Giriş
Siyasal tarihin son 40-50 yıllık dönemi boyunca hiç değişmeyen tartışma konularından birisidir anayasa sorunu. Bu, yalnızca tartışma konusu olarak değil ama, sınıfların eyleminin gündemindeki bir sorun olması bakımından da, dönem dönem öz ve biçim değiştirmekle birlikte, daima politik gündemde özel bir yer tutmuştur. Mesela 1960 ile '70 arası dönemde ilerici aydınların, gençliğin ve işçi sınıfının mücadelesinde '61 Anayasası’nın uygulanması talepli eylemler, baskılar önemli bir unsurdur. Ama aynı zamanda, bu '61 Anayasası’nın karşısında egemen sınıfların ağırlıklı kesimlerinin ‘61 Anayasası’nın çok geniş olduğu, Türkiye'ye uygun düşmediği, bu elbisenin daraltılması gerektiğine dair talepler, eleştiriler, mücadeleler ve girişimler de sürer.
'71 faşist darbesiyle, '61 Anayasası’nda egemen sınıfların istekleri doğrultusunda bazı önemli değişiklikler yapılır. Daha sonra, 12 Eylül darbesi ve onun eseri olan '82 Anayasası gelir. ‘90’lar dahil gündemdedir. Ama ‘82 Anayasası da yürürlükte kalmaya devam eder. '60, '70 dönemiyle kıyaslayacak olursak burada durum bir ölçüde tersine dönmüş, anayasaya karşı çok değişik tandanslarda, çok değişik tonlarda ve çok değişik renklerde bir muhalefet oluşmuştur. Muhalefetin değişik sınıflardan, toplumsal kesimlerden kaynaklanan farklı siyasi ve sınıfsal yapısı ve yönelimi üzerinde ayrıca duracağız.
Türkiye tarihinde bir de cumhuriyet öncesi dönem var. Cumhuriyet öncesi dönemde bir anayasa mücadelesi, bir meşrutiyet mücadelesi sözkonusu. 1876'da I. Meşrutiyet girişimi var. I. Meşrutiyet bir çeşit anayasal monarşiye, anayasal bir krallığa geçiş girişimiydi. Feodal dönemin üst yapısı olan, feodal aristokrasinin padişahlık biçimindeki diktatörlüğünden cumhuriyete doğru geçiş, burjuva devlete doğru siyasal geçiş anlamında, reformcu bir nitelikteki girişimdi. Keza, 1908 JönTürk devrimi ve II. Meşrutiyet’in de bir anayasa mücadelesi, devleti çağdaşlaştırarak, toplumun üst yapı kurumlarından başlayarak, burjuvalaştırılması girişimi olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Üzerinde devrimci eylemimizi yürüttüğümüz topraklar ve devlet sınırları, anayasal sorunlara yabancı değil, 100-150 yıllık bir tarihi var. Bu uzun tarih feodal dönemin devlet yapısının tasfiye edilmesi, burjuva devlete ve burjuva topluma geçişi kapsıyor. Tarih, açıkça anayasa veya anayasa değişikliği talebini gündeme getirenin burjuvazi olduğunu gösteriyor. Ama bu 150 yıllık süreçte, ne cumhuriyet döneminde ne Osmanlı döneminde burjuva demokratik bir devlete, burjuva demokratik bir siyasal düzene ulaşılamadığını, geçilemediğini görüyoruz.
Anayasa tartışmalarının bizim bakımımızdan yeniden önem kazanmasının her şeyden önce üç önemli sebebinden söz edebiliriz.
Bunlardan ilki, '80 süreci sonunda tarihsel evrimleri içerisinde yenilginin baskılanması altında boy veren tasfiyecilik çizgisinde derinleşen, geriye düşen ve düştükleri yerden itibaren derinleşen bir kısım siyasi akımların, '90'lardan başlayarak yasalplatformlarda örgütlenmeleri ve yasal platformlarda geliştirdikleri burjuva demokrasisi stratejisi çerçevesinde işçi sınıfı, emekçiler ve nüfusun ezilen kesimleri adına "bağımsızlıkçı", "demokratik", "özgürlükçü", "emekçi" vb. şekilde tarif edilen anayasa talebine sahip olmaları, bunu mücadelelerinin odağına çok özel bir yere koymaları.
İkincisi ki, bu, birinciden daha da önemli: Bugün devrimci hareketin önemli bir bileşeni olan DHKP-C'nin anayasa talebini ileri sürmesi, anayasa talepli bir mücadele çizgisi geliştirmeye yönelmiş olmasıdır. Diğerlerinin anayasa talebi, kendi ideolojik, siyasi geriye düşüşlerinin ve bu düşüşün açtığı yönde derinleşen evrimlerinin sonucu olarak gündeme geldi. Bu akımların yasalcı reformist yönelimleri nedeniyle sözkonusu talep kendi içinde mantıklı ve tutarlı, birbirini tamamlayan, koşullandıran süreçlerin bir sonucu olarak düşünülebilir. DHKP-C'nin ki elbette daha farklı, ama bu yine de, DHKP-C'nin siyasal olarak geriye düşüşünün sebebi olabilir, böyle bir rol oynayabilir.
Üçüncüsü, siyasal açıdan değerlendirilecek olursa ilk ikisinden daha fazla değer taşımaktadır; bu, Kürt ulusal kurtuluşçu devriminin geldiği düzeyde Kürt ulusal kurtuluşçu devrimin sözcülerinin, temsilcilerinin zaman zaman "anayasal çözüm"ü dillendiriyor olmaları durumudur. İlk iki durumda anayasa taleplerinin arkasında duran siyasi kuvvetler, anayasanın hazırlanma süreçlerini etkileme olanaklarından hemen hemen yoksundur, ya da çok sınırlı bir etkileri olabilir. Ama Kürt ulusal hareketinin, Kürt uyanışının önemli bir siyasi gücü mevcut. Dolayısıyla da bu, toplumda karşılığını, yanıtını bulabilen bir talep olarak daha fazla önem taşıyor. Ayrıca bu talebin kendi özgün mantığı içerisinde gerçekleşebilirliği de ulusal kurtuluşçu devrimin ilerleyiş sürecinde karşılaşabileceği durumlardan, olasılıklardan, hatta duraklardan biri olarak algılanabilir.
Devrim ve sosyalizm adına hareket eden kuvvetler böyle bir yaklaşım içinde oldukları için, anayasa talepli mücadele konusu üzerine tartışmalara girilmesi, anayasa talebinin ele alınması, incelenmesi marksist leninist komünistlerin kaçınamayacağı bir görev oluyor. Bu konu devrimciler arasında, sol hareket içerisinde aslında '82 Anayasası’nı reddetme ajitasyonu ve ‘82 Anayasası’nın teşhiri için yürütülen propaganda faaliyetini bir yana bırakacak olursak, '89-90'larda tekrardan öncelikli gündemlerden biri haline geldi ve böylece tartışma gündeminde kaldı.
Anayasa Talebinin Kapsam ve İçeriği
Anayasa talebiyle ilgili bir genel görüş açısı inşa etmek bakımından, onun sorunları ya da kapsamı üzerinde durmamız gerekiyor.
Anayasa, salt sözlük anlamı açısından yola çıktığımızda bile, diğer bütün yasaların anası, diğer tüm yasaların kaynak noktası, diğer tüm yasaların meşruiyetinin hukuki zemini anlamına geliyor. Yani ceza yasasının, dernekler yasasının, sendikalar yasasının, siyasi partiler yasasının, trafik yasasının vb. bütün yasaların anayasal dayanağının olması, anayasal bir hukuka dayanması gerekiyor. Diğer yasaların anayasadan kaynaklanması, onun yönlendirici olduğu anlamına geliyor. Sosyalist, kapitalist ya da faşist, herhangi bir anayasayı incelediğimiz zaman şu üç eksen etrafındaki ilke ve kuralları görebiliriz.
Birincisi; her anayasa kaçınılmaz olarak bir toplumsal düzen öngörüyor. Yani, o toplumda bulunan sınıflar, bu sınıflar arasındaki ilişkiler nasıl olacak, bu sınıflar arasındaki ilişkiler hangi ilke ve normlara, standartlara göre yürütülecek, hangi çerçeve içerisinde bu sınıflar birbirleriyle ilişkilerini sürdürecekler. Birincisi, toplumsal ya da sosyal boyuttur.
İkincisi; her anayasa kaçınılmaz olarak bir ekonomik düzeni tanımlar, kabul eder. Burjuvazinin anayasaları kapitalizmi temel alıyorum demeseler bile yine de burjuva anayasaların, ekonomik ilişkiler için söylediği ve bütün ekonomik yaşamın özetini ifade eden bir görüşü vardır. Çünkü her anayasa üzerine oturduğu toplumsal ekonomiyi tanımlamak, kendi varlığını orada bulmak, onun hukuki ifadesi olarak, aynı zamanda onun varlığının devamının bir güvencesi olmak zorundadır. Bu çok değişik şekillerde, örneğin ticaret özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü, bankalarla ilgili hükümler ve kurallar ya da örneğin lokavt hakkıyla ilgili kurallar olarak geçer. Derki, işçiler şu koşullar altında, şu çerçeve içerisinde sendika kurabilir, grev yapabilir, kapitalistler de şu koşullar altında, şu çerçeve içerisinde lokavt ilan edebilir, kapitalistlerin haklarını ve işçilerin haklarını tanımlar. Burada zaten bir toplumsal düzen ve bir ekonomik düzen kabul edilmiştir. Sadece "reddedilmiş" olan bir sınıfın bir sınıf üzerindeki diktatörlüğüdür ki, bu da burjuvazinin diktatörlüğü, egemenliği üzerine örtülmüş ideolojik bir kılıf, bir şaldır. Burjuvazi ikiyüzlüdür. İşçi sınıfı ve sömürülen yığınlardan korktuğu için egemenliğini gizleme gereği duyar.
