Patrick Kessel "Cezayir Savaşında Yaşananlar ve Cumhuriyette Bozulmanın Kısa Tarihçesi" adlı yazısı ile dökümanlara dayalı olarak sömürgeci-emperyalist Fransa'nın "hür dünya" adına yaptıklarının güzel bir resmini çizmiştir.
Bu yazı, 1960 yılında yayınlanmak üzere, FKP denetimindeki, bir yayınevine anlaşmayla verilir. Ancak çok geçmeden, yazı yayınlanmaz. Çünkü anlaşmayı yapan yayınevi müdürü görevinden alınır, mahkemeye verilir. Eski yayınevi müdürünü ihbar eden, yeni gelen yayınevi müdürü olur. Bu da FKP'nin sömürgeler ve ulusal sorunda sahip olduğu sosyal şoven politikalarının bir sonucudur.
Bugün Kürdistan'da yürütülen kirli sömürgeci savaşın, bir benzeri de 1954-1961 yıllarında Cezayir'de yürütüldü. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren güçlere karşı, yürütülen savaşın birbirine olan benzerlikleri dikkat çekici. Bugün hala kendisini "hür dünyanın temsilcisi" olarak gören emperyalist Fransa ve benzer ülkelerin gerçek yüzünü gösteriyor Cezayir pratiği. Yine bu pratik bize emperyalist güçler hakkında hayal beslemenin açık yanlışlığını kanıtlıyor. Cezayir emekçi halkı, genel insanlık tarihi içinde küçük ve kısa bir kesit olan yedi yılda, bir milyon insanını kaybettiği savaşla (her on Cezayirliden biri ölmüştür) bağımsızlığını elde etmesiyle tarihe ayrı bir zenginlik katmıştır. Bağımsızlık "bağışlanmamış", zorla alınmıştır. Bu kısa kesit, insan hakları ve emperyalizm olgusuna nasıl yaklaşılması gerektiğinin de verilerini sunuyor.
Patrick Kesel'in 26 sayfalık broşüründen kısa bazı alıntılar yaparak bugün yaşadığımız savaş ortamıyla Cezayir'in benzerliklerini göstermeyi, enternasyonal proletaryanın ve emekçi halklarının kurtuluşunun ancak mücadeleden geçtiği gerçeğini bir kez daha vurgulamayı uygun bulduk.
***
31 Ekim-1 Kasım 1954 gecesi, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) güçleri, aynı anda, Fransızlara ait askeri ve sivil 50'den fazla noktaya yönelik askeri eylemler gerçekleştirdi. Bu eylemler serisi, Cezayir ulusal kurtuluş savaşının başlangıcı olarak anılır.
Dönemin, Fransız generallerinden Cherriere, "Biz olayı geleneksel olarak karşılaştığımız bir aşiretin başkaldırısı zannettik, bu nedenle, eylemi gerçekleştirenleri saptar ve askeri önlemleri artırırsak, işin sonunun geleceğini düşünüyorduk" diyordu.
İlk harekete geçen yine basın oldu. Basın, isyancılara karşı güvenlik önlemlerinin artırılması, örnek teşkil edecek cezalandırmaların yapılmasını savunuyordu. Fransız devleti, hemen yasal olan MTLD (Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketi)'nin kapatılması kararını aldı. Polis hemen harekete geçerek, 200'ün üzerinde kişiyi, politik görüşlerinden dolayı tutukladı.
Emperyalist-şoven propaganda ayyuka çıkarılıp, isyancıların derhal ezilmesi istenerek, "Cezayir Fransa'dır… Görüşmenin tek biçimi var, o da savaştır" politikası, Fransız emperyalizmin temel yaklaşımı haline getirildi. Dönemin İçişleri Bakanı François Mitterand(1):
"Fransa cumhuriyeti ne demektir?" diye sorduktan sonra, anayasalarında belirlenen sınırlar içinde, "Cezayir, Fransa'nın merkezinde bulunan bir eyaletten farksız olarak, Cezayir Fransa'dır" şeklinde bir deklarasyonu olayların daha başlangıcında ilan etme ihtiyacı duymuştur.
