Süratle kadroların en aktif mücadeleye hazırlanmaları ve emperyalizmin oynadığı oyunun açıklanması gereken bir dönemde, proleter devrimcileri ve küçük burjuva devrimcilerini aldatmaya çalışarak, objektif olarak emperyalizmin oyununa hizmet etti. Emperyalizmin oyunu olduğu açıkça belli olan, ustaca kaleme alınmış komutanların bildirisi karşısında ise, Aydınlık Yazı Kurulu imzasıyla yayınladığı bildiride, ‘ordu kemalist geleneğe sadık kaldığını ispatlamıştır’ diyerek Mihri Belli ve tekkesi diğer bütün oportünist fraksiyonlarla birlikte emperyalizmin oyununa açıkça alkış tuttu." (Age, s. 278)
Bu dönemi kapamadan önce, son olarak D. Perinçek'in başını çektiği Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) çevresinin ordu konusuna ilişkin oportünist yaklaşımlarına göz atacağız. Meşruiyeti, devrimci meşruiyet olarak değil, burjuvazinin meşruiyeti olarak anlayan ve 27 Mayıs Anayasasının koyduğu sınırları aşmamaya özen gösteren bu bay, Mayıs 1969’da kaleme aldığı bir yazıda gençliğin devrimci eylemine karşı tutumunu şöyle dile getirmişti:
“Gençler, güçbirliği bozguncularına olduğu gibi gençliğin eylemine anarşizmi ve terörcülüğü sokmak isteyenlerle de mücadele ediyorlar. Gençlik eylemini 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışına taşırmak isteyen küçük burjuva anarşistleri karşısında gençler uyanık devrimciler olarak hareket ediyorlar. Polisten gelen bombalı tertiplere, suikast tekliflerdim yüz vermiyorlar.” (D. Perinçek, Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı 7, s. 21) Ş. Hüsnü'lerin ve M. Belli’lerin öğrencisi ve izleyicisi D. Perinçek, 1970’te yayımlanan bir başka yazısında ise, “Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen bütün bir MİLLET’tir.” (İşçi-Köylü, Sayı 7, s. 4) demişti.
1969’un sonları ve 1970'in başlarında, ayrı bir grup olarak ortaya çıkan PDA çevresi önceleri kendi farklılığını vurgulamak, bir süre sonra ise kendi saflarındaki -İbrahim Kaypakkaya ve sonraları TKP(M-L)’yi oluşturacak olan- daha devrimci öğelerin baskısıyla M. Belli revizyonizminin ordu, devlet ve ulusal sorun konusundaki kaba oportünist, sol kemalist ve sosyal-şoven görüşlerini ikiyüzlü bir biçimde eleştirmeye ve görünüşte, ama yalnızca görünüşte doğruya daha yakın eklektik görüşler savunmaya başladı. Örneğin onlar, Proleter Devrimci AYDINLIK adlı dergilerinin Şubat 1971’de yayımlanan 31. sayısında şöyle diyorlardı:
“Ordunun anlam ve rolünü, halkımızın menfaatleri açısından tespit ediyoruz. Ordu, hakim sınıfların baskı aracıdır. Halkın mücadelesi ilerledikçe, ordu içindeki yurtseverlerin halkla birleşmesi, bu anlam ve rolü değiştirmez. Ancak bir şeyi gösterir: Halkımızın mücadelesi ilerlemektedir ve hakim sınıfların baskı kurumlan çözülmekte, halkın devrimci safları güçlenmektedir. Ordu içindeki bütün yurtseverler gerçekleri kavramalıdır. Mensup oldukları ordunun ABD emperyalizmine bağımlı niteliğine boyun eğmemelidir. Emperyalistlerin ve sömürücülerin halkı ezme yolundaki emirlerini dinlememelidirler.” (Proleter Devrimci AYDINLIK, Seçmeler II, s. 199-200) Gene onların hazırladığı Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) Program Taslağı’nda:
“47. Demokratik halk hükümeti, hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş orduyu kaldıracak, işçi ve köylülerin genel silahlandırılmasına dayanan halk ordusunu kuvvetlendirecek ve böylece milli bağımsızlığımızı ve yurdumuzun savunmasını gerçek teminatına kavuşturacaktır." (TİİKP Davası. Belgeler 1, s. 31) deniyordu. Ama egemen sınıflara kuyrukçuluk siyasetinden, TKP revizyonizminin ordu devrimciliği geleneğinden ve burjuva dünya görüşünden aslında hiçbir zaman kopmamış olan bu çevre, gerçek yüzünü gerek propaganda ve saptamalarının eklektik içeriğiyle ve gerekse oportünist pratiği ve taktikleriyle açığa vuracaktı. Bu sinsi ve ikiyüzlü oportünistler, Proleter Devrimci AYDINLIK'ın Ocak 1971’de yayımlanan sayısında "Antifaşist mücadelenin amacı devrimci iktidarı kurmak değildir” derken, her tür ve renkten oportünist ve revizyonist parti ve çevrelerin iktidar korkusunu ve burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonunun kuyruğuna takılma yolundaki genel eğilimini yansıtıyorlardı. İ. Kaypakkaya bu çevrenin yaklaşımını eleştirirken şöyle diyordu:
“M. Belli, D. Avcıoğlu ve H. Kıvılcımlı, askeri darbeye bel bağladıklarını açıkça ilan ediyorlardı. Bu bakımdan onlar, PDA revizyonistlerinden daha samimi sayılmalıdırlar. PDA revizyonistleri ise aynı şeyi çok daha sinsice yapıyordu.” (Seçme Yazılar, s. 283) TİİKP-PDA revizyonistleri 12 Mart askeri darbesinin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde Şubat 1971'de yayımladıkları bir genelgede şöyle diyorlardı:
“Reformcu burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi halinde, partimizin davranışı, emperyalizme en sadık, en gerici, en şoven düşmanlara karşı halk yığınlarını harekete geçirmek, halkın somut taleplerini devrimci propaganda ile birleştirmek olacaktır.” (Age, s. 284)
TİİKP, 12 Mart darbesinin yaklaşmakta olduğu dönemde -TİP ve TKP'ninkini andıran- bir ivedi istemler listesi yayımlamış, ayrıca Proleter Devrimci AYDINLIK'ın muhtıradan dört gün sonra yayımlanan 34. sayısının kapağında da şu istemleri sıralamıştı:
"İş Güvenliği ve Sendika Hürriyeti!
Genel Grev Hakkı!
Toprak Köylünündür!
Kürt Halkı Üzerindeki Baskıya Son!
Jandarma ve Polis Zulmüne Son!
141. ve 142. Maddeler Kalkmalıdır!
Genel Af!” (Proleter Devrimci AYDINLIK, Seçmeler II, s. 244) Leninist devlet teorisini savunma yolundaki boş övünmelerinin tersine onlar da dönemin diğer reformist ve oportünist çevreleri gibi davranmış ve egemen sınıfların yaklaşan faşist saldırısı konusunda pembe hayaller yaratmaya ve kitleleri aldatmaya hizmet etmişlerdi. Söz konusu derginin aynı sayısında, 12 Mart muhtırasına dayanarak yaptığı aşağıdaki taktiksel saptama, bu savı bir kez daha doğrulamaktadır:
"Parlamenter yolla veya askeri müdahaleyle bazı reformlar yaparak buhrana hal çaresi bulma eğilimi, bugün için faşist bir diktatörlük hazırlayan en gerici güçlere üstün gelmiştir.” (THKP-C Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, s. 279) Oysa gerçekte olan, faşist generaller kliğinin durumunu sağlamlaştırmak için “reform” gevezelikleri yapmasından, ordu içindeki muhaliflerini ve radikal devrimci güçleri tasfiye etmek için zaman kazanma manevrasından başka bir şey değildi. Bu çevre. TKP revizyonizminin ordu ve devlete ilişkin karşıdevrimci ve Menşevik geleneğinden kopamadığını, devrim ile karşıdevrim arasındaki kavganın daha da yoğunlaşacağı 1970'lerin ikinci yansında ve 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesinin hemen sonrasında çok daha genel bir tarzda ortaya koyacak, sözcüğün gerçek ve tam anlamıyla egemen sınıfların ve askeri kliğin bir uzantısı ve borazanı haline gelecekti.