Üçüncü olarak; her anayasa siyasal bir düzen (politik rejim) öngörür. Hem devletin temel yapısını (kuruluş prensiplerini koyar), hem de devletin örgütleniş ve işlerinin yürütülmesinin şeklini, dolayısıyla da devlet kurumlarının hak ve görevlerini, yetkilerini, sorumluluklarını, bunların karşılıklı ilişkilerini, devletle yurttaşlar arasındaki ilişkileri (hak ve görevler) tanımlar, hukuki bir çerçeveye oturtur. Her anayasada az çok gelişmiş ya da gelişmemiş bir şekilde bunları bulabiliriz. Devletin siyasal düzeni derken burada bir ayırım yapmış oluyoruz aslında. Bundan önce, her anayasa öncelikle siyasal/sınıfsal iktidar sorununu çözer. Toplumda süregiden sınıf mücadelesinin ulaştığı aşamada sınıflar arası kuvvet ilişkilerine dayalı olarak devleti tanımlar. Kimin iktidarıdır, iktidarı devlet kimin adına kullanmaktadır, kimin iktidarının sürekliliğinin güvencesidir? Bu nedenle anayasalar devletin temel yapısını tanımlar ve bu temel yapı üzerindeki siyasal düzenini de tanımlarlar. Devletler sınıf karakterleri itibariyle bir süreklilik içerisinde devam ederken, örgütlenişinde ve siyasal düzeninde değişiklikler meydana gelebilir. Tıpkı Türkiye'de cumhuriyetin devam etmesi, ama 1961 Anayasası çerçevesinde devletin siyasi düzeninde değişiklik olması gibi, ya da tıpkı beşli cuntanın darbe yaparak '82 Anayasası’yla devletin siyasal düzeninde, siyasal rejiminde değişiklikler gerçekleştirmesi gibi burada bir ayrım var. Devletin temel yapısı iktidarın hangi sınıfta olduğu, sınıf özü, sınıf içeriği, sınıf iktidarı olarak varlığı ve devamıyla ilgilidir. İkincisi, devletin siyasal düzeniyle ilgilidir. Bu belirli siyasal ve tarihsel koşullar altında devletin örgütlenmesini, değişik kurumlar arasındaki ilişkileri, yetkilerin, görevlerin ve sorumlulukların dağılımını vb. kapsar.
Bu genel çerçevede özel bir yer tutan "düzen" kavramına dikkat göstermek gerekiyor. Burada düzen kavramının en geniş anlamda kullanıldığını görüyoruz. Ekonomik düzen, toplumsal düzen ve siyasal düzen anlamında. Günlük yaşamda yaygın bir şekilde düzen kavramının, siyasal düzen ya da iktidarla eşit anlamda kullanıldığı bir gerçek. Bu tür bir kullanış bir çok durumda değerlendirme hataları yapılmasını koşullandırıyor. Örneğin, Refah Partisi ekonomik ve toplumsal düzene karşı değil. Yani kapitalist ekonominin, burjuva toplumun sınıf yapısının değişmesinden yana değil. Ekonomik, toplumsal düzenin devamından yana ve düzen içi. Bunu programında da bulabiliriz. Fakat, RP, devletin siyasal düzeninde (siyasal rejiminde) değişiklik talep edebiliyor. Dolayısıyla bu türden şu veya bu mecralardan gelen ve belli bir mecraya akan burjuva akımlarla karşılaşabiliriz. Düzen kavramının çerçevesini çizilmiş bir şekilde, tanımlanmış bir şekilde kullanmamız gerekir. Bu, gerçek ilişkileri kavrayabilmemiz, gerçek durumları tarif edebilmemiz ve politik doğrultumuzu siyasal, toplumsal ve ekonomik gerçeklerle tam ilişkilendirebilmemiz için özel olarak dikkat etmemiz gereken önemli bir husustur.
Bu genel çerçeve içerisinde soyut olarak, yani şu anda gündeme geldiği biçimiyle değil de çok genel olarak, anayasa talebi ne anlama geliyor sorusunun cevabını arayalım. Herhangi bir durumda, herhangi bir dönemde, herhangi bir yerde anayasa talebi ne anlama gelir buna bakmamız gerekiyor. Öncelikle bilinmeli ki anayasa talebi, somut tek bir talebe indirgenemez. Anayasa bir dizi temel talebi, bir dizi temel sorunun çözümünü kapsar. Memurlar grevli toplusözleşmeli sendika hakkı istiyor, bu, somut kısmi ve güncel bir taleptir. Ya da öğrenciler eğitimde özelleştirmeye hayır diyorlar, bu hem somut bir taleptir ve hem de günceldir. Yahut Kürt ulusu özgürlük istiyor, bu hem güncel, hem somut, hem de temel bir taleptir. Ama yine de bir tek sorunun, temel bir sorunun çözülmesi üzerine kurulmuştur. O halde nedir anayasa talebinin kapsamı?
Anayasa talebi yukarıda çerçevesini çizdiğimiz, kapsamını göstermeye çalıştığımız tablo dikkate alındığında görülecektir ki, kapsamlı bir programdır. Hangi sınıfsal içerikte olursa olsun, hedefleri nasıl olursa olsun, gerçekleştirme biçimi ne olursa olsun anayasa talebi eşittir program "talebi" dir. Herhangi bir talepten tek tek, somut, güncel ya da temel taleplerden ayrı olarak bir programdır. Burjuvaziden de kaynaklansa, devrimci gruplardan da kaynaklansa, proleter ya da emekçilerden de kaynaklansa bu bir programdır. Sorunu buradan kavramaya çalışmak gerekir. Dolayısıyla da her program gibi ekonomik, toplumsal, siyasal bir düzen öngörür. Bir sınıfın iktidarını öngörür. Bir sınıfın iktidarının devamıyla ve onun iktidarının hangi koşullar altında, nasıl, hangi biçimde örgütlenerek süreceğiyle ve ekonomik koşullarıyla ilgilidir.
Anayasa tartışmaları şimdi moda. Hemen her siyasi partinin bir anayasa talebi ve önerisi var. DHKP-C de en son bu furyaya katıldı. Modaya uymak zorunda değiliz. Antiemperyalist demokratik devrim ve sosyalist devrim programlarımızı uygulayacak siyasal koşulların (bu devrimin zaferi demektir) oluştuğu koşullar altında programımıza denk düşen bir anayasa yapacağız dersek, bunda hiçbir sakınca, hemen hemen hiçbir sakınca yoktur. Çünkü, bir programdır sonuçta bizim de önerdiğimiz. O zaman şöyle bir sorunla karşı karşıya geliyoruz: Madem anayasa konusu bir program konusudur ve madem biz anti-emperyalist demokratik devrim ve sosyalist devrim programımızın propagandasını yapıyoruz, bunlardan ayrı ve farklı olarak bugün anayasa talebinin anlamı nedir? Güncel durumda ileri sürülen anayasa talepli mücadelelerin doğru bir çözümlemesi için bu soru üzerinde özenle durulmalı, sorun, bu sorudan başlayarak kavranmalıdır.
Anayasa Talebi Ekseninde Mücadelenin Anlamı
Açıklıkla vurgulamamız gerekiyor ki, antiemperyalist demokratik devrim programının güçlü bir şekilde propagandasını yapmak ve bütün siyasi çarpışmaları, toplumda meydana gelen, açığa çıkan bütün talepleri tek tek, ayrı ayrı, parça parça ya da kesimsel bütün sorunları devrim programına bağlamak, bu programın gerçekleştirilmesi uğruna mücadele yoluna kanalize etmek durumundayız. Bu bizim devrimci görevimiz ve politika tarzımız. O zaman şu soruyu soracağız: Böyle bir program varken bugünkü siyasal koşullar altında bir de anayasa talebinin ileri sürülmesinin anlamı nedir? İçeriği ve biçimi ne olursa olsun, program konusunun bir propaganda talebi olmaktan çıkartılıp, bir ajitasyon ve eylem talebi haline dönüştürülmeye başlaması demektir bu. Yani, uygun siyasal koşullar oluşmuştur, uygun kuvvet ilişkileri oluşturulmuştur, artık propaganda talebi olmaktan çıkmıştır, programımız ve somut devrimci eylemin konusu ve gündemi haline gelmiştir. Veya aynı anlamda olmak üzere artık sorunun çözümü yığınların devrimci eyleminin gündemine girmiş demektir. Talebin bir propaganda talebi olmaktan çıkarılıp bir ajitasyon talebi düzeyine yükseltilmesinin anlamı da budur.
Burada politika tarzı itibariyle taleplerin yeri, rolü ya da taleplere yaklaşımımız açısından bazı temel düşünceleri hatırlamak gerekiyor.
Somut talepler uğruna mücadele kapitalizm koşulları altında burjuvazinin egemenliğini zayıflatmak, burjuva cephede, egemen sınıflar cephesinde bölünmeler, parçalanmalar yaratmak ve emekçilerin kapitalizm koşullarına dayanma gücünü, direncini artırmak için zorunludur. Somut talepler uğruna mücadele parça ya da kısmi talepler ya da reform talepleri uğruna mücadele diye de tanımlanabilir. Eğer devrimci parti ve örgütler yığınların bu tür somut taleplerini anlayarak, formüle etme ve bu talepleri elde etmek için mücadeleyi örgütlemezlerse, ilgisiz kalırlarsa kaçınılmaz olarak siyasi bakımdan hareketsizliğe yuvarlanırlar. Hem büyük kitlelerden tecrit olurlar, hem de eylemsizlik ve hareketsizlik başlar. Somut talepler uğruna mücadelede komünistleri burjuva demokratlarından, liberaller ve oportünistlerden ayıran ana nokta, bu taleplerle programımız arasındaki, bu taleplerle temel amaçlarımız arasındaki, sosyalizm amacımız arasındaki bağıntının kurulması ve görülmesidir. Bu, taleplerin formüle edilmesini, taleplerin ne zaman ve nasıl değiştirileceğini olduğu gibi, nasıl ilerlenileceğine dair politik ustalığı da kapsar. Birinci tehlike, somut talepler uğruna mücadeleyi ihmal ederseniz, önemsemezseniz, gözlerinizi kapatırsanız, ilgisiz kalır, üzerinden atlarsanız politik bakımdan hareketsizliğe sürükleneceğiniz ve geniş yığınlarla buluşmayı, geniş yığınların devrimci örgütlenmesini, devrimci bir savaş için örgütlenmesi hazırlık görevlerini üstlenmenizin ve yerine getirmenizin mümkün olamayacağıdır. Tecrit olur, marjinal kalırsınız.