Cezayir için "Burası Fransa'dır" dedikleri topraklara ve bu topraklarda yaşayanlara yönelik hava saldırıları 12 kasımda başlatılınca, "Fransa toprakları" böylece saldırıdan nasibini almakta gecikmedi.
Ulusal kurtuluş savaşının ilk başladığı bölge olan Aures, hükümet tarafından "güvenlik bölgesi" ilan edildi. 20 kasımda köylerin üzerine 50.000 bildiri atılarak, bölgenin insansızlaştırılması talep edilmekteydi. 200.000 insanın yaşadığı bu bölgede, 1600 kişi bu çağrıya uydu. Elbette geriye kalanlar için gerekçeler hazırlanmıştı. Bölgenin bombalanması halinde, ölenler suçluydu(!). Çünkü, "memleketlerini terk etmeleri için önceden haberdar edilmişlerdi."
Çok geçmeden, katliamlar ve sorgulamalar öyle ileri boyutlara ulaştı ki, burjuva liberal bir çok kişi bile, bu durumda devleti sorumlu gösterme durumunda oldu.
29 kasımda, askeri bir operasyon sırasında, Fransız bir komutanın ölümü üzerine, dönemin başbakanı Mendes France ve İçişleri Bakanı F. Mitterand, hükümetin bir "reform" (doğrusu değişiklik –b.n.) yapmasını ve bu değişiklik önergesine göre, 1947'de çıkarılan bir yasa çerçevesinde, Cezayir'e tanınan statü(vilayet olarak kabulü)'nün temel alınması öneriliyordu. Bu statü, Cezayir'in asimile edilmesini esas hedef gösteriyordu.
Dönemin önde gelen emperyalist-burjuva politikacılarından Michel Débre (Şimdiki İçişleri Bakanı'nın babası –b.n.) "Fransa'nın nefsi müdafa hakkını kullandığını, Cezayir'in Fransa'nın olmaya devam edeceğini" ve "Fransa'nın 'hür dünya' adına orada bekçilik yaptığını, 'hür dünya'nın çıkarları için bu savaşı sürdürdüklerini" açıklayarak, "hür dünya" olarak tanımlanan kapitalist emperyalist kampın desteğini istiyordu.
Çok yönlü saldırıların yanısıra; egemen sınıflar geçmiş sömürgeci savaşlardaki deneyimlerinin de etkisiyle, "sorunun salt askeri bir çözümle ele alınmasının, ayrılıkçıları güçlendireceği"ni söyleyen kanatla, daha sert askeri önlemlerin alınmasını isteyen kanat arasında söz düellosu eksik olmuyordu. Bu tartışmalar sadece sömürgeci politikaların uygulanma biçimlerine ilişkindir.
Bu dönemin İçişleri Bakanı F. Mitterand, hükümete yöneltilen eleştirileri şöyle yanıtlamaktadır:
"Kesinlikle sınırları terketmek yok, kesinlikle hudutlarımızın bir parası olan Aures bölgesini silahlı çeteye terketmek yok, fakat 6 hanedanın topraklarına denk düşen bir bölgeye girmek için, herhangi bir yolun olmaması, 1600-2600 metre yükseklikte olması sonucu, denetim altına alamayışımız bizim hatamız değildir. O halde, şayet buraya gireceksek, askeri bir hareketin yapılmasına karar vermemiz gerekecek ki; bu da yüzlerce gencin hayatı demektir." (Bu bölge yüzlerce insan değil, binlerce insanın hayatına mal oldu –b.n.)
"Ben öncelikle olası gelişmelere karşı, geçitsiz ve girişi zor olan bu bölgede rizikoyu kabul ederek, bölgede yaşayan 120.000 değil, birkaç bin kişiyi önceden uyarmak kaydıyla, askeri hava saldırıları sonucu ancak ilerleyebileceğimizi öneriyorum.
Bu insanların zarar görmemeleri için bölgeden ayrılmalarını istiyoruz. Kalanlar tehlikeyi kabul ediyorlar demektir ki, ben niye onların sorumluluklarını üstleneyim. Benim sorumluluğum, cumhuriyet adına tüm Fransız vatandaşların çıkarlarını korumaktır."
