Kadın sorunu, insanlık tarihinin en eski sorunu olarak bilinir. Çünkü; kadın köleleşen ilk insani yaratıktır. Kadın, köle varolmadan önce köle olmuştur.
Genel olarak kadın sorununun özel mülkiyetin doğuşuyla ortaya çıktığını biliriz. Dolayasıyla sorunun ortadan kalkmasının da özel mülkiyetin tasfiyesine bağlı olduğunu, kadın sorununa karşı her düzeyde mücadelenin, özel mülkiyet dünyasına karşı mücadeleye kilitlendiğini de biliriz. Temel doğru bu olmakla birlikte, sorunun doğuşunu ve dolayısıyla ortadan kalkışının koşullarını, etkenlerini ve dahası sorunun büründüğü biçimleri kavramaya yetmiyor. Örneğin, kadın ile erkek arasındaki ilk işbölümü içindeki görevleri, ilkel komünal toplumdaki toplumsal niteliğini kaybettikten sonra, biçimleri değişse de bütün sınıfı toplumlarda özel hizmet niteliğe bürünerek olduğu gibi kalıyor; özel mülkiyetin tasfiyesinin gerçekleştiği sosyalizmin kuruluşu sürecinde, kadının özgürleşmesinin önünde büyük bir engel ve sayısız acılı mücadeleleri gerektirecek kadar büyük bir sorun olmaya devam ediyor.
Demek ki sorunu incelemeye, kadınla erkek arasındaki bu ilk işbölümünden başlayarak, toplumsal işbölümü, mülkiyet, aile ve yönetim (siyasal) işlerinin evrimi içinde ele almalıyız.
Diğer yandan, son dönem feministler, ‘marksizmin kadın sorunuyla ilgilenmekle birlikte kadın sorununu çözümleyemediğini, kadın sorununun teorik temellerini kuramadığını’ iddia etmektedirler. Bu iddia, boş olmakla birlikte yine de kavrayış eksiklikleri durumunda kafaları karıştırmaktadır. Kadın sorununun nasıl oluştuğu üzerinde duracağımız yazı, aynı zamanda feministlerin iddiasının boşluğunu da gösterecektir.
Çünkü marksizmin ustaları kadın sorununu, geçen yüzyılın son çeyreğinde kendilerinden önceki araştırmaların ortaya çıkardıklarının üzerinden ele aldılar. Bu araştırmaların materyalist yöntemle yeni bir analizi, konunun baş otoritesi Engels’in çalışmasının ana gövdesini oluşturur. Engels, öncellerin araştırmalarını, tıpkı onlar gibi tarih öncesi dahil olmak üzere yaşanmış ya da yaşandığı varsayılan insan topluluklarının, maddi yaşamın üretim süreci içinde birbirleriyle kurdukları ilişki ile soyun üretimi sırasında kurdukları ilişkinin karşılıklı bağlantısı ve birbirine etkileri üzerinde durmuştur. Biraz açımlarsak; insanlığın geçirdiği her bir evre, maddi yaşamın üretim tarzı (bu tarzın unsurları olan üretici güçler ve üretim ilişkileri) insan soyunun üretimi tarzı ile bağlantılı bir gelişme göstermiştir. Engels, “Ailenin Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni”nin birinci baskısının önsözünde bu bağımlılığı ve paralelliği şöyle kurar: “Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin, öbür yandandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip olduğu servet ne kadar az ise, kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve bununla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının iş gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir... (bu karşıtık devrime kadar gider..bn) Kan bağı üzerine kurulmuş eski toplum, yeni yeni gelişmiş sınıfların çatışması sonucu değişir; yerini,... devlet içinde örgütlenen aile rejiminin tamamen mülkiyet rejimi tarafından belirlendiği sınıflar çatışması ve sınıflar savaşımının .... özgürce geliştiği yeni bir topluma bırakır.”
Demek ki, üretici güçlerin geri, üretimin düşük olduğu ilk zamanların insan toplulukların gelişmesinde kan bağına dayalı örgütlenmenin etkisi daha belirgindir. Üretici güçler gelişip üretim arttıkça, kan bağına dayalı toplumsal örgütlenme tarihsel süreçteki etkinliğini kaybediyor. Bu iki durum, ailenin ve tabi kadının tarih boyunca geçirdiği evrimin, maddi yaşamının üretim tarzındaki gelişmeyle doğrudan bir bağlantı içinde olduğunu açıklıyor.
Bu yüzden Engels, kadın cins ile erkek cins arasındaki ilişki tarzının bütün, evrelerini ve aileyi, iş bölümü mülkiyet, sınıflar ve yönetme (devlet ) unsurları ile birlikte, bu unsurların gelişim seyriyle birlikte ele almış; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı başyapıtı oluşturmuştur.
***
İnsanlığın yabanıllık ve barbarlık denen ilk iki evresindeki buna marksizm, temel özellikleri nedeniyle ilkel komünal toplum demektedir- kadın sorunu diye bir sorun yoktur. Kadın ile erkek -toplumun tüm üyeleri arasındaki ilişkinin niteliği de aynıdır- eşit ilişkiler içindedirler. Kadın ile erkek arasında işbölümü vardır, ama bu doğal bir işbölümüdür. Bir cinsin diğer cins üzerinde özel hak ya da tasarrufunu getirmeyen, soyun üretiminin mekana bağlayıcılığı ile maddi yaşamın üretiminin hareketliliğinin gerektirdiği kadar bir farklılıktan başka bir özelliği olmayan işbölümüdür. Kadın; soyun üretimi ev ve evle ilgili işlere, erkek ise dışardaki işlere bakmaktadır. Topluluğun üyeleri maddi yaşam araçlarını kolektif olarak üretip kolektif olarak kullanmaktadırlar. Kadın ile erkek arasındaki ilişki de bu kolektivizmle uyumludur. İşbölümü döl alıp verme bakımından kurulmuş ve bunu tamamlayan bir işbölümüdür. İnsan soy zinciri anaya göre belirlenmekte; yani, analık hukuku bu ilişkileri temsil etmektedir.
İnsan topluluklarının tükettiklerinden fazla üretmeye başlaması, “dışarıdaki” üreticinin elinde fazlanın birikmesi, bu ilk insanlık aleminin yaşamını da köklü olarak değiştirmiştir. Eşit ilişkiler yerini, elinde fazlayı biriktirene, sermaye edinene bağımlılık ilişkilerine bırakmıştır. İşte kadın cinsle erkek arasındaki ilkel eşit ilişkiler bu elde fazlanın birikmesiyle, fazlayı biriktiren erkeğin kadını kendine bağımlı kılması, servetin ve çocukların “sahibi” olmasıyla da hukukun merkezine yerleşmesi izlemiştir. Bu gelişme içinde, kadın cinsi yanı sıra topluluk üyelerinin çoğunun yani erkeklerin de gens başkanının/aşiret reisinin egemenliği altına girişi de gerçekleşmiştir. Giderek; ürün fazlasını mülkiyet edinenler bir sınıf, mülkiyetten yoksunlar bir başka sınıfı oluşturmuş; artık insanlık sınıfı toplum dönemine geçmiştir. Bunu da bir, sınıfın diğer sınıfı yönetimi demek olan devletin doğuşu izlemiştir.
Engels, “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısını da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir” der. Kadın ile erkek cins arasındaki ilişki tarzı ve her iki cinsin konumlarındaki bu köklü değişiklik “analık hukuku“nun yıkılışı ile kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi, babalık hukukunun kuruluşu ile erkeğin kadın üzerinde özel nitelikte egemenliğinin başlangıcı olur.
Tarihsel olarak barbarlığın sonlarına doğru kadının (ve tabii erkeğin ) konumlarında, karşılıklı ilişkilerinde gerçekleşen köklü değişiklik, bu evrede maddi yaşamın üretim tarzında, mülkiyet ilişkilerindeki köklü değişikliğin sonucu olmuştur. Bu yeni durum/konum “uygarlık” denen bütün sınıfı toplumlarda biçim değiştirse de aynı özde kalmıştır.
Genel hatlarını belirttiğimiz bu gelişmenin hangi süreçte ve hangi etkenlerle oluştuğunu anlamak için ilkel komünal toplumu söz konusu bütün unsurlarla birlikte ele alacağız.