Geçerken, ordu devrimciliğinin ve sol kemalizmin 1960’ların ikinci yarısında Türkiye devrimci hareketi üzerinde önemli bir etki yaratmasının yalnızca TKP revizyonizminin ve onun varyantlarının tasfiyeci mirasına ve gerici ideolojik yol göstericiliğine bağlanamayacağını anımsatmalıyız. Bu özgün dönemde, devrimci hareketin saflarında, Türk ordusunun ilerici bir karakter taşıdığı ya da en azından onun, bağrında önemli bir ilerici potansiyel barındırdığı yolundaki görüşün bu denli yaygın oluşunun belli bir maddi ve objektif zemini de vardı. Şimdi kısaca da olsa bu maddi ve objektif zemini değerlendirmemiz gerekiyor. 27 Mayıs askeri darbesiyle açılan dönem. 1920’lerden bu yana ilk kez demokratik kırıntılara, belirli bir düşünce özgürlüğü ortamının oluşmasına, devrimci ve sol düşüncelerin yaygınlaşmasına ve devrimci hareketin kitleselleşmesine tanıklık edecekti. Bayar-Menderes kliğine karşı yapılan darbenin ardından Türkiye’nin gelmiş geçmiş en liberal anayasası olmuş olan 1961 Anayasası hazırlanmış ve işçi sınıfı toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını elde etmişti. Düzen güçlerinin 27 Mayıs askeri darbesine ve 1961 Anayasasına, önce daha alçak ve giderek daha fazla yükselen bir sesle, ama sistemli bir biçimde saldırmaları ve aynı koroya katılan, “toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçti”ğini ileri süren ve “anarşi ve terör”ün baş sorumlularından biri ilan ettikleri bu anayasayı değiştirmeyi ilk işlerinden biri haline getiren 12 Mart generallerinin yaklaşımları da radikal devrimci güçlerin 27 Mayıs’a, onu gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ne ve subaylara bakışını etkileyen faktörlerden biri olmuştur. Bir diğer önemli faktör, işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, üniversite gençliğinin 1960’larda gelişen ve antiemperyalist ve demokratik yanı ağır basan kitlesel eylemliliğinin, 27 Mayıs darbesinin ‘hava’sını üzerinden tam olarak atamamış olan genç subaylar ve askeri öğrenciler üzerindeki devrimci etkisiydi. Esas olarak 12 Mart 1971’e kadar süren bu devrimci etki, ordu saflarında ve askeri okullarda önemli bir ilerici ve antiemperyalist potansiyelin oluşmasına yol açmıştı. 12 Mart’ın sıkıyönetim mahkemelerinde görülen THKP-C davasında yargılanan 256 sanığın hemen hemen üçte birinin asteğmen, teğmen ve üsteğmen gibi küçük rütbeli subaylar olduğu anımsansın. Kuşkusuz bütün bu söylenenlerden, 27 Mayıs askeri darbesinin halkçı ve demokratik bir hareket olduğu, emperyalizme karşı olduğu ya da 27 Mayısçıların sola ve devrime yakınlık duydukları sonucu asla çıkarılamaz. Gerçekte olan, işçi sınıfının, diğer emekçilerin ve henüz burjuvaziyle ve devletle ideolojik göbek bağını koparmamış olan o dönemin devrimci hareketinin düzen güçlerinin cephesinde meydana gelen yarıktan ilerleme olanağı bulmuş olmalarıydı. 27 Mayıs askeri darbesi, objektif olarak ve son çözümlemede, egemen sınıfların farklı kanatları -öncelikle sanayi burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri- arasındaki çelişmenin zor yöntemiyle çözülmesinden başka bir şey değildi. 1950’li yıllarda dışa bağımlı kapitalizmin görece hızlı bir tempoyla geliştiği Türkiye’de, on yılın sonuna yaklaşılırken keskinleşmeye yüz tutan bu çelişme, daha çok CHP ile DP arasındaki çelişme biçimine bürünmüştü. O günün konjonktüründe başka faktörlerin de devreye girmesi, bu çelişmenin “olağan”, yani parlamenter bir yoldan çözümünü olanaksız kıldı. Bunlar arasında, DP’nin başında bulunan Bayar-Menderes kliğinin uzlaşmaz tutumunu, 1940’lardan bu yana ordu içinde oluşmakta olan yeni subay kuşağının, eski ve küflenmiş ordu hiyerarşisine karşı tepkilerini, üniversite gençliğinin, aydınların ve memurların DP hükümetinin ekonomik politikasının sonuçlarına ve siyasal baskılarına karşı öfkesini sayabiliriz. Bütün bu faktörler birbirine eklemlenecek ve ana çizgileriyle CHP muhalefetinin rotasında gelişen 27 Mayıs hareketini doğuracaktı. Öte yandan 27 Mayıs hareketinin, Talat Aydemir kliğinin 1962 ve 1963'deki başarısız darbe girişimlerinin ve 12 Mart öncesinde gündeme gelen “sol” cunta projelerinin de tanıklık etliği gibi, sözcüğün bir anlamında burjuva düzeninin “normal işleyişini” bozduğunu, Türk ordusu içinde -egemen sınıfların, askeri kliğin ve emperyalizmin ortadan kaldırmak ve kökünü kazımak için çaba göstereceği- bir hiyerarşi dışı askeri darbe geleneği yarattığını da unutmamamız gerekiyor.
12 Mart askeri-faşizmi, burjuvazinin muhafızı olan Türk ordusunun gerçek yüzünü gözler önüne sermek suretiyle Türkiye sol hareketinin radikal kanadının TKP revizyonizminden devraldığı uğursuz ordu devrimciliği ve sol kemalizm mirasından kurtulmasında önemli bir rol oynadı. Kuşkusuz, teorik ayağı çok zayıf kalan, daha çok ampirik bir karakter taşıyan bu öğrenme süreci son derece yüzeysel bir biçimde yaşandı. Ama gene de radikal devrimci hareket bakımından bunun, 1920’ li yıllardan bu yana yaşanan revizyonist gelenekten önemli bir kopuş anlamına geldiği belirtilmelidir. 1970'lerin ve 1980'leriın siyasal pratiği, sol hareketin reformist ve revizyonist kanadının ise yaşananlardan hiç bir şey öğrenmediğini, öğrenme yeteneğine sahip olmadığını, halta ordu ve devlete ilişkin gerici hayallerini giderek derinleştirdiğini gösterecekti. Bunun, nesnelerin doğası gereği olduğunun altını bir kez daha çizmemiz gerekiyor. Çünkü söz konusu partiler, devrim, antiemperyalizm, sosyalizm, işçi sınıfı vb. konulardaki tüm gevezeliklerine karşın aslında kapitalist düzenin ayakta kalmasından yanaydılar. Onların tek kaygısı, baskı ve sömürünün yoğunlaşmasına bağlı olarak ezilen ve sömürülen yığınların devrimci isyan duygularının kabarması ve böylelikle burjuvazinin egemenliğinin tehlikeye girmesi, burjuvazinin terminolojisiyle konuşacak olursak düzenin, bir “istikrarsızlık tehlikesi”yle yüz yüze gelmesiydi. Stratejileri özetle “burjuva demokrasisi” olan böylesi partiler düzenin, işçi sınıfına, diğer emekçilere ve ezilen uluslara verilecek bazı ödünler ve haklar yardımıyla daha kalıcı ve daha istikrarlı hale getirilebileceğine ve getirilmesi gerektiğine inanmaktaydılar. Böyle bir “devrim stratejisi”nden türeyen temel siyasal yönelim de ister istemez sınıf savaşımı değil, sınıfsal işbirliği olacaktı ve olmaktaydı. Böylesi partiler, komünist hareketin temel siyasal yöneliminin tersine, proletaryanın ve diğer sömürülen yığınların burjuvaziye ve onun devletine karşı sınıf savaşımının geliştirilmesi ve keskinleştirilmesi için değil, tam tersine onun yumuşatılması ve bastırılması için çalışıyorlardı. Onların bir devrim ve Sovyet iktidarı hedefinin olamayacağı ve bir devrim ve Sovyet iktidarı hedefi olmayan partilerin de burjuvazinin ordusunu ve devlet aygıtını yıkma ve çökertme gibi bir yöneliminin olamayacağı açıktı. Bu yaklaşımları, söz konusu partilerin programlarına ve diğer temel belgelerine de yansımakta ve onların, proletaryanın ve onun önderlik ettiği emekçi ve sömürülen yığınların iktidarı nasıl ele geçirecekleri konusunu ya karanlıkta bırakmalarına, ya da bazı oportünist formülasyonlarla geçiştirmelerine yol açmaktaydı. Oysa yalnızca komünist partisinin değil, herhangi bir devrimci partinin de programında öngördüğü reform ya da devrim içerikli değişiklikleri yapabilmesinin, üzerinden atlanamaz ve vazgeçilmez önkoşulu, siyasal iktidarın bir devrim yoluyla daha ileri sınıf ve katmanların ve onların siyasal öncüsünün eline geçmesidir. Lenin’in de söylediği gibi, “Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur.” Siyasal iktidar sorununu marksizm-leninizmin, yani dünya proletaryasının genelleştirilmiş deneyimlerinin ışığında ve ülkenin tarihsel, toplumsal özgül nitelikleri ve bölge ve dünya siyasal konjonktürü temelinde ele almayan ve kendini başta devrimin önderi proletarya gelmek üzere sömürülen yığınlara kopmaz bağlarla bağlamayan ve onların toplumsal hareketinin başında yürümeyen bir sözde komünist ya da devrimci parti, teori ya da pratik alanında hangi geçici ve parlak başarıları kazanırsa kazansın orta ve uzun erimde en iyi olasılıkla havanda su dövmekten başka bir şey yapmış olmayacaktır.
Söz konusu revizyonist çevrelerin iktidar sorununa ilişkin anti-Leninist formülasyonlarının en belirgin özelliklerinden biri de, onların, ordu ve devlet aygıtının sınıfsal özelliklerini, bu aygıtlarla egemen sınıf arasındaki son derece güçlü bağları göz ardı etmeleri ve sömürücü sınıfların bu aygıtlarının -her nasılsa saflarına sızmış bulunan(!)- faşist, emperyalist uşağı, halk düşmanı vb. öğelerden arındırılmasını öngörmekle yetinmeleridir. Onlar böylelikle burjuvazinin, toprak ağalarının ve emperyalistlerin çıkarlarının bekçisi ve vurucu gücü olan ordunun, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin hizmetine gireceğini gevelemekte, ancak görünür ya da görünmez bin bir bağla egemen sınıflara kopmaz bir biçimde bağlanmış olan ordunun nasıl olup da böylesi bir kuruma dönüşeceğini tartışmaktan da özenle kaçınmaktadırlar. Bu anlayışa göre, burjuva ordusu ve devleti, asla yıkılmaması, tersine içindeki kendisini “kirleten ve kendisine yabancı” öğelerden arındırılması ve -ona ne şüphe!- korunması ve yüceltilmesi gereken bir kurumdur. Bırakalım devrimci bir içeriğe sahip olmasını, herhangi bir ilerici yan da taşımayan bu yaklaşımın, statükoyu muhafaza etmekten başka bir derdi olmayan burjuvazinin kendi yaklaşımından hiç de farklı olmadığı açıktır. Susurluk olayından bu yana, askeri klik de içinde olmak üzere Türk gerici egemen sınıflarının değişik fraksiyon ve partileri de devletin, saflarına sızmış olduğunu ileri sürdükleri çetelerden, devlet yetkilerini kötüye kullanan vb. kişilerden arındırılmasını istiyorlar! Bu bakımdan bu bayların ve bayanların ordu ve devlete ilişkin programlarının özü, bu aygıtların kitleler katındaki saygınlığının arttırılmasından, yani devletin ideolojik hegemonyasının güçlendirilmesinden başka bir şey değildir; dolayısıyla gerici bir karakter taşır. Devam edelim.