İkinci tehlike de; genel ve temel talepler uğruna mücadelenin, somut talepler uğruna mücadelenin yerine geçirilmesi ya da ikame edilmesidir. Geçirilebilir mi, ne zaman geçer, zamanında geçmezse ne olur? Temel talepler şunları kapsar: İktidarın burjuvaziden alınması, burjuvaziyi ya da egemen sınıfları veya faşizmi devirmek için mücadeleye katılmış sınıfların eline geçmesi, yani faşist diktatörlüğün devrilmesi, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin tasfiye edilmesi. Kürt ulusal sorununun çözümü, toprak sorununun çözümü gibi taleplerdir, temel talepler dediğimiz. Belirli bir devrimci sürecin halledebileceği, ancak toplumdaki ana devrimci güçler harekete geçtikleri zaman çözebilecekleri sorunlardır bunlar. Dolayısıyla bunlar bizim baştan itibaren propaganda taleplerimiz olarak mücadelemizin genel doğrultusunu, hazırlığımızın yönünü gösteren ve yöneten talepler olarak değer kazanırlar. Örneğin Amerika ile ya da İsrail'le Türkiye arasında somut, güncel yeni bir askeri anlaşma yapıldığı koşullar altında, bu anlaşmayı önlemek için somut siyasal bir kampanya yürütebiliriz. Somali'ye ya da Arnavutluk'a asker göndermesini kapsıyorsa asker göndermenin bir emperyalist politikanın tezahürü olduğunu düşünerek karşı çıkarız. Burada somut olan talep, güncel olan talep budur. Ama kahrolsun emperyalizm sloganını her zaman genel ve geçer olan bu sloganı, somutun yerine geçirdiğimiz zaman güncel ihtiyacı yanıtlayamamış, güncelin, somutun yerine geneli ve temel olanı koymuş oluruz. Bu durumda yine yığınlarla buluşmamızın imkanı yoktur.
Peki temel talepler hep geleceğin sorunu mudur? Sürekli geleceğin sorunu olarak mı kalırlar? Hayır. Temel talepler kitlelerin eyleminin gündemine girdiği zaman, güncel ve somut siyasal sorunlar haline gelirler. Tıpkı bugün, Kürt ulusal sorununda olduğu gibi. Biz bütün yetmişli yıllar boyunca Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme (ayrı devlet kurma) hakkını talep ettik. Devrimci örgütlerin hemen hepsinin Kürdistan değerlendirmesi ne olursa olsun Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını (lafzi bile olsa, öyle kabul edelim) hepsi de kabul ediyor ve savunuyordu. Bu süreçte Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı bir propaganda sloganı olarak işlev yapıyordu. Ama '84'ten sonra ulusal devrimci hareketin gelişmesi ve boyutlanmasıyla birlikte Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme sorunu Kürt halkının eyleminin gündemine girdi. Artık geleceğin sorunu olmaktan çıktı, güncel devrimci eylemin bir sorunu haline, çözümü gündeme girmiş bir sorun haline geldi. Demek ki, temel talepler onun çözümüne yönelik toplumsal kuvvetler harekete geçtiğinde artık güncel siyasal bir sorun haline gelirler. Onların çözümü gündeme girer. Nasıl gelmiştir gündeme, Kürdistan’da durum devrimcidir, bir devrimci başkaldırı patlak vermiştir, Kürdistan devrimi bu sorunu çözmek üzere başlamıştır zaten. Örneğin 1978'lerde, o günkü siyasal koşullar altında bir siyasi akım Kürt ulusal sorununun çözümü için referandum önermişti. O günkü koşullar altında referandum talebi nesnel olarak reformizme hizmet edecek ve güç sağlayacak, şovenizme güç sağlayacak bir talepti. Bugünkü koşullar altında referandum talebi bir kısım ek unsurlarla birleşmek kaydıyla, yani belirli ön koşullarla (Kürdistan'dan sömürgeci işgalci askeri güçlerin çekilmesi, propaganda-ajitasyon ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması vb. Kürt halkının gerçekten özgür iradesini beyan edebileceği koşulların yaratılması) birleşirse, referandum sloganı bugün Kürt halkının nasıl bir çözüm istediğini açığa çıkarma ve dolayısıyla çözüm yolunda ilerlemek için çok önemli bir adım atmanın aracı olabilir. O günle bugün arasındaki fark nedir? Sorunu halledebilecek toplumsal güçlerin durumundaki, uyanışındaki, örgütlülüğündeki, eylemliliğindeki değişme ve gelişmedir. Bugün Kürt ulusu ayağa kalkmıştır, ulusal talepleriyle böyle bir talebi gerçekleştirebilecek toplumsal kuvvetler oluşmuştur, fakat o gün, bu yoktu.
Devrimci politika tarzı canımızın istediği bir zamanda temel taleplerin güncel taleplermiş gibi ajitasyon ve eylem sloganı haline dönüştürülmesine izin vermez. Durum devrimci değilse, çok genel bir söylemle bir devrimci alt üst oluş dönemine girmemişseniz temel talepleriniz halen propaganda talepleriniz olarak kalmaya devam ederler. Bu durumda temel taleplerinizi hemen gerçekleştirecek şeylermiş gibi ileri sürdüğünüz ölçüde sizinle düzen arasında (çok genel anlamda söylüyoruz bu "düzeni"), sizinle egemen sınıflar arasında kaçınılmaz olarak bir frekans yakınlığı ortaya çıkmaya başlar. Yani talep biçimsel olarak devrimci olmaya devam eder, fakat pratik ve içeriksel olarak yavaş yavaş reformizmin değirmenine su taşımaya, sizi reformist mevzilere doğru çekmeye, götürmeye başlar. Dolayısıyla burada dikkat edilmesi gereken birinci husus, ya da devrimci politikanın yürütülüş tarzı açısından ustalık gösterilmesi gereken şey, temel taleplerin ne zaman güncel talepler haline geleceğini, ne zaman eylem taleplerine dönüşeceğini doğru zamanda belirleme yeteneği göstermektir. Bunun belirleyici kriteri, sözkonusu taleplerin yığınların eyleminin gündemine girip, girmediğidir. Yığınların eyleminin gündemine girmişşe bu talepler, siyasal bir nitelik kazanmıştır, güncelleşmiştir, çözümü gündeme girmiştir. Ama yığınların devrimci eyleminin gündemine girmemişse bu talepler, hala çözümü "yarının" bir sorunudur, çözecek kuvvetler oluşmadığı için. Öncü bakımından ise propaganda talepleri olarak son derece önemli ve değerlidirler.
Örneğin, devrimci bir hükümetin kurulması sorunu, herhangi bir dönemde ortaya atılamaz. Devrimci bir hükümet en azından karşıdevrimin ve karşıdevrimci hükümetin ve iktidarın parçalanması sürecinde; devrimin ilerleyişinin belirli bir aşamasında gündeme gelir. Programımızın bir devrimci hükümet talebi, devrimci iktidar talebi zaten vardır. Peki bu koşullar yokken, devrimci bir hükümet önerirseniz ne olur? Bütün değerlendirmeniz ne olursa olsun, içeriği itibariyle de, biçimi itibariyle de siz bir devrimci lafazan haline düşersiniz ve bu devrimci hükümet talebiniz esasında eninde sonunda, kaçınılmaz olarak sizi burjuvaziyle, burjuvazinin değişik kesimleriyle uzlaşmaya doğru çekmeye başlar ya da güncel devrimci görevlerden kaçışla sonuçlanır. Demek ki, durumu olduğundan devrimci görerek, yaşam bulması olanaksız politikalar ileri sürmek yalnızca kof bir radikalizm, yalnızca devrimci lafazanlık değildir, aynı zamanda güncel devrimci görevlerden kaçıştır. Radikalizmle kamufle edilmiş sağcı-pasif bir politikadır.
Sorunun Siyasal Konuluşu
Türkiye'de demokrasi kavramının örttüğü, bulanıklaştırdığı bir sorun var. Türkiye'de bir faşist diktatörlük var, bu dolaylı ya da dolaysız, açık ya da örtülü yaygın kabul gören bir durum. İkinci olarak, işçi sınıfı, Kürt köylülüğü ve tabi ki Kürt halkı genel olarak emekçi memurlar, kadınlar, gençler, ulusal topluluklar, Aleviler, dinsel azınlıklar bütün bu değişik toplumsal kesimlerin hepsinin ortak bir talebi var; özgürlük istiyorlar. Yani özgürlük talebi, toplumun son derece değişik kesimlerinin, ama tartışmamızın ve devrimci eylemimizin konusu olan bütün ezilen ve sömürülen sınıfların, tabakaların, mezheplerin, ulusların ya da genel olarak bütün toplumsal kategorilerden ezilen, sömürülen toplumsal kesimlerin ana sorunu ve acil talebi durumundadır. Yığınların özgürlük talebi karşısında, tepesinde Milli Güvenlik Kurulu bulunan faşist rejim var, faşist diktatörlük var. Toplumun özgürlük istemlerini faşist diktatörlük çıplak zor kullanarak vahşice, acımasızca eziyor. Farklı şekilde ifade edecek olursak Türkiye'de bir faşist diktatörlük ve ona karşı süren bir özgürlük mücadelesi var. Anayasa talebi faşizme karşı mücadelenin ya da özgürlük talebinin nasıl bir mecrada çözüleceğine siyasal bir yanıt. Genel olarak Türkiye ve Kürdistan'daki bütün çarpışmaların kesiştiği nokta, resmi Türkiye'nin tıkandığı nokta özgürlük sorunudur. Türkiye ve Kürdistan'ın ileri sıçrayacağı ya da geriye düşeceği nokta da burasıdır. Özgürlük sorunu için iki ana eksen üzerinde (elbette her birinin kendi içinde nüansları var.) çözümler olabilir. Bunlardan ilki, faşist rejimin uygulayıcıları, suçlularıyla ve sorumlularıyla uzlaşmayı kapsayan, onlarla kesinkes hesaplaşma çizgisinde ilerlemeyen burjuva demokrasisi yönündeki bir çözüm olabilir. Buna en genelde anayasal çözüm diyebiliriz. İkincisi, faşist rejimle kesin bir hesaplaşma çizgisinde ilerleyerek, devrimci tarzda ayağa kalkan yığınların faşist rejimi ezerek özgürlüğü elde etmesi hattında, faşizmle kesin hesaplaşma hattında bir çözüm, yani, devrimci çözüm olabilir.