İlkel Komünal Toplum Ve Kadın Üretim tarzı
İnsanlığın tarih öncesi dönemi, olan ilkel komünal toplum, kendisinden sonraki toplumlardan pek çok temel olguyla ayrılır. İnsanlık bu evrede ilkel komünizmi, üretimde ve bölüşümde kolektivizmi yaşamıştır. Yani; mülkiyet, üretim, bölüşüm gibi yaşamın bütün diğer alanları, kan bağına göre oluşmuş insan topluluklarında (gens) ortaktır. İnsanlar birlikte üretir, birlikte tüketirler. İnsanlığın ilk evresini bilinçli bir biçimde ele alan ilk kişi Morgan(1) dır ve o, bu dönemi, yabancılık ve barbarlık olarak ayırır. Ancak burada söz konusu edilmesi gereken asıl sorun, ilk dönem ve uygarlık denen üçüncü döneme, yani sınıfı toplumlara nasıl geçildiğidir.
Morgan’ın kavramlarıyla tarih öncesi dönem, her ikisi de üçer ara aşamadan oluşan yabanıllık ve barbarlıktır. Yabanıllığın ilk evresinde insanlar yalnızca bitki kökleriyle yaşamlarını sürdürüyorlardı. Orta evresinde balık avcılığı yapıyor ve ateşi buluyorlar. Bu buluşları onları nehir ve deniz kıyılarını izleyerek yerleşim alanları kurmaya yöneltiyor. Yabanıllığın en son evresi, ok ve yayın keşfi ve avlanmada kullanılmasıyla karakterize oluyor. Yabanıllıkta, insanların maddi yaşamın üretimi etkinliğinin içeriği; ürünlerin doğada doğal şekliyle elde edilmesi ve yine hiçbir değişikliğe uğratmadan tüketilmesidir. Bu etkinliğe basit iş aletlerinin üretimi ve kullanımı eşlik ediyor.
Barbarlığın ilk evresinde çömlek bulunuyor. Orta barbarlıkta ise, batı yarımküresinde sulu tarım, barınma yerlerinin yapımı (mimari ) gelişiyor. Doğu yarım küresinde ise hayvanların evcileştirilmesiyle hayvancılık ve çoban aşiretleri gelişiyor. Son barbarlıkta demir bulunuyor, ergitiliyor; av ve ev aletleri yapılıyor.
Barbarlıktaki iktisadi etkinliğin esası; doğadan elde edilen ürünlerin herhangi bir değişikliğe uğramaksızın çoğaltılması, yani, ürün fazlasına ulaşılmasıdır. Doğa ürünleri elde etmede kullanılan aletlerin yapımında gelişme ve yerleşim alanları yapımında ilerleme gerçekleşiyor.
Uygarlık; doğa ürünlerinin olduğu gibi değil, hammadde olarak kullandığı dönem. “İnsanın doğal ürünleri hammadde olarak kullanmayı öğrendiği, asıl anlamda sanayi ve ustalık dönemi.” (Engels) Bu dönem fonetik alfabe ve yazının bulunmasıyla başlıyor. Uygarlık, sınıfı toplumların ilk biçimi olan köleci toplumla başlar.
Gens ve işbölümü
Yabanıllığa grup halinde evlilik denk düşüyor. Barbarlığa, iki başlı aile; uygarlığa ise tek eşli evlilik, daha doğrusu karı-koca evliliği denk düşüyor. İlk iki evlilikte soy zinciri kadına göre belirlendiği için analık hukuku hakim; kadın topluluk içinde saygın ve özgür bir konuma sahipken, kadın ve erkek cins eşit ilişkiler içindedir. Barbarlıkla uygarlık arasında, daha doğrusu ilkel komünal toplumdan sınıfı topluma geçiş ara evresinde, ataerkil aile ve analık hukukunun yıkılışı yer alır. Uygarlığa damgasını basan tek eşli evlilik ise; “ karı”nın “koca”nın özel egemenlik alanına girişi, babalık hukukunun hakimiyetidir.
Kadın sorununun doğuş koşulları asıl konumuz olduğu için toplumların evrimine bu özel yanı açıklığa kavuşturmak amacıyla bakacağız. Ancak sorunun, insan topluluğunun genel yapısı ve iktisadi-toplumsal etkinliği içinde nasıl oluştuğunu görebilmek için “yabanıllık ve barbarlık”tan oluşan ilkel komünal toplumu genel yapısıyla birlikte ele alacağız.
Yabanıllıkta görülen insan toplulukları genel olarak kan bağına dayalı, küçük topluluklardır. Bunlara gens deniyor. Gens yabanıllığın orta evresinde doğuyor, barbarlığın aşağı aşamasında gelişmesinin doruğuna ulaşıyor. İncelemeye konu olan Amerika’nın kızılderili kabileleri gens (gentilice) örgütlenmenin en yetkin biçimini sunuyor. Aşiretler ve kabileler, genslerden oluşan akrabalık/kan bağı ilişkilerine dayalı toplumsal örgütlenmelerdir. Bazı durumlarda birkaç aşiret ya da birkaç kabilenin birleşmesinden konfederasyon örgütlenmeleri doğar. Ama başlangıçta iki gense bölünen aşiretler, nüfuz artıkça daha çok gense bölünmekte, toplumsal örgütlenme de giderek büyümektedir.
İlk haliyle son derece yalın olan gentillice örgütlenme, “kendisini doğuran toplumsal koşullara tamamen uygun düşer. Bu koşullara özgü ve bu koşulların kendiliğinden kümelenmesinden başka bir şey değildir; bu biçimde örgütlenmiş bir toplum içinde doğabilecek bütün çatışmaları bir düzene koymaya yeteneklidir.”(2) Dış çatışmaları ise, savaşlar, yani aşiretler arası savaşlar çözümler. Sonuç, savaşan taraflarca kabul edilir; “savaşta bir aşiret yok olabilir ama köleleşmez.”(3) Gentillice örgütlenmesi büyük ama dardır. Bunun nedeni; “onda egemenlik ve kölelik için hiçbir yer bulunmamasıdır. İçinde haklar ve görevler arasında henüz hiçbir ayırım yoktur...”(4) Gens topluluğu, söylenenlerden anlaşılacağı gibi sınıfsal bölünmeye uğramamıştır; bölünme sayısal ve cinseldir. Dış çatışmalara konu olacak sorunların, oluşturulacak çözüm sınırları ise, aşiretler arasındaki av alanlarını ayıran tarafsız koruyucu ormanlarla belirlenmiştir. Nüfusun son derece seyrek yerleştiği genste işbölümü kendiliğinden, yani doğaldır; yalnızca cinsler arasındadır.
“Erkek savaşır, ava ve balığa gider, ilkel besin maddeleri ve bunların gerektirdiği aletleri sağlar. Kadın evde uğraşır, yiyecek ve giysileri hazırlar; yemek pişirir, dokur, diker. İkisi de kendi alanında egemendir; erkek ormanda, kadın evde. İkisi de yaptığı ve kullandığı aletlerin sahibidir. Erkek silahların, avcılık ve balıkçılık aletlerinin; kadın ev eşyalarının.”(5) Ev ekonomisi bütün gens üyeleri arasında genel olarak ortak, kullanılan ve işlenen herşey ortak; ev, bahçe, oyma kayık, vb. Sınıfı toplumlarda bir sahtekarlıktan başka bir anlama gelmeyen, “kişisel çalışmanın meyvesi olan mülkiyet fikri, yalnızca ve yalnızca burada geçerlidir.” (6)
Görüldüğü gibi ilkel komünal toplumun yabanıllık denen evresinde ilk işbölümü, kendiliğinden bir karaktere sahip, yalnızca cinse göre. Engels; “tarihte ilk işbölümü, kadınla erkek arasında döl alıp verme bakımından yapılan işbölümüdür.” diyor.