12 Mart askeri-faşizmi dönemi, 14 Ekim 1973 seçimleriyle sona erdi. (Ama, daha sonraki yıllarda yaşanan olayların ve 12 Eylül darbesinin de göstereceği gibi, 12 Mart aslında hiçbir zaman sona ermemişti. Tıpkı 12 Eylül’ün de aslında henüz sona ermemiş olduğu gibi.) 1974’den itibaren marksizmi esas aldığını ve sosyalizm ve sınıfsız toplum için savaştığını belirten bir dizi legal “sosyalist" parti kuruldu. Bunlar arasında, Haziran 1974'de kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'ni (TSİP), Şubat 1975'de kurulan Türkiye Emekçi Partisi'ni (TEP), Nisan 1975'de yeniden kurulan Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP), Ekim 1975’de kurulan Sosyalist Devrim Partisi’ni (SDP), Ocak 1978’de kurulan Türkiye İşçi Köylü Partisi’ni (TİKP) sayabiliriz. Bazı nüanslarla TKP revizyonizminin siyasal geleneğinin sürdürücüsü ve temsilcisi olan bu partilerin programlarının -ve kuşkusuz siyasal pratiklerinin de- şöyle üstünkörü bir incelenmesi bile onların tıpkı başka ülkelerdeki benzerleri gibi, ülkemizde ve dünyada yaşanan tüm deneyimlere karşın genel olarak burjuvazi ve özel olarak burjuva ordusu ve devletine ilişkin reformist ve karşıdevrimci hayal ve beklentilerinden vazgeçmeye ne niyetli ne de yetenekli olduklarını gösterecektir. Şimdi bu partilerden SDP dışında kalanlarının programlarının konumuzla ilgili yanlarına kısaca göz atalım.
TSİP’nin programının “Giriş” bölümünde;
"İşte bu durumda, işçi sınıfımızın yakın hedefi, emperyalizme bağımlı tekelci burjuvazinin ve müttefiklerinin egemenliğine son vererek bağımsızlık ve demokrasinin gerçekleştirilmesidir… Halkın demokratik iktidarının kurulması için sürdürülen mücadele, ülkemizde çıkarları bağımsızlık, demokrasi ve özgürlükten yana olan tüm toplum kesimlerinin birlikteliğini gerektirir.” (Saçak, Sayı 46, s. 16) denmektedir. Daha ilerde, TSİP’nin “demokratik halk iktidarına giden yolda, halklarımızın sürdürmekte olduğu bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde emperyalizme ve gerici iktidarlara yönelen bütün antiemperyalist ve antifaşist girişimleri destekleneceği biçiminde belirsiz bir anlatım yer almakta, ardından programın “Siyasi Görevler” başlıklı bölümünde;
"Devlet, bütünüyle, demokratik halk iktidarının koruyucusu ve bekçisi haline getirilecektir” (Age, s. 17) denmektedir. Başında M. Tağmaç’ların, F. Gürler’lerin, C. Eyicioğlu’ların. M. Batur’ların, F. Türün’lerin, M. Ünlütürk’lerin vb. bulunduğu kontrgerilla devletinin nasıl bu hale getirileceğine değinmeyen revizyonistlerimiz, programlarının hiçbir yerinde var olan askeri-bürokratik aygıtın yıkılması ve yerine yeni ve sovyetik bir işçi-emekçi devletinin kurulması gibi bir görevden söz etmemektedirler. Proleter devrimciliği ile yalnızca küçük-burjuva reformizmini ve her tür ve renkten oportünizm ve revizyonizmi değil, küçük-burjuva devrimciliğini de ayırt eden en önemli ölçütlerden birinin bu olduğu unutulmuş ya da geçiştirilmiştir. Ve bu program 12 Mart askeri-faşizminin üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden yayımlanmıştır! Herhalde, “Hafıza-ı beşerin nisyan ile malul" olduğu deyişi böyleleri için söylenmiş olmalı.
Başında M. Belli’nin de yer aldığı TEP’ne geçelim. Bu partinin programının “Gerçek Demokrasi” başlıklı bölümünde şöyle deniliyor:
"3) Türkiye halkının egemenliğinin engelsiz gerçekleştirilebilmesi için Milli Demokratik Devrimin başlıca görevlerinin verine getirilmesiyle gerçekten demokratik şartların yaratılması. Bu uğurda çok yönlü mücadeleye paralel olarak anti-demokratik hükümler taşıyan Siyasi Partiler Kanunu'nun. Seçim Kanunu’nun değiştirilmesi, emekçi halkın serbestçe örgütlenmesinin hukuki ve diğer bütün engellerin, tüm anti-demokratik kanunların kaldırılması; şehir ve köy emekçilerinin kendi siyasi, mesleki ve diğer örgütleri içinde birleşmelerini sağlayacak halk egemenliğinin hukuki dayanağı niteliğinde demokratik kanunların kabulü ve uygulanması." (Age, s. 24) “Halk egemenliğinin hukuki dayanağı niteliğinde demokratik kanunların kabulü ve uygulanmasının bir devrim sorunu olduğu ve iktidarın proletaryanın önderliği altındaki emekçi sınıflara geçmesinden önce bu istemin gerçekleşemeyeceği unutulmuştur, ya da daha kötüsü egemen sınıflardan beklenmektedir. Programın bir sonraki “Tam Bağımsızlık İçin” başlıklı bölümünde ise daha bir kaç yıl önce ABD emperyalizminin de destek ve katkısıyla 12 Mart askeri darbesini gerçekleştiren, devrimcileri darağaçlarına çeken, onbinlerce ilerici ve demokratı kontrgerillanın işkence tezgahlarından geçiren ve askeri cezaevlerine dolduran, Kürdistan’da terör estiren ve 20 Temmuz 1974’de, yani TEP’nin kuruluşundan 9 ay önce Kıbrıs’ın kuzeyini işgal eden burjuva ordusu konusunda şunlar söylenebilmektedir:
“2) Türk Ordusunun, kendi komutanlarının komutası altında ikmalini ulusal kaynaklardan sağlayarak, milli bir strateji içinde yurdun savunmasını sağlaması ve bundan her şeyden önce kendi halkının aktif desteğine ve kendi savaş gücüne güvenmesi ve dayanması. Ordunun sırf tüketici durumdan çıkartılarak, mümkün olduğu ölçüde üretime katılmasının sağlanması, asker-emekçi kaynaşmasının sağlanması.” (Age, s. 24). Türk şovenizminin devrimci hareket içindeki bu en açık sözlü temsilcilerinin, ordu devrimciliğinin ve sol kemalizmin bu en gözü pek savunucularının, sömürücü sınıfların bekçisi olan burjuva ordusunun “kendi halkının aktif desteğine... dayanması"nı ve kapitalizm koşullarında “asker-emekçi kaynaşmasının sağlanması”nı önermeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Hatta onların, emperyalistlerin ve onlarla işbirliği içinde olan ve dolayısıyla “kendi” yurduna ve halkına karşı bir konumda bulunan gerici egemen sınıfların ordusunun “milli bir strateji içinde yurdun savunmasını sağlamasını olanaklı görmeleri de. Bu onların, haklarında boş hayaller yaratmaya çalıştığı egemen sınıflarla işçi ve emekçi sınıflar arasında sınıfsal işbirliği ve egemen sınıflara kölelik politikasının kaçınılmaz sonucudur. Emperyalizme bağımlı egemen sınıfların ve özellikle, kapitalizme özgü sınıfların ana çizgileriyle oluştuğu ve proletarya-burjuvazi çelişmesinin keskinleşmeye yüz tuttuğu ülkelerde, hatta orta burjuvazinin ne bu önerilenleri yapması olanaklıdır; ne de böyle bir istem ve eğilime sahip olmaları. Bir devrim olmadan, proletaryanın önderlik ettiği ezilen ve sömürülen yığınlar iktidarı ele geçirmeden ve dolayısıyla burjuva ordusunun yerine bir halk ordusu kurulmadan “milli bir strateji içinde yurdun savunmasının sağlanması”, bu savunmanın halkın "aktif desteğine ve kendi savaş gücüne güvenmesi ve dayanması”, “asker-emekçi kaynaşmasının sağlanması” olanaksızdır. Bu bakımdan, kapitalizm ve emperyalizmin egemenliği koşullarında, bütün bunların olabileceğini söyleyenler ya aptaldırlar; ya da kasıtlı olarak işçileri ve diğer emekçileri aldatmaktadırlar. Her iki durumda da egemen sınıfların değirmenine su taşıdıklarıysa gün gibi açıktır.
İkinci TİP’nin programına göz attığımızda da üç aşağı beş yukarı benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu partinin programında haklı olarak Türkiye burjuvazisinin ve iktidarlarının sola karşı “son derece sert bir tutum içinde ol”dukları, öte yandan emperyalizmin “kendi nüfuz alanındaki ülkelerin demokratikleşmesine kesinlikle karşı ol”duğu belirtilmektedir. Ama, eğer okur bu ve benzer saptamalardan yola çıkarak TİP’nin barışçı yollardan devrimin olanaksızlığını ve burjuva ordusunun ve devlet aygıtının kitlelerin devrimci zoru ile yıkılmasını öngören bir siyasal stratejiyi savunmasını beklerse fena halde yanılmış olacaktır. Aynı bölümde, "Türkiye İşçi Partisi”nin “sosyalizm doğrultusunda ülkenin demokratikleştirilmesi ve emperyalizmin geriletilmesi için tüm demokratik olanakları sonuna kadar kullanarak" mücadele edeceğinin belirtilmesiyle yetinilmekte, yani devrim sorununun can damarı olan iktidar sorunu tümüyle geçiştirilmektedir.