Bu güvenlik bölgelerinin yaratılması, değil birkaç bin, onbinlerce insanın ölmesi, 2 milyon insanın yurdundan edilmesiyle sonuçlandı.
L'aurore günlük gazetesi 24 Kasım 1954 tarihli yayınında, "Isanul'da maden ocağı yakınlarında bulunan bir sığınak birkaç kişinin yakalanması için ateşe verildi. Mechra d'Akrich'ten geriye dumanları yükselen bir yanık şehir kaldı. Tizi Riferahu'da bulunan ambarlarda 20 tonluk yiyeceğe el konuldu. Aynı şey, Mechra De Terga'da yaşandı. Bu yiyeceklere, kışı bölgede geçirecek olan özel askeri birliklere erzak olması için el konulmuştur. Aydınlanması gereken, işkence, baskının birçok biçimini ve mahkumlara yönelik uygulamaları eklemezsek…" yorumu yapıyordu.
Özelde Aures, genelde Cezayir'de bir savaş rejimi kurdurulup, bölgede idare askerlerin eline verilirken, Fransa'da yaşayan MTLD (Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketi)'nin yönetici veya eskiden yöneticilik yapmış kişilere karşı, 22 Aralık 1954'te bir tutuklama dalgası geliştirildi.
İşkenceye karşı gelişen tepki sonucu, 8 Ocak 1955 tarihli Ekspres gazetesinde şunları okuyoruz:
"Cezayir'de polisin metodu uzun yıllara dayalı olarak; belirli merkezlerde uygulanmaktadır. Cezayirlilerce, çok iyi bilinen Pasage á tabac(2) olarak adlandırılan merkezin uygulamaları gelenekselleşerek Fransa'ya da taşınmıştır."
İşkence ve katliamların günlük bir hal kazanmasıyla birlikte, göstermelik mahkemeler, görüntüyü kurtarmaya yönelikti. Bu olgu öyle ileri boyutlara ulaştı ki, Cezayir'de bulunan bir papaz şunları yazmak zorunda kalıyordu.
"3 Aralık 1954 günü, öğleden sonra, Borj de Gambetta mahkeme salonundaki askerler (komutanlar –b.n.) jandarmaları çağırarak, herkesin gözleri önünde bir gösteri örneği sergileyerek, iki Arap'ı dövdükten sonra tutukladılar." (Tanıkların Hatırladıkları, s. 14-15)
2,3,4 Şubat 1955 tarihlerinde Cezayirli milletvekillerinden Mohammed Salah Bendjelloul şunları söylemektedir:
"… Polis tarafından satın alınan, ajan ve ispiyoncularca verilen bilgiler üzerine, ordu, izinsiz olarak evlere ve insanların içinde yaşadıkları küçük kulübelere girmekte, suçsuz insanları tutuklamakta, kadınlara tecavüz etmekte, evlerin içini darmadağın edip yıkıp dökerek, eşyaların üzerine petrol, yağ vb. maddeler dökerek kullanılmaz halde bırakılmakta, mobilya, elbise ve yataklar yakılmaktadır. Tüm bunlardan sonra, zafer edasıyla dönüldüğünde, tutuklananlara verilecek ceza ise işin cabası.
Cezaevinde, kamçılama, tekme tokat fasılları, çimdikleme, ağzından hortum sarkıtarak mideye su doldurma, ıslatma, elektrik akımı verme, makada şişe geçirme, çivili tahtaların üzerine yatırma başlıca yöntemler olarak olağan hal almıştır.
16 yaşındaki bir çocuk, FLN militanı olan babası ve arkadaşlarına yemek verdiği için, işkenceden kurtulmamıştır.
Napalm bombası, uluslararası hukuka göre yasak olduğu halde, Cezayir'de defalarca kullanılmış, 1958 yılında, Fransa bunu aşikar olarak kullanmaktan çekinmemiştir." (Alain Manevy, Cezayir'de yirmi yıl, 1960, s. 58-80) Vietnam savaşı döneminde Fransız generali De Lattre de Tassigny Amerika'dan bu bombayı istemiş, sonuçta elde ederek kullanmışlardır.