İnsan soyu üretiminin bu ilk eylemini soyun beslenmesi ve bakımı, yaşam ihtiyaçlarının giderilmesini sağlayacak sonraki eylemler tamamlıyor. Burada; doğan çocukların bakımı ve beslenmesi, evin ve yakın çevresinin işleri kadın için ilk işbölümünü tamamlayan unsurlar olarak varlar ve sonraki bütün süreçlerde de öz olarak değişmeden kalıyorlar. İnsanlığın yaşam macerasının ilk evresinde doğal olan, zorunlu da olan bu iş bölümü ve işler, toplumsal karekterlidir ve kadının toplum içindeki bu doğal ve zorunlu (zorunlu, çünkü; doğurma yeteneği yalnızca kadın fizyolojisine ait bir olgudur) rolü, ona saygınlık ve pek çok durumda üstünlük sağlar. Ama aynı işler ve aynı rol, sonraki süreçlerde bunu sağlayamaz. Tersine kadın cinsin analık rolü ve eve bağımlılığı, sonraki süreçlerde mülkiyet, üretim ilişkilerindeki değişikliğe bağlı olarak köleleşmesini kolaylaştıran elverişli zemin haline gelir. Bunun nasıl mümkün olduğuna geçmeden önce yabanıllıkta “aile” yapısına bakalım.
Aile ve Kadın
Yabanıllık döneminin bütününe grup halinde evlilik denk düşer. Grup halinde evliliğin kandaş aile diye adlandırılan birinci biçiminde kadınlar ve erkekler birbirleriyle doğuştan evli sayılır. Bu ailede karı-koca grupları, kuşaklara göre ayrılmıştır. Aynı kuşaktaki bütün kadınlarla erkekler doğuştan evli sayılır. Dolayısıyla, çocukların da çok sayıda babaları ve anneleri vardır. İki cins arasındaki ilişkinin bir tek sınırlaması var; değişik kuşaklara mensup kadın ve erkeklerin evlenememesi.
Engels, tarihin sözünü ettiği en yabanıl halkların bile kandaş aile üzerine kesin örnek vermediğini, ama kandaş ailenin varolmuş olması gerektiğini söylüyor. Ona göre, 19. yüzyıl sonuna kadar yaşayan “geri” halklardan, “yürürlükte olan Havaii akrabalık sistemi”, bir zamanlar kandaş aile biçimlerinin yaşanmış olması gerektiğini açıklamaktadır.
Bütün araştırmacılar yaşanmış aile biçimlerinin ne olduğu ya da olabileceği bilgisine, aile biçimlerine göre çok daha uzun süren ve çok zor değişikliğe uğrayan ve hala dünyanın pek çok bölgesinde değişik boyutlarıyla yaşayan akrabalık sistemlerini inceleyerek ulaşmışlardır. “Bütün kurallardan yoksun” aile biçimlerinden biri sayılan kandaş aile, zorlama ve sınırlamaların olmadığı bu döneme uygundur. Burjuva aydınların ve hıristiyanlığın misyoneri rolündeki din adamları ya da sömürge görevlilerinin çok karılılık ve çok kocalılık dönemi için; “ahlaksızlık, iğrençlik” gibi nitelemeler de bulunmalarını Engels, “toplumsal olaylara ahlak zabıtası gözüyle bakmak” olarak değerlendirmektedir. Marks’ta aynı iddialar karşısında; “ilkel çağlarda, kız kardeş karı idi ve bu durum ahlaka uygun idi” demektedir.
Miadını dolduran kandaş aile yavaş yavaş ortadan kalkarken evlilik ilişkileri de her seferinde bir önceki döneme göre sınırlamalara uğruyorlar. Bu gelişmeyi Engels şöyle açıklar; “Örgütlenmenin ilk adımı, ana babayla çocuklar arasındaki karşılıklı cinsel ilişkinin yasaklanması olduysa, ikinci adımı da, kardeşler arasındaki cinsel ilişkilerin yasaklanması olmuştur.” (7)
İkinci adım, birinciden daha önemlidir, ama uygulanması daha güçtür ve çok yavaş gerçekleşmiştir. Önce ana tarafından kardeşler arasında evlenme yasağı gelmiş, başlangıçta bu kural istisna iken zamanla genel hale gelmiştir. Giderek sınırlamalar artmış, erkek ve kız kardeşlerin çocukları ve torun, torun çocukları arasındaki evlenmeler yasaklanmıştır. Burada öneminden bahsedilmesi gereken şey; “kandaşlar arasındaki evlenmelerin sınırlanmış bulunduğu aşiretlerin, kardeşler arasındaki evliliğin kural ve yasa kaldığı aşiretlerden daha hızlı ve daha tam bir biçimde gelişmiş oldukları”(8)dır. Demek ki, iktisadi etken, artık toplum kurumlarının şekillenişi üzerinde etkisini giderek artırıyor.
İlkel insan topluluklarının temeli genstir. Gense dayalı ilkel aileler, en geç bir kaç kuşak sonra bölünmek zorundalar. Barbarlığın ortasına kadar süren ilkel komünal ev ekonomisi koşullara göre değişse de, en geniş aile topluluğunu gerektiriyordu. Kardeşler arasında evliliğin yasaklanması, eski toplulukların parçalanması üzerinde etkili olmuşlardır. Yeni toplulukların bazıları bir dizi kız kardeşten, bazılarının ise, çekirdeği erkek kardeşlerden oluşuyor. İşte grup halinde evliliğin ikinci çeşidi olan ortaklaşa aile bu gelişmelerden doğuyor. Havaii yöresinde kız kardeşler, kendi erkek kardeşleri dışındaki erkeklerin ortak karıları. Bu ortak kocalar birbirlerini kardeşleri olarak değil, can yoldaş ya da ortak diye çağırıyorlar. Bu evlilik, karındaşlığın dışında bir dizi erkeğin bir dizi kadınla ortaklaşa evliliğidir. Ki bu durum zamanla pek çok değişikliğe uğrayarak iki başlı evliliğe varıyor. Ama muhtemelen bu iki tür grup evlilik ve iki başlı evlilik yanyana, yaklaşık aynı zamanlarda değişik genslerde yaşama olanağı buluyor.
Analık Hukuku, Mülkiyet İlişkileri
Günümüze kadar gelen akrabalık sistemleri, insanların uygarlık öncesinde, hem de oldukça yaygın şekilde ortaklaşa evlilik aşamasından geçildiğini gösteriyor.
Engels; “eğer dini bütün misyonerler, tıpkı vaktiyle Amerika’da İspanyol keşişlerinin yaptığı gibi, hıristiyan ahlakına aykırı bulunan bu durumlarda yalnızca ‘tiksinti uyandırıcı’ birşey görmeselerdi, Havaii’de gerçek varlığı tanıtlanmış bu aile biçimini büyük olasılıkla bütün Polinezya’da görebilecektik”^) diyerek bu gerçeği dile getiriyor.
Grup halinde evlilik, bir dizi erkekle bir dizi kadının birbirlerine karşılıklı sahip oldukları bir evliliktir. Grup halinde ailenin değişik biçimleri içinde, bir çocuğun babasının kim olduğu bilinemez. Ama anasının kim olduğuna dair bir şüpheye yer yoktur. Bir ana, gensin bütün çocuklarını kendi çocuğu gibi saysa da, kendi doğurduğu çocukları öbürlerinden ayırdedebilir. Ama bu aile biçiminde erkeklerin kendi öz çocuklarını belirleme şansları yoktur. O yüzdendir ki, bu ailede soy zinciri anaya göre belirlenebilir. “Bütün yabanıl barbarların aşağı aşamasında bulunan halklardaki durum budur.” Bu gerçekliği bulgulayan Bachofen, miras ilişkilerinin biçimini “analık hukuku”olarak kavramlaştırıyor. Engels uygun görmemekle birlikte bu kavramlaştırmayı kabul etmiştir. Henüz hukuktan söz edilemeyecek bir dönemde ortaya atılan “analık hukuku”, temsil ettiği olguya denk düşmesi nedeniyle günümüze kadar gelmeyi başarmıştır.
Grup halinde evlilik, cinsler arasındaki ilişkilerde sınırlamalar artıkça olanaksız hale geldi ve bunun yerini giderek iki başlı aile biçimi aldı. Toplumsal gelişme de ilkel komünal toplumun ikinci basamağı olan barbarlığa ulaşmıştır. Önce yabanıllık’ı izleyen barbarlık’ın yapısal özelliklerine değinelim.
Daha önce barbarlık’ın çömleklikçilikle başladığını söylemiştik. Devamında; Batı yarım küresinde, sulu tarım ve mimari, Doğu yarım kürede ise yabani hayvanların evcilleştirilmesi ve hayvancılık, en sonunda da demirin ergitilmesi vardı.