Program;
“Milli savunmamızın, yalnızca 'yurt savunması' gerekleri açısından yeniden düzenlenmesi ve örgütlenmesi"ni (Age, s. 39) öngörmekte, ancak bu görevin nasıl başarılacağı konusunu, beklendiği ve alışılageldiği üzere karanlıkta bırakmaktadır. Gene TİP programı, tıpkı TSİP ve TEP programlarında olduğu gibi, Türkiye'nin NATO. CENTO, Ortak Pazar gibi emperyalist askeri ve ekonomik kuruluşlardan çıkmasının gerekliliğinden vb. söz etmekte, ancak bütün bu hedeflere ulaşılmasının önündeki en büyük engeli, yani egemen sınıfları ve onların askeri-bürokratik mekanizmasını nasıl aşacağı ya da etkisizleştireceği konusunda gene tek söz etmemektedir.
Türk ordusunun Nikos Sampson kliğinin Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’de gerçekleştirdiği askeri darbeyi bahane ederek 20 Temmuz 1974’de bu adanın kuzeyini işgal etmesi üzerine takınacakları tutum, söz konusu partilerin "kendi" egemen sınıfları karşısındaki konumlarının bir başka somut göstergesi olacak ve onların devrimciliklerini yaşamın ve siyasal pratiğin şaşmaz terazisinde tartacaktı.
Kestirilebileceği gibi, TKP revizyonizminin varyantlarından başka bir şey olmayan bu partiler büyük bir hırs ve pervasızlıkla Türk şovenizminin ve yayılmacılığının kara bayrağına sarıldılar. Örneğin TSİP, bu işgal harekatının başlamasından üç gün sonra, yani 23 Temmuz’da yayımladığı bildiride şöyle diyordu:
"Emperyalizmin kuklası faşist Yunan Cuntası’nın Akdeniz’deki emperyalist emelleri ve faşist özlemleri gerçekleştirmek üzere Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını çiğnemesi, Türkiye’nin garantör devletlerden biri olarak Ada’ya müdahalesine yol açmış bulunuyor. Bu müdahale, yoğun diplomatik temaslardan bir sonuç alınamaması üzerine ve Hükümet sözcüleri ve Başbakan’ın resmen bildirdiği gibi Kıbrıs’ın bağımsızlığı, Ada’da özgürlük ve demokrasinin yeniden kurulması için yapıldı… Hükümetin, Sayın Başbakan Ecevit’te sözcülüğünü bulan Kıbrıs'ın bağımsızlığı, özgürlüğü ve demokrasi amaçlarını destekliyoruz.
"Özgürlük ve demokrasiden yana tüm güçlere, başta Ecevit hükümeti olmak üzere bugün her zamankinden daha önemli görevler düşmektedir. Bu görevlerin başında, dünya barışı ve Türkiye halkının çıkarları doğrultusunda, müdahalenin açıklanan amaçlarını sonuna kadar izlemek ve savunmak gelmektedir.” (Kitle, Sayı 18) Bununla da yetinmemiş ve CHP-MSP hükümetinin, ordunun isteği üzerine Kıbrıs’taki olağanüstü durumu gerekçe göstererek ilan ettiği sıkıyönetimi desteklemiş olan TSİP revizyonistleri, gazetelerinin aynı sayısında şu satırlara da yer veriyorlardı:
“Bu sıkıyönetim, yurtdışından gelebilecek müdahale ve saldırılara karşı, savaş düzenini sağlayabilecek bir tedbir olarak zorunlu görülmüştür. Hükümetin sıkıyönetim kararım tartışılmaz bir zorunluluk karşısında verdiği bilinmektedir.” (Kitle, Sayı 18) Kıbrıs'ın işgali sırasında henüz kurulmamış bulunan TİP çevresinin tutumu da TSİP'inkinden farklı olmadı. Bu partinin önderlerinden B. Boran, o günlerde bir gazeteye verdiği demecinde şöyle diyordu:
"Kıbrıs’ta Türk ve Rum topluluklarının barış içinde yan yana kardeşçe yaşayabilmeleri için, sadece Rum kesiminde Sampson ve EOKA-B gibi kişi ve hareketlerin bertaraf edilmesi ile o kesimde demokrasinin gerçekleşmesi yetmez. Türk toplumu ve yönetiminin de demokratikleşmesi gerekir." (Yeni Ortam, 13 Ekim 1974) Yani bu hanımefendi, daha üç yıl önce bir askeri darbe gerçekleştirmiş ve tüm ilerici güçler ve halk üzerinde terör estirmiş olan Türk ordusunun Kıbrıs'a, oradaki "Türk ve Rum topluluklarının barış içinde yan yana kardeşçe yaşayabilmeleri için”(!) müdahale ettiği, “Sampson ve EOKA-B gibi kişi ve hareketleri bertaraf’ ederek Rum kesiminde demokrasiyi gerçekleştirdiği ve dolayısıyla Kıbrıs’ın işgalinin meşruiyeti konularında en küçük bir kuşku taşımıyor. O, yalnızca faşist ve gerici generallerden, "Rum kesimi”nde gerçekleştirdikleri "demokratikleşme”den "Türk kesimini" de yararlandırması dileğinde bulunuyor: "Türk toplumu ve yöneliminin de demokratikleştirilmesi gerekir.” Herhalde burjuvaziye uşaklığın ve sosyal-şovenizmin bu kadarı pek ender görülür. "Kendi" egemen sınıflarının yayılmacı ve işgalci eylemini kınamaktan kaçındığı gibi, onların yanında yer alarak karşı tarafı, yani Yunan egemen sınıflarının ve onların Kıbrıs'taki bağlaşık ve uşaklarının politikasını “eleştiren” bu bay ve bayanlar, enternasyonalizmin yerine en berbat ve en gerici türden bir burjuva ulusalcılığını ve şovenizmi geçirmişlerdi. Daha da önemlisi TKP. TSİP, TEP ve TİP revizyonistleri, egemen sınıfların ve Ecevit-Erbakan hükümetinin Kıbrıs'a ‘barış ve demokrasi’ götürdükleri yaygarasıyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan proletaryası ve halklarını kandırma ve 12 Mart askeri-faşizminin henüz zihinlerde taze olan işkence ve terör uygulamaları nedeniyle tinsel otoritesi bir ölçüde yıpranmış olan Türk ordusunun imaj tazeleme çabasına destek verdiler. Onlar, Türk-İş, DİSK ve bağımsız sendikaların başında bulunan bürokratların sürmekte olan grevlerin durdurulması ve uyuşmazlık halindeki toplu sözleşme görüşmelerinin dondurulması yolundaki kararlarını alkışladılar. Onlar CHP-MSP hükümetinin ve Türk ordusunun, emperyalist statükoya meydan okuyan ve onu bozmaya cüret eden bir güç olduğu yolundaki burjuva propagandasının gönüllü misyonerliğine soyundular ve böylelikle ilerici kitlelerin antiemperyalist bilincinin yozlaştırılmasına katkıda bulundular. Dahası onlar, ABD ve Balı Avrupa emperyalistlerinin Kıbrıs işgaline yönelik -Türkiye’ye bir silah ambargosu konmasını da içeren- ikiyüzlü tepkilerini kendi sosyal-emperyalist emelleri için kullanmaya çalışan Yeni Çarların diplomatik atağını kayıtsız koşulsuz destekleyeceklerdi. 1960’lı yılların ortalarından başlayarak Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkilerinin gelişmeye yüz tutmasına büyük umutlar bağlayan ve bu yönde atılan adımları. Türkiye’nin emperyalist bloktan uzaklaşması olarak değerlendiren bu sözde partilerden TSİP’nin teorik yayım organı, Sovyet sosyal-emperyalistlerinin Kıbrıs bunalımı sırasında izlediği politikaya ilişkin olarak şunları yazıyordu:
“Sovyetler Birliği, bu konuda aktif bir politika izlemiş ve 50 bin paraşütçü ile Türkiye’yi destekleyebileceği haberleri yayılmıştır. Bulgaristan ve Yugoslavya, Yunanistan sınırına yığınak yapmışlardır. Demokratik Alman Cumhuriyeti müdahaleyi olumlu karşıladığını belirtmiştir.” (İlke, Sayı 8, s. 55)
1974'ten sonra yeniden toparlanma çabasına giren ve 1975’de yeni bir program yayımlayan TKP'nin görüşleri TSİP, TEP ve TİP'nin görüşlerinden farksızdı. Ordu, devlet ve devrim konusunda Ş. Hüsnü oportünizminin bilinen revizyonist ve karşıdevrimci anlayışlarını sürdüren TKP bu programda orduya, "...emperyalizme karşı, işbirlikçilere karşı savaşmak, yurdun bağımsızlık, egemenlik ve halkın demokratik haklarını savunmak” görevini veriyor ve “Türkiye Komünist Partisi, orduyu emperyalistlerin, NATO’nun, işbirlikçilerin, militarist kliğin elinden kurtarmayı öngörür.” (Sahte TKP’nin Revizyonist Programının Eleştirisi, s. 15) diyordu. İ. Bilen'in partisinin programında şunlar da söyleniyordu:
"Parlamentoyu gerici, işbirlikçi burjuvazinin, toprak beylerinin, militarist kliğin yararına işleyen bir araç olmaktan çıkarmak, onu, işçi sınıfının, halkın yararına işleyen bir araç haline getirmek için daha geniş yollar açılıyor.” (Age, s. 16) Bu revizyonist kliğin bir yandan burjuva ordusuna ilişkin oportünist hayaller yayması ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapması, bir yandan da burjuva parlamentosunu yüceltmesi ve parlamenter budalalığını sergilemesi, asla bir tutarsızlık anlamına gelmiyor. Benzer bir durumun, TKP gibi, reformist küçük burjuvazinin parlamenter ve legalist partileri olan TİP, TEP ve TSİP ve diğerleri için de geçerli olduğu anımsansın. Küçük-burjuva reformistleri bakımından askeri darbecilik, parlamenter budalalığın tersyüz edilmiş biçiminden başka bir şey değildir. Her iki durumda da küçük-burjuva reformizmi, burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin devlet aygıtını yıkmayı değil, onu fethetmeyi ve sön çözümlemede onun bir parçası haline gelmeyi amaçlamaktadır. Her tür ve renkten revizyonistler, burjuvazinin devlet aygıtının -ve onun esasını oluşturan askeri-bürokratik aygıtının olsun, parlamenter ya da yargısal aygıtının olsun- kitlelerin devrimci zoruyla yıkılmadan ve yerine işçi sınıfının önderliğindeki ezilen ve sömürülen yığınların sovyetik devleti kurulmadan emeğin gerçek ve sonal kurtuluşu işine girişilemeyeceğini bir türlü anlamamışlardır ve anlayamayacaklardır. Oysa Marks, daha 1871’de Paris Komünü’nün deneyimini incelediği Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında şunu belirtmişti:
"Paris Komünü, özellikle bir şeyi, 'işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini' tanıtlamıştır.” (Lenin. Devlet ve İhtilal, s. 48) Onların çizgisi, bu satırlarda anlatımını bulan Marks’ın ve izleyicilerinin çizgisinden, yerin gökten uzak olduğu kadar uzaktır.