Esasen anayasa talebi denilen sorun toplumda var olan tek tek, ayrı ayrı siyasi grupların, partilerin iradesi ve istenci dışında süren özgürlük mücadelesinin hangi hattan gelişeceği ve nasıl somut bir sonuca, çözüme ulaşacağı konusunu kapsar. Demek ki, bu sorunun kendisi esasında doğrudan ve düpedüz iktidar sorunudur. Madem ki bu konunun kendisi bir iktidar sorunudur, o halde bugün somut olarak, siyasal olarak, iktidar sorununu çözecek kuvvetlerin hazırlık durumu nedir? Yani siz, "demokratik", "özgürlükçü" vb. bir anayasayı bugün eylem sloganı olarak, somut siyasal bir talep olarak ileri sürdüğünüz zaman, bu iktidar sorununu çözecek hangi siyasi kuvvetlere, hangi siyasi hazırlığa dayanıyorsunuz? Eğer böyle bir siyasi kuvvetiniz ve hazırlığınız yoksa şu çok açık ki (bu genel olarak geçerli bir şeydir), hazır hiçbir seçeneğiniz yoktur, bunu devrimcilerin özellikle bilmesi, anlaması gerekir.
Tekrar pahasına vurgulamak gerekiyor: Anayasa talebi bugünkü koşullar altında özgürlük sorununu faşist diktatörlüğün uygulayıcıları ile uzlaşarak çözme arayışıdır. Nesnel olarak böyledir. Çünkü Mezopotamya Kültür Merkezi’nde Kürt dil kursunun MGK kararıyla yasaklandığı, devrimci basını susturmak için olmadık ceza, baskı, tasfiye ve terör yöntemlerine başvurulduğu, en büyük kapitalistlerden "muhalefet" etmeye yeltenenlerin it gibi azarlandığı, aydınların susturulduğu vb. koşullar altında anayasa talebi, egemen sınıflardan anayasa dilenmek anlamına gelir.
Bugün, bir kısım burjuva partilerin “demokrasi” talep ettikleri, "demokratik bir anayasa" talep ettikleri herkesin malumu. Bu burjuvazi açısından son derece makul ve mantıklı. Anayasal uzlaşma arayışları, yani Türkiye'nin gündemi olarak temel sorunun aslında bir uzlaşıyla, anayasal bir yoldan çözülmesini istiyorlar, ama bunu da Kürt ulusal kurtuluş devrimi gibi baş belası bir sorun nedeniyle yapabilecek durumda değiller. Hepsi anayasadan bahsediyor, ama hiç kimse anayasa değişikliğine doğru dürüst yeltenmiyor bile. Sadece bu işin demagojisini yapmış, kitleleri kandırmak zemini üzerinde durmuş oluyorlar, bir yol bu. Öbür yol, özgürlüğün düşmanlarıyla kesin bir hesaplaşma yolu. Politik özgürlüğün devrimci yoldan elde edilmesi hattı yani. Söz, düşünce, eylem, örgütlenme, propaganda-ajitasyon özgürlüğünün ekonomik ve toplumsal olmalarıyla birlikte elde edilmesini kapsıyor. Yani işçi sınıfı, Kürtler, aleviler, öğrenciler, köylüler, aydınlar, ulusal ve dinsel topluluklar, kadınlar serbestçe, özgürce propaganda ve ajitasyon yapabilsinler, kendi taleplerini formüle edebilsinler, parti ya da sendikalar ya da dernekler biçiminde, yani siyasi ya da toplumsal, sosyal her çeşit örgütlenmeleri gerçekleştirme özgürlüğüne sahip olsunlar. Yani, kendilerini baskı altında tutan, köleleştiren düşmanlarıyla mücadele edebilmek için özgür olmaları düşmanları üzerinde egemenlik kurmak ve olanakları ele geçirme anlamına geliyor bunlar. Politik özgürlüğün halk için anlamı bu. İşçi sınıfı için, gençlik için anlamı bu. Bu gerekli koşulları burjuvazinin, egemen sınıfların ve onların bugünkü faşist diktatörlüğünün halka tanımayacağı, geride kalan yüzelli yıllık tarihin ortaya koyduğu çıplak bir gerçektir. Onu kuvvet kullanarak, mücadele ederek elde etmek, söküp almak gerekiyor.
Ayrıca değinmekte yarar var. Demokrasi eşittir özgürlük değil. Kendimizi sözde burjuva muhalefetten, burjuva partilerinden net bir şekilde ayırabilmek için demokrasi kavramını kullanırken çok daha dikkatli, özenli ve mesafeli olmalı, daha çok özgürlük kavram ve talebini kullanmayı ön planda tutmalıyız. Demokrasi; çünkü; sonuçta, prensipte ilke olarak çoğunluğun iktidarını kabul eden devlet biçimidir, örgütlenmesidir. Yani demokrasi bir devlet biçimidir, bu devlet biçimi çoğunluğun iktidarını kabul eder. Ama ilke olarak demokrasiyi kabul eden bir devlet eğer onu işçi sınıfı ve halklar için demokrasi kılacak iktidar yoksa, en ileri biçimiyle burjuva demokrasi olabilir ancak ve demokrasi kavramı daha çok bunu ifade eder. Özgürlük ve demokrasi talepleri ya da bu kavramlar arasındaki farka dikkat etmeli ve literatürümüzde, propaganda ve ajitasyonu- muzda özgürlük talebini özel olarak öne çıkarmalıyız. Bu, hem gerçek duruma uygun düşer, meramımızı doğru bir şekilde anlatır, hem de her kafadan, ne idüğü belirsiz bir demokrasi sesinin yükseldiği, ne idüğü belirsiz bir demokrasi tartışmasının alıp yürüdüğü koşullar altında bizimle burjuvazi arasına net bir ayrım koyar.
Değişik Sınıflar Bakımından Güncel Anayasa Talebi
Yürürlükte olan '82 Anayasasını baz alacak olursak eğer, yapılış koşulları bir yana, bu anayasa düzenin en gözde ya da en güvenilir pek çok partileri de dahil burjuvazinin aşağı yukarı bütün değişik kesimlerinin sözcüsü, siyasal temsilcisi durumunda olan partilerin hemen hemen hepsinin bir anayasa değişikliğinden bahsettiklerini, yeni, "demokratik", "sivil" vb. bir anayasa talep ettiklerini görüyoruz.
Fakat doğrudan doğruya sermayeyi elinde bulunduran sınıflar da bir biçimde anayasa değişikliği talebini dillendiriyorlar. 12 Mart öncesinde, Aydınlar Ocağı önderliğinde hazırlanmış '60 Anayasası’na alternatif bir anayasaları vardı. Bu milliyetçi faşist aydınların (ki, bunlar Demirel ile son derece sıkı ilişki içerisindeydiler, belki de Demirel'in isteği üzerine böyle bir hazırlık yapmışlardı.), 12 Eylül darbesinden sonra önceden hazırladıkları anayasa taslağını gündeme getirdiler. O zamanki TÜSİAD da (ki, '71 yılında kuruldu) bu tür bir anayasa değişikliği isteğinin arkasındaydı, '82 Anayasası’nı desteklediği biliniyor. Bugün TÜSİAD bile '82 Anayasası’na karşı olduğunu, yeni bir anayasa yapılması gerektiğini savunuyor. Bunun bir izahının olması gerekiyor. Yani niçin egemen sınıfın öncülerinin bir kesiminde böyle bir değişim oldu, burjuvazi neden '82 Anayasası’na "karşı" yeni bir anayasa talep ediyor sorularının yanıtlanması gerekir.
İlkin, dünyada değişen uluslararası koşullardan söz etmek gerekiyor. Bu başlıca olarak; sosyal emperyalist kampın, Varşova Paktı’nın çöküşü, eski Sovyetler Birliği ve Amerika çelişkisi ekseni üzerine kurulmuş uluslararası ilişkilerde köklü değişikliklerin meydana gelmesi (bütünüyle anti-komünist bir ruh ile örgütlenmiş Türk egemen sınıfların devletinin), burjuvazinin durumunda bir değişikliği meydana getirmesi kaçınılmazdı. Ama uluslararası durumdaki değişiklikler eski ilişkiler ve statükoların sarsılması, aynı zamanda uluslararası bazı yeni eğilimleri de ortaya çıkardı. Bunlardan biri geniş bölgesel ekonomik blokların oluşmasıdır. AB bu geniş ekonomik bloklardan biri, NAFTA ya da Atlantik Paktı gibi girişimler biliniyor. Burjuvazinin geleceğe dönük stratejik hedefi Avrupa Birliği topluluğu içerisinde, bu ekonomik blok içerisinde yer almak. AB'nin kendine göre belirli siyasi koşulları var. Birlik salt ekonomik kriterle oluşturulmuş değil, aynı zamanda siyasal kriterler de sözkonusu.* Fakat burjuvazi niçin Avrupa Birliği içerisinde yer almak istiyor sorusuna da cevap vermek gerekir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin sermaye birikiminin geldiği aşama, öncü birliklerinin, en ileri kesimlerin sermaye birikiminin geldiği aşamanın ihtiyaçlarıyla bağlı bu. Artık sermayenin yeniden birikimini Türkiye ve Kuzey Kürdistan "iç" pazarında kapalı kalarak sürdürebilecek durumda değiller. Kendilerine dış pazarlar arıyorlar. Sermaye birikimi ve örgütlenmesinde yeni bir düzeyi yakalamak zorundalar. Bu, uluslararası tekellerle uluslararası birlikler kurmayı, birlikte yatırımlar yapmayı, uluslararası sermaye ile daha sıkı entegrasyon ve bütünleşmeyi kapsıyor aynı zamanda. Egemen sınıflar sermayenin dünya koşullarına ayak uydurmaya çalışıyorlar. Bu çabanın bir ifadesi olarak Avrupa Birliği’nde yer almak istiyorlar ve onların siyasi bakımdan taktiklerine uymak zorunluluğunu duyuyorlar. Ekonomik coğrafyaları da, tarihleri de, emperyalistlerle ilişkileri de AB'yi tercih etmelerini emrediyor.