Hayvanları evcilleştirenler, hayvan sürülerini yetiştirme ve korumaya geçtiler. Bunlar çoban aşiretleri oluşturdular. Böylece birinci toplumsal iş bölümü; hayvancılıkla tarımın ayrılması gerçekleşti. Çoban aşiretler hayvancılıktan başka, çeşitli besinleri de üretiyor, hayvanların yün ve derilerini işlemeye başlıyorlardı. Böylece ürünlerin değişimi için koşullar da oluşuyordu. Başlangıçta değişim gens şeflerinin aracılığıyla aşiretler arasında oluyordu. Bu değişim, tüm aşiretin adına idi; yani, henüz toplumsal karakterdeydi. “Aşiret” reisliği, toplum üyelerinin üzerinde yer alışına, sürülerin özel mülkiyet haline gelişine ve dolayısıyla bireysel değişime geçildi. Ve bu biçim egemen hale geldi. Davar, değişimin başlıca aracıydı.
Davar için çayırların düzenlenmesi ve tahıl ekimi zorunlu hale geldi. Ancak; “davar” için üretilen tahıl, kısa zamanda insan için besin haline geldi. İşlenmiş topraklar henüz aşiret mülkü (olarak – ç.n.) kaldılar, işlenmiş topraklardan yararlanma (hakkı) önce gense, daha sonra da, gens tarafından ev topluluklarına, son olarak da bireylere verildi. Yine de bireylerin kullanma hakkı dışında başka hakları yoktu.
Bu aşamada, hayvancılığın gelişmesi dışında dokuma tezgahları, kimi maden filizlerinin dökümü, altın ve gümüş işlenir ve kullanılır hale geliyordu. Hayvancılık, tarım ve ev sanayi kollarında üretim artışı, insan iş gücüne, kendisine gerekenden daha çoğunu üretmek yeteneği kazandırdı. Bu, gens ya da aile toplulukları başına düşen iş miktarını artırdı. “Bu yeni durumda, toplulukların işgücü ihtiyacını artırmayı gerektirdi. Bu sorun savaşlarla çözüldü.” Savaşla ele geçirilenler köleleştirildi. Yani, birinci toplumsal işbölümü olan hayvancılıkla tarımın ayrılması; üretim artışı, servet artışı ve nihayet köleliği getirdi. Toplum da ikiye bölündü; efendiler ve köleler, sömürenler ve sömürülenler. Sürüler, aşiret ya da gensin ortak mülkiyeti olmaktan çıkıp aile başkanlarının şahsında özel mülkiyete, aynı süreçte geçti.
Barbarlık ve İki Başlı Aile
Bütün bu gelişmeler, bir önceki aile biçimini de köklü değişikliğe uğrattı. Barbarlığa denk düşen aile, iki başlı evliliktir. Bu evlilik bir kadınla bir erkeğin beraberliğine dayanır. Yine de “çok karılık” ve “uygun fırsatlar da kaçamak yapmak” hakkı vardır. Bir kadınla bir erkeğin az çok uzun bir zaman bir arada olmasına dayanıyor olmasına karşın, evlilik bağı kolaylılıkla çözülebiliyor ve çocuklar yine eskisi gibi anaya ait oluyorlar.
“Ailenin ilkel tarih içindeki gelişmesi, başlangıçta bütün aşireti kapsayan ve içinde iki cins arasındaki evlilik ortaklığının hüküm sürdüğü çerçevenin durmadan daralmasına dayanır.... sonunda, daha da gevşek bağlarla geçici olarak birleşmiş bir tek çiftten başka bir şey kalmaz; bu, bozulması durumunda, her türlü evliliğin son bulacağı moleküldür”. (10) Ne var ki, bilindiği üzere, iki başlı evlilik bozulduğunda her türlü evlilik son bulmadı. İki başlı aile, yerini tek eşli aileye bıraktı. Bunun nasıl böyle olduğuna ayrıca değineceğiz. Şimdi yine iki başlı ailenin özelliği üzerinde duralım.
İlk karı-koca evliliğinin kurulması ile, kadınlar artık daha az bulunan birşey haline geliyor. Bu yüzden iki başlı evlilikten itibaren, kadınların kaçırılmaları ve satılmaları başlar. Araştırmaların ortaya çıkardığına göre, bu evlilikte eş seçimi, ilgili kadın ya da erkeğin değil, analarının karara bağladığı bir seçimdir. Erkek bir kadına, bir fiyat karşılığı sahip olur. Evlilik, eşlerden herbirinin isteğiyle bozulabilir, ama ayrılmaya karşı, o koşullarda da kamuoyu baskısı ve akrabaların aracılığı vardır. Ayrılma halinde çocuklar anaya kalır, eşler tekrar evlenmekte özgürdürler.
İki başlı aile, önceki zamanlardan devralınmış komünist ev ekonomisini ortadan kaldırmıyor. Komünist ev ekonomisi, çocukların gerçek babasının bilinmesinin olanaksız olduğu bütün durumlarda anaya büyük değer kazandırdığı gibi, ev içinde kadınların ağır basmasını sağlar. İlkel komünal toplumda kadın egemenliğinin somut temeli bu komünist ev ekonomisidir. Kadın yalnızca ailede değil, gens içinde de büyük güç, büyük saygınlık merkezidir.
Engels, insan topluluğunun doğal seçme yoluyla iki başlı aileye varmasını ve sonrasını şöyle değerlendirir: “İki başlı aile içinde, topluluk daha sonra o zamandan son birliğine, iki atomlu molekülüne indirgenmiş bulunuyordu: Bir erkek ve bir kadın. Doğal seçme, evliliklerdeki ortakları durmadan evlilik dışına atma yolundaki yapıtını tamamlamıştı; artık ona bu yönde yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Öyleyse, eğer yeni devindirici güçler, toplumsal güçler işe karışmasaydı, iki başlı aileden yeni bir aile biçimi çıkması için hiçbir neden yoktu.”(11) Öyle ya, iki cins arasındaki ilişki, artık başka bir parçalanmaya uğraması mümkün olmayan son, doğal biçimine; bir kadın ile bir erkeğin birliğine, özgür birliğine ulaşmıştı. Nasıl oldu da -insanlık- bu özgür birlikten, bir cinsin (kadının) köleliğine dayanan bir başka birliğe geçti? Engels’in dediği gibi; “bu yeni devindirici güçler (toplumsal güçler) işe karıştı.”(12)
Barbarlığın son aşaması kadını iki başlı evlilikteki konumundan köklü olarak uzaklaştıracak gelişmeleri beraberinde getirdi. Sürülerde ve diğer servetlerdeki artış, “iki başlı” gevşek evlilik ve analık hukukuyla uyuşamazdı. İşte, günümüze kadar süren ailenin ve kadının durumunda köklü değişiklik bu andan itibaren başlıyor.
Kadının Konumundaki Değişme ve Analık Hukukunun Yıkılışı
Önce şunu aktarmakta yarar var; “Geçinme gereçlerini kazanmak her zaman erkeğin işi olmuştu; bu iş için zorunlu araçları üreten ve bu araçların mülkiyetine sahip olan, erkekti.”(13) Barbarlığın orta evresinde yeni geçinme araçları sürülerdi ve onları evcilleştirmek ve korumak erkeğin işi idi. Dolayısıyla “davar erkeğe aitti tıpkı koyuna karşılık trampa edilen meta ve kölelerin ona ait olması gibi”. Buradan elde edilen kazanç erkeğe gidiyordu. Bundan kadın da yararlanıyordu, ama mülkiyette payı yoktu. Sonuçta çoban erkek, servet sahibi olarak birinci plana çıkarken, kadını ikinci plana itti. Çünkü aile içindeki işbölümü aynı kalırken, aile dışındaki işbölümü değişmişti. “Eskiden kadının evdeki üstünlüğünü sağlayan neden; kadının kendini tamamen ev işlerine vermesi olgusu, şimdi, evde erkeğin üstünlüğünü sağlıyordu.”(14)
Erkeğin evdeki gerçek üstünlüğü, mutlak gücünün son engelini de yıkıyordu. “Bu mutlak güç, analık hukukunun yokoluşu, babalık hukukunun kuruluşu, iki başlı evlilikten kerte kerte tek eşliliğe geçişle doğrulanmış ve süreklileştirilmiş oldu.”(age. s. 167)
Peki bu nasıl sağlandı. Engels bu işin, hiç de sanıldığı kadar güç olmadığını söylemektedir. Çünkü; “gensin bütün üyeleri önceden ne durumda iseler gene öyle kalabildiler. Yalnızca, gelecekte, erkek üyelerin çocuklarının gens içinde kalacaklarına, kadın üyelerin çocuklarının ise buradan çıkarılarak babalarının gensine geçeceklerine kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi.”(15)
İnsanlığın tanıdığı ‘en köklü devrimlerden biri’nin (Engels) bu kadar kolay gerçekleşmesini Marks, insanlığın ezeli kurnazlığı olarak görüyor: “İnsanın adlarını değiştirerek, nesneleri değiştirmeye götüren ezeli kurnazlık! Ve, dolaysız bir çıkarla dürtülünce, gelenek içinde kalarak geleneği yıkmak için bulunan dolambaçlı yol.”(Aktaran Engels)(16) Yani, insanlık soy ağacını anaya göre değil, babaya göre belirlemeye başladı. Bu baba, kendi çocuklarının babasıdır, artık “gerçek” çocuklar da yalnızca bu belli babanındır.