Tüm bu yakma, yıkma ve öldürme eylemlerinden sonra, dönemin içişleri bakanı ikiyüzlü F. Mitterand, "Onları korumak için önlemler aldık" diyebiliyordu. Yine parlamentoda Cezayir'de işkencenin durmadığı gündeme gelirken, ayni içişleri bakanı, hayır bu "genel olgu değil, tekil vakalardır" diyebiliyordu.
Cezayir asıllı bir milletvekili olan Mostefa Benbahmed;
"… Cezayir'de işkence her alanda uygulanmaktadır. Vali ile bir görüşme yaptım. Bu görüşme sonucu, buraya taşımış olduğum verileri sunduğumda aldığım cevap, <<delilleriniz var mı?>> oldu. Sanki, bu söylenenleri ispatlamak için, işkencehanelerde bulunmam gerekiyormuş. (3)
Elbette işkence görenlerin iddiaları hep, işkence yapanlarca 'yalan'lanmıştır. Bir avukat olarak, gençliğimden bu yana gördüklerim ve tecrübelerim göstermektedir ki; işkence gören, haksızlığa uğrayanların ifadelerine dayanılarak, işkence ispatlanmamıştır."
1950'lerde Cezayir'de görev yapan işkenceci şeflerden, Marcel Edmond Nagelen:
"Bir genelge yayınlayarak, bireysel inisiyatif sergilemekten ziyade, amirlerinin emirlerine itaat etmelerini, buna uymadıkları taktirde mahkeme önüne çıkarılacaklarını" duyurmuştum. Bu işkenceci, bunları açıklarken, buna karşılık, aynı yılda, 80 kişinin işkence gördüklerine ilişkin yaptıkları başvurudan hiçbirinin işlev görmediğini, 29 Temmuz 1955'te Fonlupt-Esperaber'e açıklamak durumunda olur. Aynı milletvekili şunları söyler:
"Ancak hepinizin bildiği gibi, çok gizli olan bir şeyi açıklamadan, Cezayir'de, siyasi polis rejimi kurulmuştur. Polis içindeki bir kanatla, politikacıların bir kesimi arasında oluşan bir işbirliği kurulmuştur. Bu işbirliği, değer yargılarına karşı, özellikle de kamu güvenliği için tehlikeli boyutlara ulaşmıştır."
Dönemin Başbakanı Mendés France, "Kendini bilmez birkaç kişinin cezalandırıldığını" açıklamasına rağmen, gerçekte hiçbir polis cezalandırılmadı. Tersine Cezayir'de Fransızları, "bir kaç silahlı terörist çete"ye karşı korumak için polisi demoralize etmemek gerektiği politikası egemendi. 23 Şubat 1955'te F. Mitterand bir kez daha: "Fransa, Provence ve Brotanya'dan ayrılmadığı gibi, Cezayir'den de ayrılmayacaktır. Fransa bir tercih koymuştur. Bu tercih entegrasyondur" diyordu.
125 yıllık sömürgeleşmeden bu yana, uygarlaştırma adına yapılanlarla, Cezayir, Fransa'nın bir vilayeti olarak kalmış. Bu vilayetlerinde(!) ne devrimci ne de ayrılıkçı görmek istiyor. Cezayir'in hep bir Fransız beldesi olarak kalması, bu "uygarlık yanlılarının tatlı rüyası" idi.
FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve onun askeri kanadı ALN (Ulusal Kurtuluş Ordusu)'nin her geçen gün büyümesi sonucu, Fransız devleti adına Cezayir'e giden konseyin başkanı Edgar Faure 5 Nisan 1955'te şöyle diyordu:
"Çok küçük 300-400 kişilik silahlı bir katil şebekesinin terörle huzuru bozmasına hakkı yoktur. Müsamaha gösterilemez…"
Böylece yasadışı örgüte karşı mücadele etmede, "yasaları uygulamakta" zorlandıklarını ilan ederek, Cezayir'de sıkıyönetim uygulamasına geçtiler. Ulusal ayaklanmanın bastırılmasında kullanılan tüm yasadışı uygulamalar böylece yasallaştırılarak, tutuklamalar, evlere baskın düzenleme ve sokak infazları için tüm yasal gerekçeler hazır hale getirildi. Özelde sağcı ve faşist parti temsilcileri, "askeri önlemlerin yetersizliği"nden dem vurdular. Ancak baskı ve terör uygulamaları öyle ileri noktalara ulaşmıştı ki; Hristiyan dini lideri Albert Gau bile bu durum karşısında tavır bildirmek durumunda kalır. Albert Gau ile M. René Mayer arasında şu tartışma geçer:
Albert Gau: "Yapılan işkencelerin devletin yasal güvencesi altında gerçekleştiğini… susmamak veya suça ortak olmamak zamanıdır."