TKP'nin şefi İ. Bilen, bu partinin merkezi yayım organı Atılım'ın Haziran 1979’da çıkan sayısında sözde Türkiye’de militarizmin ve ordu üst kademesi ile burjuvazi arasındaki ilişkilerin gelişmesini incelediği "Militarizm” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“Ordu NATO’ya bağlandıktan sonra bazı eski geleneklerini yitirdi. Tepedeki militarist klik ulusal kurtuluş savaşı geleneklerini kenara attı. Eski kışla kırbaç sistemini Amerikan kışla sistemiyle birleştirdi. Amerikan ordu eğitim düzeni yöntemleri, yönergeler, üniformasıyla, hemen hemen her şey iyi e orduya gelip oturdu. Subay kadrosunun halk kökeninden gelmesi baltalandı. Askersel okullara alma ve eğitme sistemi değiştirildi. Burjuvazi, subay kesiminin kendi sınıfından olmasını başa aldı.
"Şu önemli ayrışma, sivrilme militarist klik arasında, tepede oldu. Bu gelişme Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle, memleket ekonomisinin, devlet bütçesinin askersel raylara oturtulması politikasıyla hızlandı. Bunların yalnız aylıkları artmadı. Özel villaların yanı sıra başka ‘nimetler’ de geldi.
"Ordunun tepesinde belli bir kol yerli ve yabancı kumpanyalarla, bankalarla, tekellerle bağlandı. OYAK Holding bu yolda geniş olanaklar sağladı. Türün’ler, Tağmaç’lar, Elverdi’ler, Simav’lar, bunlar gibileri bankaların, anonim ortaklıkların yönetim kurullarına bol aylıkla üye oldular. Militarizm yerli ve yabancı tekellerle böyle bağlaştı.” (Ö. Sağlam. Ana Halka, s. 20) İ. Bilen daha ilerde, Türkiye’nin NATO’ya bağlanmasından bu yana “dünya barışı için, bölgemizde güvenliğin sağlanması için olumlu değil, olumsuz bir öğe” haline geldiğini söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
"Ordunun bir tepesi, bir de gövdesi var. Bu gövde, er, astsubay, yurtsever subay ve komutanlar bu tutuma, bu gidişe karşıdır. Ta öteden beri, emperyalizme, militarizme, faşizme karşı savaşa gelen TKP, ordudaki yurtseverleri destekliyor. Onların NATO’ya, Amerikan köleliğine, militarizme karşı tutumlarına arka oluyor. Onların bu yoldaki girişimleri, halkımızın ulusal bağımsızlık ve ileri demokrasi için verdiği savaştan ayrılmaz." (Age, s. 21) Görüldüğü gibi, İ. Bilen’in konumu, 1950 seçimlerinden sonra Bayar-Menderes kliğinin yönettiği DP’nin iktidara ortak olmasını “anti-kemalist karşıdevrim” olarak değerlendiren M. Belli'nin konumunu andırmaktadır. Oysa Türk ordusu, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesinden önce de bir ulusal kurtuluş geleneğine sahip değildi. Bayımız, 1920’lerin Türkiyesi’nde güdük ulusal kurtuluş geleneğini, esas olarak Anadolu’nun çeşitli köşelerinde halkın bağrından çıkan milis ve çete örgütlenmelerinin temsil ettiğini, kemalistlerin ise bu kendiliğinden gelme halkçı askeri çekirdekleri ezerek ya da yutarak iktidara yerleştiklerini, bu onların ulusal kurtuluş savaşının bütün evrelerinde Saray’la ve emperyalistlerle sürekli pazarlık içinde olduklarını, bu “ulusal kurtuluş gelenekli” olduğunu ileri sürdüğü ordunun 1930’lu ve 1940’h yıllarda İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistleriyle sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve bölge halklarına karşı bir dizi plan ve komplo içinde yenildiğini ve dolayısıyla NATO’ya girmeden çok önce de “dünya barışı için, bölgemizde güvenliğin sağlanması için olumlu değil, olumsuz bir öğe” olduğunu unutmuştur.
Bilen ve benzerlerinin küçük-burjuva devrimciliği tarafından da genelde paylaşılan bir başka önyargısı da, 27 Mayıs askeri darbesi sonrası kurulan OYAK’a ve benzeri düzenlemelere olağanüstü bir önem biçmeleridir. Evet, kapitalizmin gelişmesine ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin oluşmaya başlamasına koşut olarak, 27 Mayıs sonrasında gerek OYAK aracılığıyla ve gerekse emekli generallerin daha sistemli bir biçimde bankaların ve diğer ortaklıkların yönetim kurullarına getirilmesi gibi yollarla vb., burjuvaziyle ordunun komuta kademesi arasındaki ilişkilerin daha da güçlendirildiği doğrudur. Ne var ki, gerek asker ve gerekse sivil bürokratların en irilerinin iş dünyasıyla yakın ilişki içinde olmaları, hatta bizzat kendilerinin kapitalistler haline gelmeleri, 27 Mayıs’tan çok önce başlamış bir gelişme olduğu gibi, hiçbir biçimde Türkiye’ye özgü bir olgu da değildi. Daha önce, M. Kemal ve hükümetteki yakın çalışma arkadaşlarının İş Bankası’nın kurucuları arasında olduğuna değinmiştik. Burada, ulusal kurtuluş savaşı döneminin ünlü "Galip ağası”nın, yani tek parti döneminin gözde bakanı ve bir ara başbakanı ve DP döneminin cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın durumuna değinmekle yetineceğiz. Rozaliev bu konuda şunları yazıyordu:
“Biyografi ve faaliyetleri yukarda bir bölümüyle anlatılan eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ülkenin ‘en büyük özel örgütü’ İş Bankası’nın kurucusu ve yöneticisiydi. Ayrıca onlarca sayıda sanayi şirketinin, banka ve sigorta şirketlerinin kurucusu ve ortağıydı.” (Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, s. 242) Kaldı ki, Cumhuriyet öncesinde, İttihat ve Terakki döneminde (1908-18) de burjuvaziyle bürokrasi arasında organik bir bağ oluşturmak için bir dizi adım atıldığı biliniyor. İttihat ve Terakki’nin “ulusal kapitalizm” yaratma çabaları ve "milli iktisat” öğretisi anımsansın. Demek ki. 27 Mayıs’tan sonra OYAK’ın kuruluşunu adeta bir devrin kapanışı ve yeni bir devrin açılışı gibi sunmaya çalışan, daha önceleri “halkçı” ya da “ulusal kurtuluş gelenekli” olduğu varsayılan ordunun burjuvalaşmasını 27 Mayıs 1960’dan başlatmaya kalkışan küçük burjuvalarımızın görüşleri, olsa olsa vülger burjuva sosyolojisi kitaplarının sayfalarına yaraşır. Egemen sınıflarla ordu arasındaki -sistemli bir araştırmanın konusu olması gereken- ilişkilerin somut görünümlerine ve tarihsel evrimine ilişkin bilgilere sahip olmak ve bu bilgileri ortaya çıkan yeni verilerin ışığında yeniden ve yeniden gözden geçirmek ve bunlardan gereken siyasal ve taktiksel sonuçları çıkarmak, kendi ülkesinde devrim yapmak ve sosyalizmi inşa etmek isteyen bir komünist hareket açısından elbette büyük önem taşır. Ancak bu, sapla samanı birbirine karıştırmaya yol açmamalı, ağaçlardan ormanın görülmesini engellememelidir.