Evet, servetlerin artışı, servetin kime ait olacağı sorununu gündeme getirmişti. Servetin artışı erkeğe kadından daha önemli bir yer sağlıyordu. Artık gens içindeki eski ilişkiler kadar, kadın ve erkek arasındaki eski ilişkiler de süremezdi. Olması gereken oldu. İnsanoğlunun tanıdığı en köklü devrimlerden biri, bu sürede gerçekleşti. İki başlı aileyi ve kadın özgürlüğünü yıkan, “yeni toplumsal güçler ve koşullar” devreye girdi ve analık hukuku yıkıldı.
“Analık hukukunun yıkılışı, kadın cinsin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı; köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında sonra da klasik çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip, püslendi, alçaltıcı görünüşlere sokuldu, bazen yumuşak biçimler altına saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kaldırılmadı.”(17)
Bu ilk değişimde erkeklerin tekelci egemenliği, yalnızca kadınlar üzerinde gerçekleşmekle kalmadı; “özgür ya da değil belirli sayıdaki kimselerin, aile başkanının kaba otoritesi altında bir aile kurarak örgütlenmesidir...” Bu aile reisi çok karılı olarak yaşar. Kölelerin bir karısı ve çocukları vardır ve “bütün örgütlenmenin amacı, sınırları belli bir alan üzerinde sürülerin korunmasıdır.” En gelişkin biçimi Roma‘da görülen bu aile “bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü” demektir. Bu tek adam, çocuklar ve belirli sayıda köleyi babalık otoritesi altında tutar, onları yaşatma ya da öldürme hakkına sahiptir. Yani bu, yeni bir toplumsal örgütü belirtmek için türetildi.
İki başlı aileden tek eşli aileye geçişi sağlayan nedenler, şimdilik ataerkil aile biçimini yaratmıştı, bir adım sonrası tek eşli (karı-koca) aile ve uygarlıktır. Ataerkil aile (ya da ev) topluluğu, grup halinde evlilikten çıkan analık hukuku ile, modern dünyanın karı-koca ailesi arasındaki geçiş aşamasını oluşturan toplumsal örgütlenme biçimidir de. Burada erkek çok karılıdır. Örneğin Güney Slavlar da, aynı babadan gelen ve karılarıyla birlikte aynı çiftlikte oturan erkek çocuklarla birlikte çeşitli kuşakları kapsar. Bu aile (ev) topluluk üyeleri, tarlaları birlikte eker, ortaklaşa beslenir, ortaklaşa giyinirler ve ürün fazlasına da ortaklaşa sahip olurlar. Topluluk, evi dışarıya karşı temsil eden evin efendisinin yüksek yönetimi altında bulunur. Almanlar’da da iktisadi birim, birçok kuşak ya da birçok karı-koca ailesinden kurulu ve çoğunlukla köleleri de kapsayan “ev birliği”dir. Demek ki; “tarımın ve töresel köleliğin başlaması ve Aryen İtalyalılarla Yunanlıların ayrılmasından sonra kurulan Latin aşiretlerdeki katı aile sisteminden daha eski değildir.” Bu aile, “tohum halinde, yalnızca köleliği değil, toprakbentliği (servage) de kapsar. Sonraları toplum ve devletin içinde, geniş ölçüde gelişen bütün çelişkiler, minyatür halinde, modern ailenin içinde vardır.”(18) (Marks)
Bir erkeğin çok karılı olması, nihayetinde barbarlığın son aşamasından uygarlığın ilk adımına, köleci topluma denk geliyor. Daha doğrusu, özelliklerinden de anlaşabileceği gibi, erkeğin çok karılılığı durumu, köleliğin ürünüydü. Aile reisi ve onun oğullarından bazıları çok karılı olabilirdi. Yani, çok karılılık zenginlerin ve büyüklerin bir ayrıcalığıdır ve “kaynağı köle satın alınmasıdır; halk kitlesi tek eşli halde yaşar.”(19)
Bütün doğu toplumlarında, yakın zamanlara kadar ataerkil aile/topluluk biçiminde yaşamıştır. Yaşadığımız coğrafyada feodal aile tipinin ta kendisi olan ataerkil aile ve kalıntıları sürüp gitmektedir. Burada kadın, tamamen erkeğin insafına terkedilmiştir.
Bundan sonraki toplum biçimi kölecilik ve “tek eşli aile”dir. Öncesi iki başlı ailedir, iki başlı ailenin üzerinde sağladığı zafer, “uygarlığın” da belirtisidir. “Tek eşli aile, iki başlı evlilikten, artık taraflardan ikisinin istedikleri zaman çözemeyecekleri evlilik bağının sağlamlaşmasıyla ayrılır.”
Tek Eşlilik ve Kadın
Tek eşli evlilik, gerçekte yalnızca kadının tek eşliliğidir ve “babaları kesinlikle bilinen çocuklar yetiştirmek amacıyla erkek egemenliği üzerine kurulmuştur.”(Engels). Babalığın kesinlikle belirlenmesi gerekiyordu, çünkü yaratılmış zenginlikler bu babanın çocuklarına kalmalıydı. Bu evlilikte erkek, eski çok karılılık hakkından yasa katında olmasa bile yararlanır. Napoleon yasası bu hakkı, diğer eşin -metres- yasal eşinin evine getirmemek koşuluyla erkeğe tanır. Bu hak erkeğe töre tarafından tanınır. Kadın da, “çok kocalılığı” yaşamaya kalkışabilir; ama “bütün önceki dönemlerde olduğundan daha zorlu bir biçimde cezalandırılır.” (20) Yani, kadın, kocaya sadakat ve iffetini korumakla sorumludur.
Aile biçimleri araştırmacılarından Bachofen, tek eşliliğe geçişin kadınların eseri olduğunu söylemektedir. Engels, Bachofen’in bu buluşunu çok haklı bulmakta ve gelişmeyi şöyle değerlendirmektedir: “Bachofen, hetairisme ya da ‘sefihçe çiftleşme’ adını verdiği şeyden karı-koca evliliğine geçişin tamamen kadınların eseri olduğunu kesinlikle ileri sürdüğü zaman, birkez daha, söz götürmez biçimde haklıdır. İktisadi yaşam koşullarının, eski komünizmi yıkarak geliştiği ve nüfus yoğunluğunun da artığı ölçüde, geleneksel cinsel ilişkiler ilkel saflıklarını yitiriyor ve iffet hakkını, bir tek adamla geçici ya da sürekli evlenme hakkını bir kurtuluş gibi görmeye başlayan kadınlara, gitgide alçaltıcı ve ezici olarak görünüyorlardı.” Yani, kadınlar için değişiklik, bir zorunluluk ve istenir duruma gelmişti. Böyle bir değişiklik zorunluluğu erkekler için olamazdı. O nedenle, “Bu ilerleme kaynağını erkeklerden alamazdı; çünkü erkeklerin günümüze kadar, edimli gruplar halinde evlenme tatlarından vazgeçmek hiçbir zaman akıllarına bile gelmemiştir. Ancak kadınların iki başlı evliliğe geçişe meydan vermelerinden sonradır ki erkekler sıkı tek eşliliğe girebildiler -ama - gerçekte, bu tek eşlilik, yalnızca kadınlar içindir.”(21)
Söylenenlerden, gelişmelerin oluş mantığını yakalayabiliriz. Çok eşlilikten iki başlı evliliğe ve oradan da tek eşliliğe geçiş, “komünist” ekonominin yıkılışıyla -devreye giren iktisadi etken- doğrudan bağlantılı bir şekilde, daha doğrusu onun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kadın cinsin köleliğini beraberinde getiren, bir başka ifadeyle, kadın cinsin evsel köleliği üzerine kurulan bu yeni aile biçimi yine kadınların eseri oluyor.