İkinci bir unsur; egemen sınıfların iç ilişkilerinin düzenleyicisi olarak demokrasiye gereksinim duyuyorlar. Yani kendi içlerinde kimin dönem dönem hükümet edeceği ve dolayısıyla da bütün kredi musluklarını elinde tutacağı, devletin vergi gelirlerinin kaynaklarının nereye yönlendirileceği konusunda burjuvazi içerisinde "eşit koşullar" altında bir rekabet, sözde demokratik bir rekabeti oluşturacak bir siyasi atmosfer oluşturmak istiyorlar. Bu kapitalist gelişmenin bir sonucudur.
Üçüncü bir unsur olarak; sivil ve asker bürokrasiyi tam ve sürekli kontrol altına almak istiyor işbirlikçi tekelci burjuvazi. Sivil ve asker bürokrasinin üzerinde burjuvazinin tam bir denetiminin olduğu, onu tam olarak kendi iradesi altında tuttuğu söylenemez. Örneğin TÜSİAD'ın anayasa ya da demokrasi perspektifleri raporundaki bazı talepleri böyle algılamak gerekir. Memuru Muhakemet Kanunu’nun değiştirilmesi ya da Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması ya da MGK'nın bir anayasal kuruluş olmaktan çıkarılıp, teknik bir kuruluş haline getirilmesi gibi talepler. Sivil ve askeri bürokrasinin üzerinde güçlü bir şekilde kendi denetimini kurmak, onun kendisine karşı özerk davranış imkanlarını sınırlandırmak, böylece sınıf egemenliğini pekiştirmek isteğinin belirtisi olarak değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir de. Keza "siyaset sınıfı"na yaklaşımı bakımında da bu geçerli. Partiler yasasına ilişkin itiraz ve değişiklik talepleri buna örnektir.
Ayrı ayrı bütün bunlardan belki de daha önemli olan şu; Türkiye'nin yakın tarihi, 50 yıllık dönemi aslında 1950, '60, '70, '80, '90'lardan, günümüze sürekli bir siyasi istikrarsızlık içerisinde olmuştur. Sürekli bir siyasal karmaşa, darbeler, siyasi parçalanmışlık, gerek ezilen sınıflarla egemen sınıflar arasındaki mücadeleler anlamında, gerekse de egemen sınıfların ve burjuvazinin değişik eğilimlerinin, kesimlerinin klik ve fraksiyonlarının arasındaki mücadeleler ve parçalanmalar nedeniyle sürekli bir istikrarsızlık içerisinde olmuştur Türkiye. Bugün burjuvazi, değişik toplumsal sınıflar arasında bir mutabakat, bir konsensüs toplumsal bir uzlaşı ve barış yaratarak politik istikrara ulaşabileceğini düşünüyor. Bu bakımdan da darbeler döneminde değil de "normal koşullar" altında, değişik toplumsal kesimlerin mutabakatını sağlayabileceği, sahiplenebileceği "toplumsal barış" ve "toplumsal uzlaşmayı" ifade eden bir anayasanın oluşturulmasını siyasi istikrara doğru gidişin araçları içerisinde görüyor. Kaldı ki dünya çapında emperyalist burjuvazinin sermaye birikiminde izlediği yönelimlerin yansıması olarak sosyal devletin tasfiyesi ve özelleştirme biçiminde yansıyan politikalar çok yoğun toplumsal tepkileri de getiriyor. Bu koşullar altında bu tür bir siyasi manevranın aynı zamanda gelişen ve daha da gelişebilecek siyasi mücadelelerin, sınıf mücadelelerinin önünü kesmeye dönük, onları emmeye dönük olduğunu görmek zor olmasa gerekiyor. Egemen sınıfın bir bölüğünün anayasa değişikliği en nihayetinde '82 Anayasası üzerine tartışma yapıldığına göre değişikliklerin yönü, faşist diktatörlükten kısıtlı burjuva demokrasisine doğru olacaktır. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden, pratikte sürecin nasıl ilerleyeceğinden bağımsız olarak onların anayasa talebinin yönü budur.
İkinci bir unsur olarak, orta burjuvazi ve onunla birlikte küçük burjuvazi düşünülebilir. (Burada küçük burjuvazi emekçi özelliklerinden daha ziyade kapitalist, işveren özellikleri ağır basan 10, 20 işçi çalıştıranları kapsayacak şekilde kullanılıyor.) Bunların ayrı, "bağımsız" bir partileri yoktur. A partisi orta ve küçük burjuvazinin partisidir denemez, öyle bağımsız bir partileri filan yok, çünkü bu partiler içerisinde örneğin CHP'yi, DSP'yi ve REFAH'ı ele alın, bunların içerisinde orta burjuvazinin önemli bir ağırlık oluşturduğunu ve destek verdiğini, bunlarla içli dışlı olduğunu göreceksiniz. Ama bunların iplerinin de büyük burjuvazinin, tekelci burjuvazinin, holding burjuvazisinin elinde olduğunu, esasen bu kesimlerin işbirlikçi burjuvazinin politikalarına endekslenmiş olduğunu, onların arkasında durduğunu ya da yedeklenmiş olduğunu görebiliriz, gerçek durum bunu yansıtıyor.
Böyle olmakla birlikte, bunların da bir anayasa değişikliği talebi var. Bu partilerin her birini, CHP'yi, RP'yi ve DSP'yi ele aldığımızda, bunların değişiklik taleplerinin bazı önemli farklılıklar gösterdiğini görüyoruz. RP, çok farklı bir anayasa değişikliği talebinde bulunuyor. Bir anayasa taslağı biçimine getirip getirmemesinden ayrı olarak bu böyle. Öbürleri, yerinde saymayı ifade ediyor, ama RP'ninki geriye dönük, Kur'an'dan esinlenen din devleti yönündeki bir çizgi. Siyasi bakımdan pozisyonu en ileride duran CHP. O'nun da işbirlikçi tekelci burjuvaziden bağımsız olduğunu söylemenin olanağı yoktur, değişik biçimlerde onlar tarafından denetlenmektedir. CHP, burjuva demokrasisi çerçevesinde bir anayasa değişikliği talep etmektedir. Nitekim en kritik konuyu Kürt sorunu olarak düşündüğümüzde, şimdi açık net tavır anlamında, raporlarla vb. diğerlerinden daha ileri pozisyondadır.
Orta ve küçük burjuvazinin önemli kesimlerinin içerisinde, çok dikkate değer bir ağırlık oluşturduğu bu üç partiyi iki gruba ayırabiliriz. CHP, DSP bir burjuva demokrasisi talep ediyorlar (bunlar orta- burjuvazinin partileri). RP ise mevcut çoğulcu sistemden yararlanarak, mevzilerini güçlendirmek, devleti adım adım, yavaş yavaş içten fethetmek, sızmak, çürütmek yolundan giderek, İslam devleti yönünde çözüp değiştirerek, bir anayasa değişikliği de yapmak istiyor. Dört dörtlük bir İslam devleti olmayabilir, bu çok önemli de değil. Burada siyasi tavrının, tutumunun farklılığını vurgulamak önem taşıyor. MÜSİAD, bildiğimiz kadarıyla şimdiye kadar bir anayasa değişikliği talebinde bulunmuş değil, ama bunu yapması şart da değil. TÜSİAD bile anayasa talep ettiği koşullarda MÜSİAD hayda hayda eder. İçerisinde işbirlikçi tekelci kapitalistler var MÜSİAD'ın. Ama Anadolu burjuvazisinin en önemli siyasi örgütlerinden biri olarak görülmesi gerekiyor. Üç bine yakın üyesi var. Ki, bu önemli bir rakam oluşturur.
Üçüncüsü, ÖDP, EMEP şahsında somutlaşan anayasa değişikliği talebidir. Bunlar demokratik veya özgürlükçü, emekçi, halkçı vb. bir anayasa talep ediyor, nüfusun en değişik küçük burjuva kategorilerinin demokrasi istemini dillendiriyorlar. Tavırları kategorik olarak incelenilecek olursa, küçük burjuvazinin, sendika bürokrasisinin, işçi aristokrasisinin aydınların vb. toplumsal kesimlerin "klasik" tavrına uygun düşüyor. Bunlar biraz daha idealize edilmiş burjuva demokrasisi talebinde bulunuyorlar. Aslında siyasi açından kavranması gereken, bu idealize edilmiş burjuva demokrasisi hedefinin stratejilerinin odağında durduğudur. Kendileri bu burjuva demokrasisi içerisinde sol kanat olacaklar, burjuvazinin sol muhalefeti olacaklar. En iyi olasılıkla şu söylenebilir. Kendilerini az çok öyle tanımladıklarını dikkate alarak, bu burjuva demokrasisi koşulları altında uzun bir süre barışçı hazırlık yaparak sosyalizme örgütlenecekler. Yine bütün iyimserliğimizi koruyarak, en iyi ihtimalle bunların anayasa talebinin sosyalizm için mücadele edecek uygun bir siyasi ortam elde etme amacı taşıdığını söyleyebiliriz.