TKP’nin aşırı oportünist ve kuyrukçu çizgisi, 12 Eylül askeri-faşist darbesini izleyen dönemde daha da derinleşti. O, 12 Eylül askeri darbesini ‘faşist’ olarak nitelemeyi bile hatalı görüyor, askeri cuntaya karşı “CHP’liler. kemalistler, antiemperyalist konumlara gelen dinsel çevrelerde ve cuntanın güdümüne giren ve onun Bülent Ulusu hükümetine genel sekreteri Sadık Şide’yi bakan veren, başkanı Şevket Yılmaz’ın 1982 Anayasası’na desteğini açıklayacağı Türk-İş yönetimiyle birlikte hareket etmeyi düşlüyor, hatta AP ile cunta arasındaki çelişmeler ve ordunun ve cuntanın kendi içindeki çelişmeler üzerine planlar kuruyordu. Bu sözde partinin şefi İ. Bilen. TKP Merkez Komitesi'nin 1981 Plenunumda yaptığı konuşmada şöyle diyecekti:
“Genellikle Atatürkçüler birçok konuda karşı çıksalar da cuntayı şu ya da bu yönde destekliyor... Cunta ve ordu yönetimi içindeki çelişkiler bir denge politikasında kimi zaman en gerici güçlerden yana, kimi zaman liberal çevrelerden yana sapmalar yaratıyor. Kuşkusuz cunta her geçen gün saldırısını daha çok işçi sınıfına, ilerici güçlere karşı yoğunlaştırdıkça onun karşısında giderek büyüyen güçler oluşuyor. Bu durumda komünistler bir yandan bugün ortaya çıkan ve yarın çıkacak olan toplumsal muhalefetin ister eski ister yeni, somut her temsilcisini zamanında tanımalı, onlarla eylem birliği olanaklarını kullanmalıdır... Partimiz bütün bu çelişkiler arasında esnek bir politika ile tüm ulusal demokratik güçleri birleştirmeye çalışmalıdır. Bu ise bugün cuntanın çevresindeki gerici kümelenmeler içinde emperyalizm, işbirlikçi tekelci burjuvazi, toprak ağası blokuna karşı tüm güçleri hesaba almayı gerektirir. Onları birleştirmek cuntanın tüm saldırılarına ve cuntanın en gerici, Amerikancı öğelerine karşı geniş bir hareket yaratmak olanaklı ve zorunludur.” (TKP İddianamesi, s. 116)(1) Sözcüğün tam anlamıyla bir hayal aleminde gezinen ve taktiksel esneklik adına en derin bir oportünizm ve sübjektivizm balağına gömüldüğü anlaşılan bayımız sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Cunta, temel doğrultusu emperyalizm ve NATO yanlısı olan bir politika izliyor… En gerici, emperyalist çevreler bugünkü koşullardan yararlanarak Türkiye üstündeki baskılarını arttırıyor. Bu durum cunta ile ya da bir kesimiyle emperyalist çevreler arasında ikincil sorunlarda da olsa çelişki yaratabilir. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist dünyanın gücü cuntanın politikasını etkiliyor. Cuntanın sosyalist ülkelerle işbirliği yolundaki girişimleri emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin politikasıyla çelişkiler taşıyor. Bu yolda atılan adımlar ülkede işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için daha elverişli koşullar yaratıyor. Bu durumda ordu ve cunta içinde emperyalizmin en saldırgan, koyu Amerikancı kesimlerinden yana güçlerle, cunta içinde dış politikada realist görüşleri ağır basan şu ya da bu ölçüde de olsa ulusal çıkarları gözeten güçler arasında çelişkiler keskinleşebilir." (Age, s. 126) İnsan sahibinin sınıfsal ve siyasal konumunu çırılçıplak ortaya koyan ve herhangi bir açıklama ya da sergileme çabası gerektirmeyen bu satırları okuduğunda kendi kendine sormadan edemiyor: Ya Yeni Çarlara bağımlı olan bir Türkiye’de, 198 l’de Polonya’da olduğu gibi Sovyet sosyal-emperyalizminin desteklediği bir askeri cunta işbaşına gelseydi ne olurdu? Acaba bu bay ve benzerleri o zaman neler söylerlerdi? Bu bay ve benzerlerinin öyle bir durumda neler söyleyip neler yapacaklarını kestirmek için insanın hiç de zengin bir hayal gücüne sahip olması gerekmiyor.
Türk egemen sınıflarının ordusu ve devletine ilişkin olarak ham hayaller kuran ve etkileri altında bulunan işçi ve emekçi kitleleri ve onların kitle örgütlerini ideolojik, siyasal ve örgütsel bakımdan silahsızlandıran söz konusu revizyonist çevreler, 1970’li yıllar boyunca kendi gözlerinin önünde yaşanmakta olan gelişmeleri de görmezden geliyorlardı. Her şeyden önce şu net olarak saptanmalıdır: 1974’den başlayarak yoğunlaşan. 1980’e kadar binlerce devrimci, demokrat, emekçi ve aydının ölümüne yol açan beyaz terörün baş sorumlusu gözüken MHP’nin, kontrgerillanın (ya da öteki adıyla Özel Harp Dairesi)(2) sivil biçimi olduğu ve Genelkurmay tarafından yönlendirildiği, herhalde artık hiç kimsenin yadsımaya cesaret edemeyeceği bir gerçekliktir. Demek ki, emperyalizme bağımlı Türk egemen sınıflarının ordusunun, doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirdiği çeşitli baskı aygıtları aracılığıyla sürdürdüğü sınıf savaşımı, 12 Mart askeri-faşizm döneminin sözüm ona kapanmasıyla asla sona ermemişti. Bu sınıf savaşımı yalnızca işçi sınıfına, diğer emekçilere, Kürt ulusuna ve onların devrimci öncülerine değil, tüm ilerici ve antifaşist güçlere, tüm halka karşı yürütülmekteydi. Asla unutulmaması gereken bir nokta da şuydu: ABD başta gelmek üzere Batılı emperyalistler, Türk egemen sınıflarıyla aralarındaki -Kıbrıs’ın işgalinin ardından konan ve birkaç yıl süren silah ambargosunda olduğu gibi- bazı anlaşmazlık ve sürtüşmelere karşın, devrim ile karşıdevrim arasında süregelen bu kavganın sürekli olarak içinde ve bir yanında olmuşlardı. Türkiye’nin onlar bakımından taşıdığı stratejik önem hesaba katıldığında bunda şaşılacak hiç bir yan olmadığı görülür. CIA’nın ve ABD emperyalizminin diğer “görevlilerinin” 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin gerek hazırlanması ve gerekse gerçekleştirilmesi dönemlerinde Türk generalleriyle ve Türk istihbarat örgütleriyle sürekli bir dirsek teması içinde olduklarını, sağır sultan da içinde olmak üzere herkes biliyor. Bu bakımdan, 12 Mart‘tan 12 Eylül’e giden yol kuşbakışı incelendiğinde bu dönemin, özellikle ABD emperyalizmiyle dirsek teması içinde bulunan ve ordu ve devlet aygıtına egemen olan klikler tarafından yönlendirilen ‘sivil’ güçlerin öne çıktığı ve özellikle MHP’li faşist komandoların koçbaşı olarak kullanıldığı sistemli ve giderek yoğunlaşan bir saldırı ve terörle karakterize olduğu rahatlıkla görülebilecektir. Tek tek devrimci gençlerin öldürülmesiyle başlayan bu dönem, kahvehanelerin ve otobüslerin taranmasından ilerici gecekondu semtlerinin faşist güçlerin saldırısına uğramasına, kontrgerilla tarafından gerçekleştirildiği artık belgelenmiş olan 1 Mayıs 1977 katliamından Sivas, Erzincan, Malatya, Elazığ gibi illerde Alevi-Sünni mezheplerden halk arasında çatışmaların körüklenmesine, ülkenin bir bölümünde sıkıyönetimin ilanına yol açan Aralık 1978 Maraş katliamından, demokrat ve ilerici aydınların, hatta CHP’lilerin ve CHP'ne yakın devlet görevlilerinin öldürülmesine, Şubat 1980’deki Tariş direnişinden Temmuz 1980’de Çorum’da meydana gelen çatışmalara kadar varan bir dizi çatışma, provokasyon ve direnişe tanık oldu. AP, DP, CGP ve MSP gibi diğer burjuva partilerinin de aktif desteğini arkasına almış olan ordu ve devlet aygıtı, kuşkusuz bu sürece yalnızca dolaylı bir tarzda, yani kontrgerilla, onun sivil biçimi MHP ve polis örgülü gibi güçleri aracılığıyla müdahale etmiyordu; onlar esas olarak devrimci ve demokratları yargılayan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, gene esas olarak ilerici kitleleri ve Kürt ulusal hareketi de içinde olmak üzere radikal devrimci hareketi hedef alan sıkıyönetim aracılığıyla da rollerini oynuyorlardı. Türkiye 12 Eylül dönemecine yaklaşırken, devrimci güçlerin ve kitlelerin direnişi sonucunda önemli darbeler yiyen ve buna da bağlı olarak beyaz terörist yüzü giderek daha fazla açığa çıkan MHP’nin yerini ordu ve jandarma daha fazla doldurmaya başladı. Bu, özellikle Şubat 1980’de Tariş direnişinin bastırılmasında, Nisan 1980’de Tarsus’ta(3), Haziran 1980’de İzmir İnciraltı öğrenci yurdunda gerçekleştirilen katliamlarda, Temmuz 1980’de Fatsa halkına gerçekleştirilen ‘Nokta Operasyonu’nda, askeri darbe öncesinde Kürdistan’da iyice yoğunlaşan operasyonlarda görülecekti. Kuşkusuz burada, ne bu sürecin iç çatışmalar ve sürtüşmeler olmaksızın ilerlediği söylenmektedir, ne de burjuva ordu ve devlet aygıtının çelişmesiz ve homojen bir bütün olduğu ve kusursuz ve tam bir uyum içinde çalışan bir mekanizma gibi hareket ettiği. 1977’de zamanın, MHP’ne yakın olduğu söylenen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun ve ekibinin “henüz koşulları olgunlaşmamış” bir askeri darbe girişiminde bulunmalarının ardından sessizce ve apartopar emekli edilmeleri, bunun belki de en çarpıcı örneğiydi.(4) Buna, burjuvazinin saflarındaki -anlatımını AP ile CHP ya da Milliyetçi Cephe ile CHP arasındaki saflaşmada bulan- sürtüşme, polis örgütünde Pol-Bir ile Pol-Der arasındaki çatlamanın da tanıklık ettiği siyasal kutuplaşma bölünme eğiliminin ortaya çıkışı eklenebilir.