Tek eşliliğe geçiş ve tek eşlilik, değişik bölgelerde ve değişik topluluklarda farklı biçimlerde, önceki aile biçimlerinin çeşitli unsurlarıyla karışarak gelişmiş ve tüm sınıfı toplumlara damgasını basan biçim olmuştur. Tek eşli aile biçimi, daha başında kadının köleliği üzerine kurulmuşken, başından itibaren tek eşli aileye fuhuş eşlik etmiştir. Aynı zamanda bu evlilikte kadınlar kocalarını aldatma fırsatını çoğunlukla buluyorlardı. Engels, “Kadınların alçalmasının öcü erkeklerin de alçaltılmasıyla alınmış oldu”(22) demektir.
Tek eşli evlilik, iki cinsin (kadın ve erkeğin) arasında, özgür bir seçimin, karşılıklı cinsel aşkın ürünü olmadı; olması da olanaklı değildi. Herşeyden önce bu evlilikte, evliliğe karar verenler, yine büyüklerdi. İkincisi, bu evlilik diğer bütün biçimlerden farklı olarak daha çok ‘iktisadi düşüncelere bağlı bir duruma geldi.’(23)
Tek eşli aile “doğal koşullar üzerine değil, iktisadi koşullar [yani özel mülkiyetin, ilkel ve kendiliğinden ortaklaşa mülkiyet üzerindeki yengisi] üzerine kurulmuş ilk aile biçimi oldu. Aile içinde erkeğin egemenliği ve yalnızca ondan olabilecek ve babanın serveti kendilerine kalacak çocukların doğması” içindir. Karı-koca evliliğinin, “Yunanlılar tarafından içtenlikle açıklanmamış gerçek erekleri işte bunlardır. Bununla birlikte, bu evlilik onlar için büyük bir yük, tanrılara, devlete ve atalara karşı, yerine getirmeleri gereken bir görevdi.”(24)
Öyleyse karı-koca evliliği, kadın ile erkeğin karşılıklı anlaşması ve uzlaşmalarına dayanan, “en yüksek evlenme biçimi” değil, tersine, bir cinsin öbürü tarafından uyruk altına alınması olarak, “bütün tarih öncesinin o zamana kadar bilemediği, iki cins arasındaki bir çatışmanın açığa vurulması olarak ortaya çıkar.” Kadınla erkek arasındaki bu karşıtlık, “ilk sınıf baskısı ile düşümdeştir.”(25)
Başlarda, Engels’in analık hukukunun yerine babalık hukukunun almasının, insanlığın o güne kadar tanıdığı en köklü devrim olarak nitelediğini belirtmiştik. Ancak bu “en köklü devrim” yalnızca toplumsal bir ilerleme değil, aynı zamanda görece bir gerilemedir. Önce yine Engels’e bakalım: “Karı-koca evliliği, büyük bir ilerlemedir; ama aynı zamanda, kölelik ve özel mülkiyetin yanı sıra, günümüze kadar uzanan ve bazılarının gönenç ve gelişmesi, bazılarının da acı ve gerilemesiyle elde edildiğine göre, o her ilerlemenin aynı zamanda görece bir gerileme olduğu çağı açar. Karı-koca evliliği, uygarlaşmış toplumun hücre biçimidir; biz bu biçim üzerinde, dolu dizgin gelişen uzlaşmaz karşıtlık ve çelişkilerin içyüzünü inceleyebiliriz.”^) Yani karı-koca evliliği, aynı zamanda sınıfı toplumların uzlaşmaz çelişkilerinin küçük bir minyatürü, sınıfı toplumun bütün ikiyüzlülüklerinin “aynası”dır.
Karı-koca evliliği, kendisiyle birlikte, erkeklerin, evli olmayan kadınlarla başlamak üzere ve giderek yaygınlaşan evlilik dışı ilişkileriyle birlikte vardır. Ve bu ikinci ilişki giderek açık fuhuş şeklini almıştır. Antik çağda -köleci toplum- kadın ile erkek arasındaki aşktan sözedilen her yerde, evlilik dışı ilişkiler vardır. Dinsel ayinler aracılığıyla da kadınlar üzerinden fuhuş yapılmaktadır. Köle kadınlar, bu yaygın fuhuşun en geniş kitleleridir. Köle emeğinin yanı sıra ücretlilik ortaya çıkınca, “köle kadının kendini verme zorunluğunun yanı sıra, özgür kadınların profesyonel fuhuşu da görüldü.”(27)
Grup halinde evlilikten kalan miras iki yanlıdır. “Tıpkı uygarlığın yaratığı herşeyin iki yanlı, ikircikli, iki yanı kesen, çelişik olması gibi; burada tek eşlilik, şurada en aşırı biçimi fuhuş dahil, hetarizme”. Ama yalnızca erkekler yararına korunan eski mirası! Hetarizme, toplumsal bir kurumdur, ama özellikle yönetici sınıflardan erkekler için “hoş görülen” toplumsal bir kurumdur. Kadınlar için ise, kınama ve aşağılanma vesilesidir. “Böylece, erkeğin kadın üzerindeki kayıtsız şartsız üstünlüğünü, toplumun temel yasası olarak bir kez daha açıklamak için, kadınlar toplum dışına sürülüp atılır.”(28)
Tek eşliliğin ikinci çatışması, erkeklerin serbest cinsel ilişki hakkının tamamlayıcısı olarak kadın tarafından erkeğin aldatılmasıdır. Bir tarafta; “hetarizme sayesinde yaşamın tadını çıkaran kocanın yanı sıra yüzüstü bırakılmış karı” vardır. Diğer tarafta; “elmanın yarısı erkek taraftan yenildikten sonra” kocayı aldatmayı öğrenen kadının” ödevine bağlı aşığı ve aldatılmış koca”(29) Engels’in deyişiyle; “erkekler, kadınlar üzerinde zafer kazanmışlardı; ama mağluplar galipleri (boynuzla) taçlandırma işini, mertçe üzerlerine aldılar. Karı-koca evliliği ve hetarisme’nin yanı-sıra eş aldatma, kaçınılmaz bir toplumsal kurum haline geldi- yasaklanmış, şiddetle cezalandırılan ama, yok edilmesi olanaksız bir toplumsal kurum.”(30)
Tek eşli evlilik erkeğin kendi çocuklarını mirasçı sayma ihtiyacından doğmuştu; ama daha başında sadece fuhuş değil eş aldatmayla tamamlanınca, babalığın belirlenmesi, gene bir meşru kanıya dayanır olarak kaldı. Engels’in keskin eleştirel analizi, babalık komedyasını tam olarak teşhir eder: “çözümlenmez çelişkiyi çözmek için, Code Napoleon şöyle buyurdu: ‘Madde 213.- Evlilik sırasında gebe kalınan çocuğun babası, kocadır’ Üçbin yıllık karı-koca evliliğinin vardığı yüce sonuç, işte budur!” Engels’in bu belirlemesinin üstünden bir yüzyıl daha geçti. Yüce uygarlık (!) bu arada Napoleon yasasına DNA testi ekleyebildi. Şimdiler de babalığı, DNA testleriyle arıyor. Parmak izi, ses rengi, yazı karakteri belirlemeleriyle birlikte az ilerleme sayılmaz!
Demek ki, karı-koca evliliği, sınıflara bölünmüş toplumlarda, “uygarlığın başından beri” çözemediği, çözmesi olanaksız çelişki ve çatışmalarıyla -aile çapına indirgenmiş haliyle- çırpınıp duruyor.