Dördüncüsü, HADEP'in ve ulusal hareketin anayasa değişikliği talebidir, bu ayrıca ele alınmalıdır. İkinciler, yani orta ve küçük burjuvazi kategorisi altında ele aldığımız ikincilerin, bütün anayasa talebi aslında birincilere bağımlı. Yani işbirlikçi tekelci burjuvazinin anayasa talebine bağlı, TÜSİAD'ın talebine bağlı. Değişik siyasi stratejiler var ortada güya, fakat bu değişik siyasi stratejiler arasındaki ilişki nasıl anlaşılabilir. Orta burjuvazi mi büyük burjuvaziye önderlik ediyor, büyük burjuvazinin anayasa değişikliği talebini kendi stratejisine bağlamış, yoksa tersi mi geçerli, orta burjuvazi mi tekelci burjuvazinin değişiklik talebine yedeklenmiş.
Ya da soruna bir başka noktadan bakabiliriz. Birincileri ve ikincileri egemen sınıfların, sömürücü sınıfların anayasa talebini bir tek kategoride düşünelim bir an için. Böyle bir durumda EMEP ve ÖDP'nin anayasa değişikliği talebini ikinci olarak ele alalım, o zaman soruyu şöyle sormak zorundayız. Bugünkü siyasal koşullar altında bu iki anayasa değişikliği talebi arasındaki ilişki nedir? Hangisi diğerine önderlik edecektir? Veya bunları birbirinden nasıl ayıracaksınız?
Soruların tamamı açısından düşündüğümüz zaman, gerçekte daima ikincinin birinciye, üçüncünün de ikinciye bağlı olduğu görülür. Varsayalım ki, bugünkü meclis iki sene sonra (ya da bir sene sonra vb.) bir kurucu meclis seçimi yapılarak, yeni bir anayasanın hazırlanmasına karar verdi. ÖDP ve EMEP'in böyle bir süreçteki yeri ne olabilir? En fazlasından, burjuvazi, egemen sınıflar üzerinde sol bir muhalefet baskısı yapabilirler. Kendi talepleri kaçınılmaz olarak burjuva anayasa talebinin içerisinde erir. Anayasa talebinin yönelimlerini bir yana bıraksak bile, bu tamamen bugünkü siyasi koşullar altında, böyle bir talebin nasıl bir sonuca yol açacağının görülmesi ve kavranması bakımından önemlidir. İşte bu nedenle ÖDP ve EMEP'in durumu komedidir, HÖP ve Kurtuluş'un durumu ise trajedi. Onlarınki komedi olur, burjuvazinin elinde gerçekten oyuncak haline gelirler. HÖP'ün durumu gerçekten bir trajedidir. Bunu hiç çekinmeden mevlit okutma örneğiyle kıyaslayabilirsiniz. Bu örnekte PKK'nin tavrı komedi değildir. PKK, sınıfsal, ideolojik, siyasal karakteri temelinde resmi veya sivil din 'görevlilerini' ulusal hedefler doğrultusunda örgütleyerek vb. islamı bu tarzda ve gerçekten ulusal mücadeleyi geliştirmek için kullanabilmektedir, onu hesaba katmaktadır. Kürt halkını kazanmak için, ulusal mücadeleye seferber etmek için, hiç değilse, dini engel olmaktan çıkartacak tutumlar geliştirmeye çalışmaktadır. HÖP onu örnek alıp İstanbul'da mevlit okuttuğu zaman, evet bu trajedidir. Sorunu kötü bir tarzda karikatürize etmektedir.
Yapılış Koşulları Bakımından
Sorunu, bir de anayasaların yapılış koşulları ile bağıntısı içinde incelemekte yarar var. Bu konuda hem işçi sınıfı, emekçi yığınların devrim deneyleri, hem karşıdevrimin, sömürücü sınıfların deneyleri var. Hem devrimin kendi içindeki evriliş, gelişme süreçleri içerisinde, derinleşme süreçlerindeki deneyler var, hem karşıdevrimin kendi içerisindeki evriliş ve gelişme süreçlerindeki örnekler var. Portekiz, İspanya ve Yunanistan'da bir anayasa sorunu, ancak her üçünde de faşist rejimlerin devrilmesiyle (üstelik her üçünde de askeri bir nitelik gösteriyordu) gündeme gelmiştir. Önce değil. Yani, faşist rejime karşı muhalif burjuva ve reformistlerden ayrı olarak devrimciler anayasa talebiyle mücadele etmediler, ama anayasa sorununun gündeme gelişi bizzat faşist rejimin çözülüşünden sonra oldu. Arjantin'de de böyle oldu. Arjantin'de de faşist rejimin yıkılmasından sonra hem faşist diktatörlüğün uygulayıcılarının, generallerin yargılanması, hem de anayasa sorunu gündeme geldi. Eski Sovyetler Birliği ülkeleri ve Doğu bloku ülkelerinde önce revizyonist/kapitalist iktidarlar ve rejimler çözülüp çöktü, yeni siyasal sınıf ilişkileri oluştu, sonra yeni bir anayasa değişikliği yapma girişiminde bulundular. Arnavutluk hariç hepsinde geriye dönük anayasa değişikliği girişimleri amacına ulaştı. Anayasa talebi gündeme geldi ve anayasa değişiklikleri mücadelenin çıkış noktası olmuyor, mücadelenin sonucu oluyor. Sınıflar arasındaki mücadele belirli bir noktaya geliyor, belirli bir düzeye ulaşıyor, ondan sonra o geldiği, ulaştığı düzeyi anayasa biçiminde kayda geçirerek hukukileştiriyorlar. Marks'ın burjuva anayasaların yapılışıyla ilgili şu görüşü konuyu aydınlatıcı ve öğreticidir:
".... Eskiden, anayasalar, toplumsal altüst oluş süreci bir durgunluk noktasına varınca, sınıflar arasında yeni oluşan ilişkiler sağlamlaşınca, iktidardaki sınıfın rakip kesimleri, aralarında, kendi aralarında, savaşımı sürdürmelerini ve aynı zamanda gücü tükenmiş halk yığınını bu savaşımın dışına atmalarını sağlayacak bir uzlaşmaya vardıkları zaman yapılır ve kabul edilirdi. Bu anayasa, tersine, hiçbir toplumsal devrimi berkitmiyordu. Eski toplumun devrim üzerindeki geçici zaferini gerçekliyordu." (Marks-Engels Seçme Yapıtlar, Cilt I, Sf. 284)
Sonra, o günkü anayasayı tartışıyor ve bu hiçbir toplumsal devrime dayanmayan bir anayasa değişikliğidir diyor. Sınıflar arasındaki ilişkiler yeni bir "dengeye", yeni bir durumun oluşmasına vardığı zaman yapılıyor. Yani durumda değişiklik oluyor, bu durum değişikliğinin hukuki bir şekilde ifade edilmesi, yasa haline getirilmesi gerekiyor. Bu aşamada anayasa değişikliği yapılıyor. Türkiye'deki anayasa değişiklikleri de benzer bir özellik gösteriyor. 1924 Anayasası kemalistlerin artık kendi iktidarlarını pekiştirdikleri koşullar altında yapılmış, bu iktidara hukukilik kazandırıp geliştiren bir yeni anayasadır. Önce iktidarı ele geçirmişler, hükümeti kurmuşlar, meclisi elde tutuyorlar, iktidar ipleri burjuvazinin elinde, o koşullar altında bir anayasa yapılıyor. Yani, kendi iktidarlarının, kendi otoritelerinin, kendi sınıf çıkarlarının anayasasını yapıyorlar. Keza 1960'da da darbeciler önce darbe yapıp hükümeti deviriyor, parlamentoyu tasfiye ediyorlar. Bütün iktidarı ellerine alıyorlar. Sonra da atama yoluyla kurucu meclis oluşturup bir anayasa taslağı hazırlatıyor, halka onaylattırıyorlar. Yumruklarını masaya vurup, silahlarını alıp sokağa çıkıyor, sokakta elde ettiklerini kayda geçiriyorlar. '71'deki temel anayasal değişiklikler de böyle bir gelişmenin sonucudur. Ya da '82 anayasa değişikliği de öyle. Önce darbe yapılıyor, '61 Anayasası tasfiye ediliyor. Kendilerine az ya da çok muhalefet etme ihtimali olan bütün politik güçleri tasfiye ediyorlar. Bırakın devrimcileri, komünistleri ve yurtseverleri, kendilerine muhalefet etme ihtimali olan bütün politik güçleri, partileri tasfiye ediyorlar, sınırlandırılmamış diktatörlüklerini kuruyorlar, bundan sonra da anayasayı yapıyorlar. Tabi, kendi iradelerini ve kazandıklarını kayda geçiren bir anayasa çıkıyor. Yani önce çarpışıyorsun, kazanıyorsun ve sonra arkasından bir anayasa yapıyorsun. Aslında bütün devrimlerde de (burjuva devrimler dahil) böyle oluyor. Zaten anayasaların tarihi burjuva devrimler ve burjuvaziyle birlikte başlıyor. Önce ayaklanılır, feodal aristokrasinin, feodal bürokrasinin egemenliği çökertilir, krallıklar yıkılır. Sonra krallığın yerine cumhuriyetler kurulur. Yani yurttaşların eşitliği ilan edilir ve kralın bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırılır, bir burjuva devlet kurulur. Bunun anayasası yapılır. Ama önce krallık devrilir, önce ayaklanma zafere ulaşır. Geçici devrim hükümeti kurulur. Kurucu meclis toplanır, yeni bir iktidar vardır. Ondan sonra yapılır anayasalar kural olarak. Bunu Bulgaristan'da ya da Sovyetler Birliği'nde de görebiliriz. Demokratik hükümetin Arnavutluk'ta iktidarı aldığı, demokratik halk konseyleri iktidarının kurulduğu ve işgalcilerin kovulduğu koşullar altında devrim hükümeti, rejimin kesin şeklini tayin edecek yeni Arnavutluk devletinin anayasasını hazırlayacak kurucu meclis için demokratik seçimlerin yapılması sorumluluğunu üstleniyor. Bir sene sonra da Arnavutluk'ta seçimler yapılıyor. Başlangıçta İtalyan istilacılarına karşı, sonra Alman istilacılarına karşı yürütülen, ulusal kurtuluş mücadelesi, ulusal kurtuluş konseylerini yaratıyor, daha sonra bunlar yerel iktidar organları olmaktan çıkıp merkezi iktidar organları haline geliyorlar. Devrimci hükümeti ilan ediyorlar, bu devrimci hükümet de bir anayasa yapma görevini, meclisi toplama görevini, demokratik seçimler yapma görevini üstleniyor.