Egemen sınıfların ve burjuvazinin saflarındaki çelişme ve çatışmalar, doğal olarak onların ordu ve devlet aygıtı içinde de yansımasını bulur ve bulacaktır. Ve komünist ve devrimci partiler gerçekten büyüdükleri, kitleselleştikleri ve taktiksel alanda ustalaştıkları ölçüde bu sürtüşme ve yarışmalardan yararlanmalarının yollarını da arayacak ve bulacaklardır. Ancak, her tür ve renkten revizyonistlerin yapmakta olduklarının tersine devrimci proletarya ve onun partisi, egemen sınıfın ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlere daha sıkı bağlarla bağlı olan, halka ve devrime karşı daha saldırgan bir politika izleyen kanadını 'faşist ve militarist’ ve diğer kanadını ‘yurtsever ve ilerici’ olarak tanımlama ve kitleleri aldatma ve yanıltma hakkına asla sahip değildir. Ve böyle davrananları da acımasızca sergileyecektir.
Türk burjuva ordusunun işçi ve emekçi kökenli tabanı ile onun egemen sınıflarla kaynaşmış olan komuta kademesi arasında bir çıkar karşıtlığı, bir çelişki olduğu ve devrimci proletaryanın ve radikal devrimci güçlerin bu karşıtlık ve çelişkiden kaynaklanan devrimci olanakları değerlendirmekle yükümlü oldukları tartışma götürmez. Tarihsel deneyim, ‘olağan’ dönemlerde ordu ve devletin kural olarak, üretim araçlarını elinde bulunduran sömürücü egemen sınıfın ve kapitalist toplumlarda burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarının bekçisi olarak kalmaya devam ettiğim, egemen sınıfların iktidarını derinden sarsan büyük toplumsal çalkantılar olmadığı sürece de ordunun bu konumundan sıyrılma şansının olmadığını gösteriyor. Öle yandan bu deneyim, devrimle karşıdevrim arasındaki çelişmelerin keskinleştiği, devrimci yığın hareketinin yükseldiği ve egemen sınıfın saflarında ciddi ve önemli saflaşmaların olduğu dönemlerde burjuvazinin ordu ve devlet aygıtı içinde devrimci proletaryanın belirli, hatta önemli mevziler elde etmesinin, özellikle erlerin, yedek subayların ve diğer küçük rütbeli subayların devrim saflarına çekilmesinin olanaklı, hatta kaçınılmaz hale geleceğini göstermiştir. Lenin, “Moskova Ayaklanmasının Dersleri’’ adlı makalesinde şöyle diyordu:
“Aslında her gerçek halk hareketi sırasında kaçınılmaz olarak yaşanan askeri birliklerin yalpalaması, devrimci savaşımın keskinleşmesine bağlı olarak, zorlu bir askerleri kazanma kavgasına yol açar." (Lenin, Selected Works 3, s. 349) Bu söylenenlerin, Türk ordusunun “tarihsel devrimci geleneği” üzerine gevezelik yapan ya da egemen sınıfların Sovyet sosyal-emperyalizmine yaklaşması olasılığına bağlı olarak “kapitalist-olmayan yol”dan, yani sözde antiemperyalist bir askeri darbe yoluyla (ya da aynı anlama gelmek üzere parlamenter yoldan!) iktidara gelmeyi kuran revizyonistlerimizin politikalarıyla hiç bir ilgisi ve benzerliği olmadığı herhalde açık olmalıdır. Her halükarda devrimci proletaryanın ve Türkiye devrimci hareketinin, 1960-70 dönemi devrimcilerine egemen olan TKP revizyonizmi patentli ordu devrimciliğinin ve sol kemalizmin ve her tür ve renkten oportünist ve revizyonistlerin antimarksist tezlerinin basit bir reddiyle yetinmeleri söz konusu olamaz. Eğer gerçekten iktidarı istiyorlarsa onların, devrimci yığın hareketinin gelişimine koşut olarak burjuva ordusunun içinden çökertilmesine ilişkin net ve sağlam bir politika oluşturmaları ve bu alanda da iyi planlanmış bir kavga yürütmeleri gerekmektedir. Daha şimdiden bu önemli alanda da burjuvaziye, emperyalizme ve onların ajanlarına karşı kapsamlı bir savaşım planı hazırlamayan, özellikle ordunun tabanını oluşturan askerler arasında kendi devrimci mevzilerini oluşturmaya yönelmeyen, ordu içinde ve dışında ve özellikle askerlik çağındaki işçi, işsiz, öğrenci vb. gençler arasında etkili bir anti-militarist ve devrimci propaganda ve ajitasyon çalışması yürütemeyen bir komünist hareket, devrim günleri gelip çattığında tümden fenersiz yakalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bugün Kürt halkına ve gerillalarına karşı sürdürülmekte olan 'kirli savaş'ın yenilgiye uğratılması çerçevesinde üzerimize düşen enternasyonalist sorumluluklar, bu görevin önemini daha da arttırmaktadır. Kuşkusuz, burada yalnızca geçerken değinebildiğimiz bu sorun, apayrı bir yazının ve radikal devrimci hareket saflarında kapsamlı bir tartışmanın konusu olmayı hakedecek bir önem taşımaktadır.
Son olarak, 1970’lerin ikinci yarısında oportünist çizgisini, karşıdevrimci “Üç Dünya” teorisini esas alarak derinleştirmeye girişen ve zamanla açıkça gerici bir çizgiye oturan TİKP-Aydınlık revizyonistlerinin ordu ve devlete ilişkin görüşlerini ele alacağız. Hiçbir zaman TKP revizyonizminin sol kemalist ve Menşevik çizgisinden kopmamış olan Aydınlıkçılar, 1970’lerin ikinci yarısında devrim ile karşıdevrim arasındaki çelişmelerin keskinleşmesine koşut olarak derece derece doğrudan burjuva ordusunun ve devletinin safında yer alma konumuna sürükleneceklerdi.
Aydınlık revizyonistleri daha 1976’da, çıkarmakta oldukları haftalık Halkın Sesi gazetesinin 72. sayısında yayımlanan “Ege Haritası” başlıklı bir yazıda şöyle diyorlardı:
"Yunanistan’a karşı bir Dördüncü Ordu’ değil, yurt savunması için bir 'Dördüncü Ordu isteğinin ne kadar haklı olduğunu, gelişmeler artık açık olarak göstermektedir. Bu istek, gerici savaşla mücadelenin ve Yeni Çarlara karşı yurt savunması ihtiyacının bir ifadesidir. Ancak iki süper devlete ve özellikle Yeni Çarlara karşı olan bir askeri strateji ‘milli savunma' adına layık olabilir... Demirel-Türkeş’lerin hükümeti, yurt savunmasına hizmet eden bir strateji uygulayabilir mi? Mesele bu değildir. Mesele, doğru bir yurt savunması anlayışını halk yığınlarına mal etmek ve onu doğru siyasetler etrafında örgütleyebilmektir." (‘Türkiye Ordusu’nun Güvenilir Dostu ‘Halkın Sesi’nin “Dördüncü Ordu” Siyaseti Üzerine, s. 10) Görülebileceği gibi revizyonistlerimiz, diğer benzerleri gibi, yurt savunması olayını iktidarın hangi sınıf ve katmanların elinde olduğundan bağımsız olarak ele alıyor ve böylelikle gerici egemen sınıfları ve onların emperyalist-uşağı ve halk düşmanı ordu ve devletini aklıyor, idealize ediyorlardı. Bunun, sınıfsal işbirliği siyasetinin en pespaye ve en iğrenç biçimi olduğu açık olmalıdır. Şunu da ekleyelim: Aydınlık revizyonistleri, Çin sosyal-emperyalistlerinden devraldıkları “Üç Dünya” teorisinin de yardımıyla daha 1976’da ABD’nin gerileyen, statükoyu muhafaza etmek isteyen ve dolayısıyla barıştan yana olan, Sovyetler Birliği’nin ise gelişen, nüfuz alanlarının yeniden paylaşımını isteyen ve dolayısıyla asıl savaş kışkırtıcısı konumunda bulunan süper devlet haline geldiği kanısına varmışlardı. Anımsanacağı üzere Çin sosyal-emperyalistleri bu dönemde, dünyanın her yerinde gerici, faşist ve emperyalist devletler de içinde olmak üzere Sovyet sosyal-emperyalistlerine karşı olan tüm güçlerle ortak davranma ve bağlaşma yolunu tutmuşlardı. Onların iç politika hedefleriyle sıkı sıkıya bağlı dış politika hedeflerinin üstü örtülü bir biçimde anlatımından başka bir şey olmayan bu “teori”, Aydınlıkçıların Türk gerici egemen sınıflarıyla işbirliği ve radikal devrimci harekete düşmanlık eğilimleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Çünkü bu “teori”, ABD emperyalizmini zararsız ve kocamış bir kurt gibi göstermenin yanı sıra , "ikinci dünya”ya yerleştirdiği ikinci dereceden emperyalistleri (Batı Avrupa, Japonya, Kanada vb.) dünya devriminin bağlaşıkları, “üçüncü dünya”ya yerleştirdiği geri ve bağımlı ülkelerin egemen sınıflarını ve onların gerici ve faşist rejimlerini dünya devriminin temel güçleri arasında sayıyordu. ABD’ni ve NATO’yu ve onların uşağı Türk egemen sınıflarım barış faktörleri, kendisi dışındaki sol hareketin neredeyse tümünü “sahte sol” ve “Moskova’nın uşağı” olarak gösteren Aydınlık revizyonistleri, bu dönemde, özellikle de 1977’den sonra egemen sınıfların ve askeri kliğin basit ve kişiliksiz bir uzantısı haline geldiler. Onlar bu dönemde, inandırıcılıklarını tümden yitirmemek için, ABD emperyalizminden ve Türk gerici egemen sınıflarından adeta bağımsız davrandığını(!) ileri sürdükleri MHP’ni ve kontrgerillayı hedef alan bir sergileme kampanyası yürütmeyi ve böylece hedef şaşırtmayı da ihmal etmediler. Bu klik, 26 Ocak 1980'de TİKP’nin 1. Kongresinde oybirliği ile kabul edilen Merkez Komitesi raporunda, “devlet partisi” adını verdiği fraksiyonu, yani askeri kliği, “hakim sınıfların Sovyetler Birliğime karşı en uyanık kesimi” diyerek övüyordu. Ve o, daha ilerde Türkiye’nin askeri bir faşist darbenin eşiğine geldiğini hemen hemen herkesin gördüğü o günlerde şu görüşleri dile getiriyordu: "Milli Güvenlik Kurulunun ve ordunun başında bulunan generallerin zaman zaman Ortadoğu'daki hegemonya mücadelelerine dikkat çekmeleri ve Sovyetler Birliği'ne karşı uyanık bir tutumu savunmaları da ülkemizin yararınadır. Afganistan m işgalinden sonra ordu, dış tehdide karşı milli savunma görevinde yoğunlaşmak ve bu nedenle Sıkıyönetimi bırakmak istemektedir.” (Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin Siyasi Çizgisi, s. 69) D. Perinçek aynı belgede, 25 Nisan 1979’da AP, CHP, MSP gibi burjuva partilerine TİKP'nin de içinde yer alacağı bir “Milli Birlik" hükümeti kurulması için çağrıda bulunduklarını anımsattıktan sonra şunları da söylüyordu:
"1979 yılı sonunda Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı Cumhurbaşkanına bir uyarı mektubu verdiler. ‘Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü’ başlığını taşıyan metinde anarşi ve terörün kaynakları olarak istiklal Marşımıza saygısızlık edenler, şeriat düzeni davetçileri ve her türlü faşizmi getirmek isteyenler gösteriliyordu. Şeriat düzeni yanlıları dışında bu tespit yerindedir. Mektup, Moskovacı ve faşist anarşi odaklarını toplumlunuzun diğer siyasi güçlerinden dikkatle ayırt etmiştir. (Age, s. 83-84) Sözde “milli bağımsızlığın korunması”nı temel görev kabul eden bu klik, bütün çabasını, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerine bağımlı burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin ordu ve devlet aygıtının güçlendirilmesi, komünist, devrimci ve ulusal kurtuluşçu hareketin ezilmesi ve yığınların gerici egemen sınıflara yedeklenmesi üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu nedenle o, “Rusya’nın beşinci kolunun halk ve silahlı kuvvetler içinde yaymak istediği teslimiyetçiliğe, yıkıcılığa ve pasifizme karşı” savaşım verilmesi, “gerekli demokrasi önlemleri alınarak halkla ordu arasındaki ve ordunun kendi içindeki birli"ğin geliştirilmesi ve “böylece silahlı kuvvetlerin moral gücü”nün yükseltilmesi, NATO’dan ayrılınmaması gerektiğini söylüyor ve devlete şu çağrıyı yapıyordu:
“Anarşi odaklarına karşı bir milli seferberlik ilan edilmelidir. Hükümet, halkın desteğini alarak terör örgütlerinin beynine inmelidir.” (Age, s. 92)
Evet, 12 Eylül 1980'de askeri bir faşist darbe yapan egemen sınıflar -kuşkusuz öğüt ve yol göstermelerine hiçbir biçimde gereksinim duymadıkları Aydınlık revizyonistleri öyle istediği için değil- “anarşi ve terör odaklarına karşı bir milli seferberlik ilan" ettiler. Ama bu arada onlar, özellikle 12 Eylül askeri-faşist darbesinin öngününde karınca kararınca devlete yardım etmek için ellerinden geleni artlarına koymayan bu bayları ve bayanları da içeriye aldılar. Bu haksızlığa “isyan eden” Aydınlıkçılar, yargılandıkları sıkıyönetim mahkemelerine verdikleri dilekçelerde kendilerini aynen şöyle savunuyorlardı:
"Partimiz, orduyu parçalamak bir yana, orduyu düşman ilan edenlerin adresini göstermiştir.” (Sosyalist Birlik, sayı 1) Bize ekleyecek bir şey kalmıyor. Aydınlıkçıların bundan daha iyi bir öz-sergilenimi yapılamazdı!
Dipnotlar
1) Burjuvazinin "cuntaya muhalif' kesimleriyle, hatta cuntanın "daha az gerici" kanadıyla güç birliği olanakları arayan revizyonist şef, karşıdevrimci ilan ettiği radikal devrimcilere karşı, egemen sınıfların bu kesimlerine olduğundan çok daha mesafeli, hatta düşmanca bir tutum içindeydi. O aynı yerde şunları söylüyordu:
"TKP'nin terörizme karşı oluşuyla cunta terörizme şu ya da bu nedenlerle sürüklenen bir avuç Maocu, serüvenci elebaşının şaşırttığı genç insanlara karşı insanlıkdışı bir kıyım kampanyası yürütüyor. Karşıdevrimci öz taşıyan terörist eylemlere bulaşanları, uğradıkları bu baskılardan ötürü kahramanlaştıran, onları öne çıkaracak bir ajitasyon, işçi sınıfının bilincini bulandırır. Bu nedenle onlara karşı uygulanan insanlıkdışı yöntemlere (idam, işkence, insan avı, vb.) karşı çıkmalı, ama tek tek kişiler kampanya konusu yapılmamalıdır." (TKP İddianamesi, s. 128-29) TKP'nin "Güncel İstemler Platformu"nda ise;
"Faşist ve Maocu teröristlerin dışında, tüm politik tutuklular, işçi ve sendikacılar hemen serbest bırakılmalı, kovuşturmaya son verilmelidir. Yurttaşlıktan çıkarma kararları kaldırılmalıdır." (Age, s. 130) maddesi yer alıyordu.
2) 12 Mart askeri-faşizmi döneminde Birinci Nihat Erim hükümetinin Başbakan Yardımcısı ve ünlü 'balyoz operasyonu'nun mimarlarından Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a adlı kitabında Kontrgerilla konusunda şu ilginç ve Türk burjuva devlet aygıtının işleyiş tarzını birinci elden sergileyen açıklamayı yapıyordu:
"1971 'in son günlerinde kurulduğunu öğrendiğimiz Kontrgerilla örgütü, Genelkurmay başkanının emriyle, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı ve MİT tarafından müştereken kanundışı kurulmuş, yönetilmiş ve kanundışı çalışmış bir örgüttür. Kuruluşu yasaya aykırıdır. Her iki makam da bana bağlanmış olmasına rağmen haberim yoktur. Genelkurmay Başkanının yasadışı emriyle kurulmuştur. Ve bir af ile yaptıklarının hesabını vermemiş, üstelik asıl suçlulara söz bile söylenmeyerek yapılan işler iki üç küçük memurun üzerine atılıvermiştir. Böyle devlet olmaz ve böyle devlet yönetilemez." (Bıçağın Sırtındaki Türkiye, s. 231-232)
3) “23 Nisan günü, Tarsus’ta Adana- Mersin karayolunda hasta babasına ilaç almaya giden 15 yaşında bir kız çocuğu kamyon altında kalarak öldü. Bu ölüm haberi kısa sürede çevre mahallelerde duyuldu. Aynı yol üzerinde 24 kurban veren ve sayısız kez önlem alınması için yetkililere başvuran, buna karşılık kendi elleriyle yola yaptıkları kasisler bile sökülen halk, akın akın kaza yerine geldi. Burada toplanan I500’ü aşkın kalabalık, yollara barikatlar kurdu ve gösteriler yaptı.
“Çevre il ve ilçelerden takviye edilen güvenlik güçleri, halk topluluğunun çevresini kuşattı. Tartışmalar başladı. Bu tartışmalar sürerken, bir subay aniden ateş emri verdi. Jandarma ateş açtı. Bu ateş ve çıkan panik sırasında 10 kişi can verdi. Ölenler arasında biri 6 yaşında üç çocuk ve 65 yaşında bir yaşlı da bulunuyordu. Ayrıca 21’i ağır olmak üzere 300’den fazla kişi çeşitli yerlerinden yaralandı. Katliam sonrasında yüzden fazla insan gözaltına alındı. Katliam, ‘Çatışma çıktı, asker de ateş açtı’ yalanıyla örtbas edilmeye çalışıldı.” (1960’lardan 1980’lere Türkiye Gerçeği, s. 356)
4) ABD’nde yayımlanan The Monitor adlı gazete bu darbe girişimi konusunda şunları yazmıştı:
“...ihtilal teşebbüsüne yeni-faşist eğilimli Milliyetçi Hareket Partisinin lideri Alpaslan Türkeş idaresinde aşırı sağcı 200 subay giriştiler. Kara Ordusundan kıdemli asgari üç general de bu teşebbüste yer aldılar. Halen bu subaylar ya nezaret ya da gözaltında tutulmaktadır.
“2 Haziran’da Cumhurbaşkanı Korutürk’ün tasvibiyle vaktinden önce ve sebep gösterilmeden emekliye sevk edilen Kara Kuvvetleri komutanı General Namık Kemal Ersun’un da ihtilal liderlerinden biri olduğu sanılmaktadır. İhtilal teşebbüsüne karışan üçüncü yüksek rütbeli subayın ise General Musa Öğün olduğu ifade ediliyor. 1971 yılında askeri kuvvetlerin desteklediği rejimin liderlerinden biri olan General Öğün’ün adı aynı zamanda esrarengiz bir ‘Kontrgerilla Organizasyonu’na da karışmaktadır. Eski Türk siyasi mahkumlarına göre bu teşkilatın Türk solcu ve liberallerine işkence yaptığı belirtilmektedir. İhtilal teşebbüsü 2 Haziran günü için planlanmıştı. Milliyetçi Hareket Partisinin adına ‘Bozkurt’ denilen komando birlikleri caddelerde çatışma çıkarıp, resmi müesseselere hücum edecek ve seçim toplantılarına müdahalede bulunacaklar ve böylece Ordu idareye el koyacaktı." (Hürriyet, 12 Haziran I977)