Tek eşli evlilik, beklenebileceği gibi, iki insan arasında, beğenilere ve duygulara göre seçimlere dayanmalıydı, iki cins arasında, bireysel cinsel aşkın eseri olmalıydı. Ama tek eşli evliliğin, aşka dayalı doğmadığını biliyoruz. Bu evliliğin daha en başında, fuhuş ve eş aldatma (zina) var; ona eşlik eden. Dahası, aşk adına bahsedilen herşey, tek eşli evliliğin arkadaşları olan evlilik dışında ve eşlerin aldatılması olaylarında yaşanabiliyor. İlkçağın roman ve şiirleri, hep bu tür aşkı, tek eşli evliliğin yoldaşı ve “yıkıcısı” olan aşkı anlatır. Engels, tek eşli evlilikte birlikte modern bireysel cinsel aşkın gelişebileceği temelin doğduğunu, ama tek eşli evliliğin cinsel aşka dayanmadığını, dayanamayacağını şöyle açıklıyor: “Durmuş oturmuş ve erkek egemenliği altındaki karı-koca evliliği özlüğü gereği, bunun böyle olmasına aykırıydı. Bütün tarihsel bakımından etkin sınıflarda, yani bütün yönetici sınıflarda, evlenme akdi, iki başlı aileden beri ne idi ise, o [olarak] kaldı; büyüklerin düzene koyduğu bir uzlaşma işi.”
Modern dünyanın egemenleri burjuvalar arasındaki evlilik de bir iş aktinden başka bir şey değildir. Bu evliliğe de yine büyükler karar verir. Kadın ve erkeklerin, az çok seçme özgürlüğünün olduğu durumlarda bile, bu evlilik, yine aynı özdedir. Bu yüzden burjuva toplumunun tek eşli evliliği de; “tek eşliliğin kapsadığı çelişkilerin en tam şekilde gelişmesidir; erkek tarafından, dört başı mamur aşk hetarisme; kadın tarafında, dört başı mamur eş aldatmak”tan başka birşey yoktur. (31) Burada yine Engels’in keskin eleştirisini aktarmak gerekiyor. “Durumun gereklerine göre yapılan bu evlilikte, eğer kadın alalede orospudan ayrılıyorsa, bunun tek nedeni, vücudunu, bir ücretli gibi, parça başına kiralamayıp bir köle gibi, bir seferde tamamen satmasıdır.”(32) Şu ünlü nikah işleri, işte bu toptan satma işinin resmi bölümüdür, düzen ve devlet katında meşrulaştırandır. Yaygın fuhuş ve eş aldatmayla tamamlanan tek eşliliğin ahlakı hakkında Engels Fourier’in şu ünlü sözünü aktarıyor; “Nasıl dilbiliminde, iki olumsuz sözcükten bir olumlama çıkarsa, tıpkı onun gibi evlilik ahlakında da, iki fuhuştan bir iffet çıkar.” Burjuva evliliği çok iyi tanımlayan bu sözler, kadın ve erkek açısından da ikiyüzlülüğün esas olduğunu, tartışmaya yer bırakmayacak netlikte anlatmaktadır.
Tek eşli evlilikte bireysel cinsel aşka, ancak ezilen sınıflar dünyasında rastlanabilir. Burjuva toplumunda bu, ancak proleterin evliliğinde rastlanabilir. Çünkü, proleter evliliğinde, erkek üstünlüğünü sağlayacak unsurlar yoktur. (Okuyanlar günümüz proleterlerini düşünerek, hemen itiraz edeceklerdir. Öyle ya; proleterlerin bir gecekondusu, ya da kooperatif evi, hatta arabası var! Hatta emeklilik ya da ölümü halinde karısı ve çocuklarına maaş kalmaktadır. Bunları tümünün sermaye birikimine konu olabilecek mülkler değil, yalnızca tüketime, geçinme araçlarına dahil olduğunu hatırlayınca, itirazdan vazgeçmelidir.) Dolayısıyla, onu karısı karşısında imtiyazlı kılacak, evliliği “iktisadi” unsura bağlayacak araçlara sahip değildir. “İşçinin karısı karşısında durumunda, koşullara göre, bambaşka kişisel ve toplumsal ilişkiler hüküm sürer.”(33) Burjuva toplumunda hukuk, yalnızca mülk sahipleri ile onların mülksüzlerle ilişkilerini düzenlemek içindir. Üstelik, büyük sanayi, kadını fabrikaya sürdüğünden beri, “proleterin evinde, erkek üstünlüğünün son kalıntıları da temelini yitirmiş oldu.”(34) Bu evlilikte erkeğin fuhuş, kadınınsa zina hakkı ya da pratiği için gerekli koşullar yoktur ya da çok cılızdır. Aslında, Engels’in dediği gibi “proleter evliliği, evlilik değildir; sözcüğün etimolojik (kaynağa değin) anlamında tek eşli biçimindedir, ama tarihsel anlamında asla tek eşli biçiminde değildir.”(35)
Tek eşli ailenin son temel özelliğine gelebiliriz. O da şu; tek eşli karı-koca ailesi, “açık ya da gizli kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur; ve modern (burjuva) toplum salt karı-koca ailerinden -moleküller gibi- meydana gelen bir kütledir.”(36) Burjuva toplumda varlıklı sınıflarda erkek, ailenin dayanağı olmak ve onu beslemek zorundadır. Ki bu durum ona hiçbir yasal ayrıcalığa gereksinmeden, egemen/otorite konumu kazandırır. Yani, “Aile içinde erkek, burjuvadır; kadın proletarya rolünü oynar.” (age., s.79)
Burjuva aileye, kadın aleyhine eşitsizlik önceki sınıfı toplumlardan miras kalmıştır. Bu eşitsizlik “kadının evde iktisadi baskı altında kalışının nedeni değil, sonucudur.” Bu durumun, servetlerin çoğalışı ve tek ellerde toplanması sırasında, mülkiyetin doğması ve erkek eline geçmesiyle oluştuğunu görmüştük. Ev içinde konumlanmalardaki değişiklik de bu duruma paralel oldu. İlkel komünal toplumun komünist ev ekonomisi çöktü; kadının toplumsal karakterdeki, nitelikteki bütün işleri “özel” nitelik kazandı. Şöyle; kadın eskiden tüm toplum adına ev ve ev yönetim işleriyle uğraşıyordu. İnsan soyunun üretimi ve bakımı da toplumsal, toplum adına yapılan işti. Ama sonradan bu değişti. Kadının hem ev işi, hem de çocuk doğurma ve bakma işleri, tek bir erkek/ koca (ve tabii çocukların babası ) için yapılan özel niteliğe büründü; toplumsal bakımdan ise değersizleşti. İktisadi açıdan kadının evde bu özel çalışmasının yarattığı bir değer yoktur. Bir de Engels’e başvuralım: “Çocuklarıyla birlikte birçok evli çifti kapsayan eski komünist ev ekonomisinde kadınlara bırakılan ev yönetimi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi toplumsal zorunluluk taşıyan bir kamu işiydi. Ataerkil aile ve ondan da çok tek eşli olan bireysel aile ile birlikte, herşey değişti. Ev yönetimi kamusal niteliğini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmeyen bir özel hizmet haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın bir baş hizmetçi oldu.” (37)
Karı-koca aile kapitalist toplumun hem en küçük birimi; hem de sınıfı toplumun bütün çelişkilerinin incelenebileceği minyatürü. Tüketim birimi, üretim değildir. Ancak kapitalizm, aynı zamanda kadını fabrikaya sürerek, kadın cinsin yeniden toplumsal üretime girişini sağlamıştır. Fakat bu, kadın cinsin ilkel komünal toplumda olduğu gibi kurtuluşunu/özgürlüğünü getirmemiş, tersine, kadını hem maddi yaşamın üretiminden hem de soyun üretiminden, biri genel diğeri özel iki ayrı nitelikte işle başbaşa bırakmıştır. Fabrikaya, işliklere ya da bürolara sürülmüş proleter ve emekçi kadın, hem buradaki işten sorumludur, hem de evdeki işlerden. Çocuk doğurmak ve bakmak, kocanın hizmetini görmek ve bu ikisinin yanında ev işlerinin tümünü yapmak zorundadır. Ve kadın, “eğer, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirmek isterse, toplumsal üretimin dışında kalır ve birşey kazanamaz; buna karşılık, eğer toplumsal üretime katılmak ve kendi hesabına kazanmak isterse, ailesel görevlerini yerine getirmekten uzak kalır.”(38)
Sonuç
Demek ki analık hukukunun yıkılıp babalık hukukunun kuruluşu, yani tek eşli karı-koca evliliğinde bunun somut ifadesini buluşu “insanlığın tanıdığı en köklü devrim”, yalnızca insanlığa ilerleme sağlamamış; kadın ve erkek arasındaki eşit-özgür ilişkilerin yokolması, kadının köleliği, fuhuş ve eşaldatmayı da insanlığa hediye etmiştir. Hem de büyük acılar, yıkımlar, büyük ikiyüzlülükler, “çıkar birliklerini iffet olarak yüceltme pahasına. İnsanlığı babalığın tespiti gibi saçmalıklarla uğraştırması, bu nedenle namus uğruna kan ve gözyaşı denizine sevketmesi de cabası. Bunlar da önceki aile biçimlerine göre, özel olarak analık hukuku dönemine göre, “toplumsal gerilemelerdir.