Anayasa tartışması açısından önemli olan şu; önce devrim zafere ulaşıyor, kendi iktidar kurumlarını yaratıyor, sonra anayasa yapılıyor. Fakat burada ikinci bir önemli nokta var, anayasa için seçimler ilan edildiğinde, hükümet bunu örgütlediğinde, bu gerçekten demokratik bir seçim. Eşit, tek dereceli, gizli oy, açık sayım ilkelerine dayanan, halkın propaganda, ajitasyon özgürlüğünün olduğu bir seçim. Burada Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin Arnavutluk’u bir başka yola sokmak için çok yoğun etkilerinin olduğu, ülkedeki gerici kuvvetlerin gerek demokratik cephe içerisinde, gerekse de demokratik cephe dışında çok yoğun bir şekilde Arnavutluk’u burjuva gelişme yoluna sokmak için seçimleri kazanmak, kurucu mecliste çoğunluğu elde etmek için mücadele ettiklerini görüyoruz. Bunun anlamı şu; kurucu meclis seçimleri ve kurucu meclisin kendisi toplumda süregelen iktidar mücadelesini artık hukuki bir çerçeve içerisinde bir yere oturtacağı için tarihsel olarak kritik bir anı ifade ediyor. Dolayısıyla burada bir kez daha kimin iktidar olacağı sorusuna yanıt arandığı için, orada bir iktidar mücadelesinin sürdüğünü özel olarak belirtmemiz gerekiyor. Bu durum diğer ülkelerde de, örneğin Bulgaristan’da çok çarpıcı şekilde yaşanmıştır. Bulgaristan'da 1944'te ayaklanma gerçekleşiyor, iktidarı Vatan Cephesi alıyor. Vatan Cephesi 1945'te parlamento seçimlerini, 1946'da da kurucu meclis seçimlerini yapıyor. Kurucu meclis Bulgaristan'ın yeni anayasasını kararlaştırıyor. Ama iktidar komünistlerin önderliği altında demokratik güçlerin eline zaten o zamana kadar çoktan geçmiştir. Anayasalar bunu ancak geriden izliyorlar. Arnavutluk'ta daha sonraki süreçte 1976'da bir anayasa değişikliği yapıyorlar, yeni bir anayasa kabul ediyorlar. Bunun bütün mantığı da şu; geride kalan otuz-kırk yıllık dönem içinde sosyalist inşada şu kadar ilerlenmiş- tir, toplumsal sınıfların durumu, aradaki ilişkiler böyledir, artık bu eski anayasa bugünkü gerçek durumumuzu yansıtmıyor, yeni durumu ifade edecek, yeni durumun önünü açacak bir yeni anayasa gereksinimi vardır vb. Görüş açısı budur.
Keza Sovyetler Birliği'nde, halkın hakları bildirgesi ilk anayasa olarak kabul edilebilir. Bu, Ekim devriminin hemen arkasından vurgu yapılır. Detaylı bir metin de değildir. Sovyetler Birliği'nde iktidarın işçilerin ve köylülerin ittifakına dayanan devrimci bir iktidar olduğu ilan edilir, karşıdevrimin ezileceği belirtilir, halkın haklarının güvence altında olduğu vurgulanır. Toprak sorunuyla ve ulusal sorunla ilgili temel belirlemeler, insan haklarıyla ilgili bazı temel belirlemeler, çok genel bir şekilde yer alır. Daha sonra ilk anayasa 1924 yılında yapılıyor. Sovyetler Birliği'nde bu anayasa proletarya diktatörlüğünü tanımlayan, proletarya diktatörlüğünün örgütlenmesini tarif eden, mülkiyet ilişkilerinin ve ülkenin toplumsal yaşamının ne olacağını açıklayan ya da öngören bir metindir. Bu ilk sosyalist anayasayla Sovyetler Birliği 1936'ya kadar yönetilmiştir. Ve 1936'da yeni bir anayasa yapılmıştır. Bu yeni anayasa üzerine tartışmalar Türkçe kaynaklarda mevcut. Bunun mantığı ve çıkış noktasını Stalin net bir şekilde belirtiyor. 1924'de kabul edilmiş olan ilk Sovyet anayasasından bu yana "Sovyetler Birliği'nin yaşamında meydana gelen büyük değişiklikler bir anayasa değişikliğini zorunlu kılıyordu." "Bu dönemde SB'de sınıf güçleri arasındaki karşılıklı ilişki tamamen değişmişti" vb. Yani, ekonomik ve toplumsal durumdaki, sınıflar arasındaki ilişkilerin değişmesine bağlı olarak anayasanın değişmesinin gündeme geldiğini görüyoruz.
Türkiye'de devrimciler sık sık heveskar davranabiliyorlar. Burjuva kamuoyu araçlarının, odaklarının estirdiği cereyanlara kapılabiliyorlar. Bir anayasa modası oluştu. Bu, 1982 Anayasası’na karşı muhalefetten beri böyledir. Bu anayasa modasını, anayasa tartışması talebi modasını aslında başlatan, yürüten ve bütün iplerini elinde tutan kesinkes burjuvazidir. Bu bir tuzaktır, bütün siyasi kuvvetlerin, toplumun bütün değişik kesimlerinin siyasi rejime endekslenmesini, onun içine çekilmesini, sonuçları nesnel olarak böyle bir rol oynayan bütün diğer toplumsal kesimleri burjuvazinin yedeklemesine hizmet eden egemen sınıfların platformu ve zeminidir her şeyden önce. Devrimcilerin böyle bir zeminden uzak durması, böyle bir zemin üzerinde devrimin örgütlenemeyeceğini, böyle bir zemin üzerinden en iyi olasılıkla reformizmin örgütlenebileceğini, burjuvaziye yedeklenmenin örgütlenebileceğini görmeleri gerekir.
Kürt ulusal hareketinin, ulusal kurtuluş- çu devrimin kazanımlarının ve gelişiminin bir sonucu olarak gündeme gelen anayasa değişikliği talebinin özel olarak ele alınması gerekiyor. Bu, Kürdistan'daki ulusal kurtuluşçu devrimin gelişmesinin bir aşaması ve bu gelişmenin bir ifadesi, sonucu olarak açığa çıkmış bir taleptir. İstemin formüle edilişi çok önemli değil, ulusal kurtuluşçu devrim gelişmiş, bir yandan silahlı bir savaş içerisinde büyürken, diğer yandan da savaştığı düşmana karşı ben seninle aramdaki sorunu siyasi şekilde, anayasal şekilde de çözebilirim demiştir. Bunun bir ifadesi olarak anayasa talebi gündeme gelmiştir. Bu talebi değerlendirirken hareketin ulusal niteliğinin mutlaka dikkate alınması gerekir. Çünkü, salt Kürt ulusal kimliğinin yalnızca ve sadece Kürt ulusal kimliğinin ve kültürel haklarının tanınmasını kabul eden bir anayasa bile olsa bu, Kürt halkı açısından, geriye doğru bütün tarihine baktığımız zaman, hiç değilse cumhuriyet tarihine baktığımız zaman bu, önemli bir reformu, ulusal çerçevede önemli bir ilerlemeyi kapsar. Burjuvazinin Kürdistan'daki politikası, sömürgeci politikası yine de yürürlükte kalabilir, ama örneğin onun asimilasyon politikası, Kürtsüzleştirme, Türkleştirme politikasını kırmak, darmadağın etmek anlamına gelir. Zaten kırılmıştır. Bunun düşman nezdinde de resmi bir nitelik, hukuki bir nitelik kazanması anlamına gelir. Buradaki talep az çok gerçekçi bir niteliktedir.
Az çok gerçekçi niteliği şuradan gelmektedir. Birinci olarak, zaten Kürdistan'da başlamış bir ulusal kurtuluşçu devrim vardır. İkinci olarak, Kürt halkının çok büyük kitlelerinin böyle bir talebin gerisinde durduğunu görmemiz gerekir. Dolayısıyla bir devrimci dönemde, bu devrimci dönemin gerisine düşüyor olmasına rağmen, Kürt ulusal hareketinin bu tür talepleri ileri sürmesi düşmana darbeler indirmek, düşmanın saflarında bölünmeler yaratmak, kendi kuvvetlerini birleştirmek anlamında ulusal bilincin gelişmesi, Kürt ulusal bütünlüğünün oluşması anlamında değer taşır.