Şimdi baştaki soruya dönebiliriz; ilkel komünal dönemde, yaptığı işler (soyun bakımı ve ev yönetimi) toplumsal karakteri nedeniyle kadına saygınlık ve egemenlik sağlamasına karşın, tek eşlilikle birlikte -ataerkilden başlayarak- aynı işler özel niteliğe bürününce kadının aşağılanmasının, köreltmesinin, toplum dışına itilmesinin, giderek evin dört duvarı arasına hapsedilmesinin nedeni haline gelmiştir. Özel niteliği sağlayan; servetlerin artışının erkeğin hanesine kaydolması (ve bu yoldan mülkiyetin doğuşu -işe karışan iktisadi unsur) ve bunun sonucu olarak babalık hukukunun doğuşudur.
Kadının eve kapanması, ev işi-çocuk-koca üçgeni arasına sıkışması onu, iktisadi alan yanında toplumsal yaşamdan soyutlamış, siyasal alanda etkinliğini de olağanüstü sınırlamıştır. Aslında, kadın cinsin ataerkil aile ile başlayan, tek eşlilikte doruğa ulaşan toplumsal işlerden kopuş macerası, onu, özel işlerin özel hizmetlisi haline getirmiştir. Bu yüzden Engels, kadın cinsin kurtuluşunun/özgürleşmesinin ilk koşulunun, yeniden bütün kadın cinsin toplumsal üretime dönüşünde görmüştür. Çünkü “.üreten toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın-erkek eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı ortaya çıkar. Kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce, geniş bir toplumsal ölçek üzerinde üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir.”(39)
Daha kapitalist toplumdayken, kadın cinsin fabrikaya çekişiyle birlikte, hem iktisadi olarak erkeğe, evdeki patrona karşı görece bir “bağımsız”lık elde etmesi, hem de proleterin evinde erkek egemenliğinin temelerinin “yıkılması”, Engels’in öngörüsünün doğrulanması oluyor. Zaten Engels de, kapitalist düzenin proleter ailesini inceleyerek, geleceğin aile yapısının nüvelerini tespit etmiştir. Rusya’da Ekim sosyalist devrimi gerçekleştiğinde, yeni düzen, sovyet düzeni tüm kadın cinsin toplumsal üretime dönüşünün olanaklı olduğunu, insanlığın gözleri önüne serdi. Dahası, kadın cinsin köleleşmesinin önkoşulu/maddi temeli olan -ya da devreye giren iktisadi unsur- özel mülkiyetin ortadan kaldırılışı süreci, ezilen cinsi kurtuluşunun gerçek temeline kavuşturmuş oluyordu. Ancak özel mülkiyetin tasfiyesi ile yani mülkiyetin toplumsallaştırılması; kadın sorunun çözümü/kadın cinsin özgürleşmesinin yaratılması olur.
Rusya’da devrim hükümetinin, kadın cinsin erkek cinsle her konuda eşitliğini ilan ettiği ilk kararname, aslında, iki cins arasındaki eşitsizliği bütün örtülerinden sıyırıp, çıplak hale getirdi. İşte o andan itibaren, kadınla erkek arasındaki eşitsizliklerin, kökleriyle birlikte ortadan kaldırılması için her cephede büyük tarihsel mücadele başlayabildi. Engels, bu gelişmeyi, yine önceden görmüş ve şöyle demişti: “erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak, erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık gösterecektir.” (40)
Ve tayin edici pratik adım ise, ev ekonomisinin yıkılarak, ev işi ve çocuk bakımının toplumsallaşması olacaktır. Kadını evin dört duvarı dışına çıkaracak, asırlardır omuzlarında ağır yükünden, ev işi, çocuk bakıcılığı, kocanın özel hizmetçiliğinden; kurtarılmadıkça, kadının özgürleşmesinden bahsedilemeyeceği gibi, sosyalizmin başarısından, dahası proletaryanın gerçek kurtuluşundan da söz edilemeyecektir. Ekim devriminin büyük ustası Lenin, sorunu ve çözüm için gerekli mücadeleyi o günlerde şöyle formüle ediyordu; “Kadın, bütün özgürleşme yasalarına karşın, eskisi gibi ev-kölesi olarak kalıyor; çünkü onu mutfağa ve çocuk odasına kapatan ve onun yaratma gücünü düpedüz barbarca üretken-olmayan, bayağı, sinir törpüleyici, köreltici, yıpratıcı bir çalışmayla boşa harcatan ev ekonomisinin ayrıntılarıyla eziliyor, bunalıyor, köreliyor, aşağılanıyor. Kadının gerçek özgürleşmesi , gerçek komünizm, ev ekonomisin ayrıntılarına karşı, ya da daha doğrusu, sosyalist büyük ekonomi için onun kökten değiştirilmesi uğruna (devlet çarkının başındaki proletaryanın yönetiminde) yığın savaşımı nerede ve ne zaman başlarsa, ancak orada ve o zaman başlayacaktır.” Konumuz, yalnızca kadın sorununun nasıl, hangi etkenlerle ve hangi süreçte başladığını ele almaktı. O yüzden kadının kurtuluşu/özgürleşmesi sorunun temeline yalnızca, kadını köleleştiren koşullarla bağlantısını kurmak için değindik. Bu inceleme içinde görülecektir ki, “kadın sorunu” olarak formüle edilen olgu; özel mülkiyetin doğuşu ve bunun bir sonucu olarak, kadının ev ve çocuk bakımı ile ilgili işlerinin toplumsal karakterini kaybederek “özelleşme”si, dolayısıyla kadının bizzat kendisinin “özel”, erkeğe ait bir mal, tapulu bir eşya, köle haline gelmesidir. Bu olgular sınıfların ve nihayet devletin doğuşuyla tamamlanmıştır.
Kadının fuhuş aracı olması, ilk olarak dinsel ayinlerde gerçekleştiği gibi bütün büyük dinler, kadının konumunu kutsamış; ayrıca, kadının köleliğini “makul ve makbul” sayılması için büyük birer otorite olmuşlardır.
Öyleyse, bu durumda, kadın cinsin yeniden özgürleşmesi, sürecin tersine çevrilmesini gerektiriyor. Yani, siyasal ve toplumsal devrimle özel mülkiyetin ortadan kalkması ve kadının “asli işler”inden özgürleşmesi gerekir. Bu olgular, tıpkı doğuşlarında olduğu gibi sınıfların ve devletin ortadan kalkması süreciyle içiçe bir şekilde tamamlanacaktır.
Son sınıfı toplum olan kapitalist toplumda kadın sorunu, artık sermaye egemenliği temeline oturmuş, günümüzde proletarya önderliğinde bütün insanlığın kurtuluşunu bağlamıştır.
Kaynaklar:
1) Morgan; Amerikalı bir araştırmacı. Engels’in “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” eserini yazarken başvurduğu kaynaklardan biri ve başlıcası. Morgan’ın kitabının adı Eski Toplum’dur.
2) Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni s. 164
3) Aynı Yerde
4) Aynı Yerde
5) age, s. 164
6) age. s. 165
7) age. s. 44
8) age. s. 44
9) age. s. 46
10) age. s. 53
11) age. s. 58-59
12) age. s. 59
13) age. s. 167
14) age. s. 167
15) age. s. 61
16) age. s. 62
17) age. s. 62
18) age. s. 63
19) age. s. 66
20) age. s. 67
21) age. s. 58
22) age. s. 70
23) age. s. 83
24) age. s. 70
25) age. s. 70
26) age. s. 71
27) age. s. 71
28) age. s. 72
29) age. s. 72
30) age. s. 72
31) age. s. 75
32) age. s. 76
33) age. s. 76
34) age. s. 76
35) age. s. 77
36) age. s. 78
37) age. s. 78
38) age. s.78
39) age. s. 167
40) age. s. 79
41) age. s. 79