Şöyle bir tartışmanın yapılması da tamamen olanaklıdır: Türk egemen sınıflarının, Türk faşist diktatörlüğünün bu talebi kabul etmesinin tamamı, sorunun çözümünde burjuvaziyi muhatap almak anlamına gelir. Diğer bir anlatımla da artık bugünkü Kürt ulusal kurtuluşçu devriminin birleşik bir devrimle zafere ulaşmasının, devrimci bir yoldan derinleşmesinin imkansız olduğu, dolayısıyla sömürgeci güçlerle şu ya da bu düzeyde uzlaşmayla sonuca gitmeye çalışıldığı anlamına gelir. Veya bütün bunları, söylediklerimizi bir yana bırakacak olursak, Kürt ulusal sorununun burjuva çerçevede çözümüne yönelmek anlamına gelir. Varsayalım ki, ayrı bir Kürt devletine kadar uzanabilecek bütün açılımlar, diyelim ki, federal bir devlet sistemi, Kürt-Türk cumhuriyetlerinin birliğinden oluşan, ulusal hareketle Türk devletinin anlaştığı böyle bir devleti düşünelim. Bu durumda devletin siyasi sistemi ve temelleri dolayısıyla buna bağlı olarak anayasası tümden değişir, ama toplumsal ve ekonomik sistem değişmeyecektir. Kürt ulusunun ulusal varlığı kabul edilecek, belki bunun burjuvazi tarafından son kertede kabul edilebilir en geniş biçimi olarak, en ileri biçimi olarak bir federasyon kurulacak, ama bugünkü ekonomik ve toplumsal ilişkiler bütünüyle devam edecektir. Burjuva çerçevede çözüm de zaten bu demektir. Böyle bir çözüme ulaşılabilinir mi, böyle bir çözüm için kuvvetler hazır mı? Karşılıklı kuvvetlerin durumu ne? Bugün için burjuva karşıdevrim cephesinin böyle bir çözüm için hazır olmadığı çok açık bir gerçektir. Ama burada bizi ilgilendiren ve vurgulanması gereken en önemli nokta şudur. Kürt ulusal sorununda "anayasal çözüm" veya "siyasal çözüm" denilen şey, ulusal sorunun burjuva bir çerçevede (o da hangi düzeyde çözüldüğünden ayrı olarak, bu daha ileri düzeyde de olabilir en geri düzeyde de olabilir.) çözümü anlamına gelecektir. Ulusal hareket açısından bu durumun kendi başına tartışılması imkan dahilindedir. Yani ulusal hareketin gelişiminin bir aşaması olabilir, mola verdiği bir durak olabilir bu. Kuvvet biriktirdiği daha sonra ileri çıkışlar yaptığı bir aşamanın girişi olabilir vb. Ama yine de bu, ulusal hareket açısından burjuva çözüm demektir, ya da burjuva çözüm yolundaki bir adımdır. Tabi, ulusal hareket açısından, siyasi bakımdan yine de gerçekçidir. Çünkü bu talebin arkasında duran devrim, bu talebin burjuvazinin elinde oyuncak olmasının çok da kolay olmadığı anlamına gelir. Fakat emperyalist stratejileri, emperyalistlerin Türk burjuvazisine bu konudaki desteklerini de unutmamalıyız.
Eğer Kürt ulusal sorununun burjuva çözümü, Türk egemen sınıfları ve faşist rejim için kabul edilebilir hale gelirse, bunun anlamı; özgürlük sorununun devrimci yoldan değil de burjuvazinin önderliği altında, burjuva demokrasisi yönünde anayasal bir yoldan çözümü yoluna girilmiş olacağıdır. Türk egemen sınıfları Kürt ulusal sorunu için bir anayasal çözümü kabul edecek noktaya getirilirse, MGK faşist diktatörlüğünün uygulayıcıları doğrudan doğruya böyle bir uzlaşma noktasına gelirlerse ya da getirilirlerse toplumun gündemindeki, siyasal mücadelenin gündemindeki ana konu olarak özgürlük sorununun devrimci bir yoldan değil de anayasal bir yoldan çözümü sürecine girdiğimiz anlamına gelir. O zaman devrimin bir dizi sorununun o koşullar altında yeniden ele alınması ve düşünülmesi gerekir. Bugünkü koşullar altında soldan devrimcilik adına, devrimin örgütlenmesi ve yığınların devrime hazırlanması adına anayasa tartışmalarına ortak olan, anayasa talebini ileri süren, anayasa talebini ön plana çıkaran, anayasa talebi temelinde mücadeleyi geliştirmeye çalışan bütün akımlar, bu akımların geçmişteki kimlikleri, ne olursa olsun, nesnel olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin anayasa değişikliği stratejisine, tedricen geliştirilecek bir burjuva demokrasisi stratejisine bağlanmaktadırlar. Nesnel olarak onun değirmenine su taşımaktadırlar.**
Bugün anayasa talepleri arasındaki farkları kitlelerin kolayca anlayacağı sanıl- mamalıdır. Kaldı ki bütün anayasa önerileri burjuva demokrasisi çerçevesinde kalmaya mahkumdur. Açıktır ki, tartışmanın inisiyatifi burjuvazinin elindedir. ÖDP, EMEP'in dile getirdiği; ordunun, polisin demokratikleştirilmesi gibi tartışmaları bunu gösteriyor. Örneğin, belki Sabancı, polisimden memnunum diyecek, EMEP, ÖDP; ben polisten memnun değilim, polisi demokratikleştirmek lazım tezini savunacak. İçindeki faşistleri, şunları bunları atmak, ayıklamak lazım, onu da denetim altına almak lazım diyecekler. Böyle bir fark olacak. Ama sonuçta genel tablo, ileri sürecekleri anayasa planları, anayasa önerileri kaçınılmaz olarak burjuva demokrasisi çerçevesinde kalmaya mahkumdur. Burjuvazi daha güçlü olduğu, daha örgütlü olduğu, daha hazırlıklı olduğu için ve düzen onun düzeni olduğu ve de tabi ki en önemlisi iktidarı elinde tuttuğu için bugünkü siyasi ortam bütünüyle onun çıkarlarına uygun işlediği ve işletildiği için bu türden taleplerin onu güçlendirmesi, onun politikalarını güçlendirmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu talebin gerçek sahibi aslında burjuvazidir. Gerçek sahibi emekçiler, işçiler değildir, burjuvazidir. Bütün dereciklerin ırmaklara ve bütün ırmakların denizlere doğru akması gibi, anayasa talebiyle ilgili irili ufaklı bütün toplumsal kesimlerin küçük, minnacık veya büyük taleplerinin burjuvazinin, anayasa havuzuna doğru akması, onu beslemesi kaçınılmazdır. Bugünkü durumda bu tür taleplerin yerine getireceği işlev; kitlelerde barışçı hayaller, uzlaşmacı hayaller yaymaktadır. Başka sonuçlar verebileceğini beklemek tam bir körlüktür.
Sonuç Yerine
Kolayca anlaşılacağı gibi, esasen önerilen anayasaların içeriğiyle ilgili değiliz. "Sizin anayasa taslağınız var mı?", "siz nasıl bir anayasa öngörüyorsunuz", "Yığınların anayasa talebi karşısında ilgisiz mi kalacağız", "Niçin burjuvazinin, egemen sınıfların anayasa önerisinin karşısına, solcuların, sosyalistlerin, devrimcilerin önerisiyle çıkmayalım ki" vb. sorular devrimcileri düzeniçiliğe davet etmektedir. Marksist leninist komünistler bunu deşifre edebilecek politik deneyime ve olgunluğa sahipler.
Öngörülen ister sosyalist, ister sosyalizme açılan halkçı, demokratik, isterse ide- alize edilmiş haliyle burjuva demokratik bir anayasa olsun, fark etmez. Sorunun esası, mevcut koşullar altında anayasa talebi ile işçi sınıfı ve ezilen, sömürülen milyonların faşizme karşı özgürlük mücadelesinin devrimci bir çizgide geliştirilip geliştirilemeyeceğidir. Anayasa talebinde yığınları devrimci hedeflere, devrimin önündeki engellere yönelten, yığınların yıkıcı eylemini örgütleyen, kışkırtan, güçlendiren bir yan yoktur. Devrim en basit, sıradan anlamıyla eskiyi yıkmak demektir. Eskiyi yıkmadan yeniyi yapamazsınız, kuramazsınız. Anayasa talebi, yıkmadan kurmaya soyunmak anlamına geldiği için, reformist olduğu kadar da saçmadır. Eskiyi, faşist rejimi ve onun üzerine oturduğu işbirlikçi tekelci kapitalist düzeni, emperyalist bağımlılığı, ancak ve ancak devrimci yığınları onlara karşı politik bir ordu olarak savaşa seferber ederek, muazzam yıkıcı -zaten yıkıcı olduğu için devrimcidir- eyleme seferber ederek, yenilgiye uğratabilirsiniz.
Her çeşit anayasa talebi temelinde mücadele perspektifinin (ve anayasa talebinin) karşısına, devrimci programımızı, toplumun değişik ezilen, sömürülen kesimlerinin bütün taleplerini sahiplenip, devrimci programımızın hedeflerine yöneltip, bağlayacağımız devrimci programımız temelinde mücadele perspektifini koyuyoruz. Programımız, yığınların savaşımını yönelteceğimiz, yıkılması, tarumar edilmesi gereken hedefleri olduğu gibi, yerine koyacakları şeyi de-yapıcılığı da ayan beyan göstermektedir.
Program sorunları ve antiemperyalist demokratik devrim programının toplumun üzerine odaklandığı sorunlara getirdiği çözümlerin tartışılmasına, evet. Bütün güncel, kısmi, parça taleplerin devrim programına nasıl bağlanacağının ve yine işçi sınıfının ve ezilen, sömürülen milyonların girdiği bütün çarpışmaların program hedeflerine nasıl yöneltilebileceğinin tartışılmasına, evet. Ama anayasa önerilerinin tartışılmasına, hayır. Anayasa önerileri ile yığınlar arasında zaten güçlü olan reformist hayal, yanılsama ve yönelimlerin, beslenmesine, hayır. Devrimci harekete yönelen, düzenle ve faşist rejimle kavgaya tutuşma isteği büyüyen, ilerici yığınların devrimci enerjisinin anayasacılık oyunuyla harcanmasına, oyalanmasına, hayır.
* AB ve AB ile Türkiye gibi ülkeler arasındaki ilişkiler ayrı bir tartışma konusu. AB demokrasi aşığı falan değildir. Emperyalizmin temel eğilimlerinden birisinin de siyasal gericilik olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin AB’ye girmesiyle “demokrasi” geleceği burjuva liberal bir yanılgıdır. AB’nin Türkiye gibi ülkelerle ilişkilerini tayin eden öz, emperyalist çıkarlarıdır. Bu çıkarlar neyi gerektirirse ona göre davranacaktır.
** Kürt ulusal sorununun devrimci çözümü, yarısömürge, geri kapitalist düzenin ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin devrimle tasfiyesinde; somutlaşmaktadır. Marksist leninist komünistlerin Kürt halkına (ve Türkiye halklarına) önerdiği çözüm, Kürt sorununun “siyasal çözüm” olarak dillendirilen burjuva liberal çözümü değil devrimci çözümdür; devrim ve sosyalizm kavgasının zaferine bağlanmış çözümdür.