M. René Mayer: "Siz abartıyorsunuz."
A. Gau: "Elimde dosya var, açmaya hazırım."
René Mayer: "Ben de kabul ediyorum ki, birçok kazalar olabiliyor, ancak bunu sistematik bir uygulama olarak sunuyorsunuz."
Albert Gau: "Orada özel bir polis teşkilatı var. Bu uygulamalar doğal günlük akış içinde uygulanmaktadır. Uygulanan metodlar diktatörlükle idare edilen ülkeleri andırıyor. Genel istihbarat polisi Cezayir'de başlı başına bir mekanizma oturtarak, işkence makinesine dönüşmüştür. İçişleri bakanına soruyorum. Ne zaman, şaşılacak düzeyde kazaların uygulanması emrini verdiniz?
…
İşkence yapan polislerin eylemi, kendi başlarına işkence yapma arzularından doğmuyor. Kim izin veriyor? Cezayir'de bürokratik idari aygıtın değiştirilmesi yönünde bir reform öngörüyor musunuz?
… Şayet bunları onaylıyorsanız, hangi prensip temelinde Gestapo uygulamalarına karşı çıkacaksınız."
Cezayir Ulusal Kurtuluş savaşını bastırmak için, sözde toplama kamplarına karşıydılar. Hitler faşizminin uygulamalarının Fransız halkının belleğinde bıraktığı derin izlerinden dolayı, hükümet sözde "faşist uygulamalara karşı olduğunu" ilan etmişti. Ancak uygulamaları hiç de öyle olmadı. Fransız emperyalizmi, önce bu uygulamalarına, "zorunlu ikamet bölgeleri" yaratarak başladı. Buna sıkıyönetim uygulamaları, toplu gözetim vb. uygulamalarıyla, toplama kamplarından tek farkı, tel örgülerin yerine asker ve polislerden oluşan "güvenlik kordonu"nun oluşturulmasıydı.
Bu uygulamaların yanısıra, sivil milis örgütlenmelerin Fransız devleti tarafından yaratılması gecikmedi. Fransız emperyalizminin aktif temsilcilerinden René Mayer, Konstantin il idare meclisinde, "Cezayir'deki yönetime yardımcı olunmasını" ve bu amaçla, "milis örgütlenmelerin" yaratılmasını öneriyordu. Konstantin'de 10.000 hektarlık arazi sahibi olan Maurice Faure, "Teröristlere karşı silahlı grup"unu kurmuştu bile (France-Observateur, 19 Mayıs 1995). Cezayir'in başkentinde belediye başkanı olan Jacques Chevalier; "tüm halkın işbirliği içinde teröristlere karşı bütün eylemlere katılması" çağrısında bulunuyordu. Bu doğrultuda sadece "legal" mücadele yolunu değil, her türlü mücadele yöntemleri kullanmada çekinmemeye çağırıyordu.
Bakanlar arası oluşan koordinasyon komitesi, Cezayir'e daha fazla asker ve donanma gücü gönderilmesi emrini veriyordu (26 Mayıs 1955). Savaş şertleştikçe, toplama kamplarına "karşı" söylenen sözler yerine, Oran vilayetine bağlı Aflou'da güvenlik bölgesi adına yüzlerce metre genişliği üzerine kurulu toplama kampları oluştu. Bu bölgelere avukatlar ve basın mensupları alınmıyordu. Ayrıca Ain-Amara'da en çok karanlık işlerin çevrildiği, gizli bir kamp bulunmaktaydı.
Bu saldırı ve katliamcı uygulamalardan, basın da payını aldı. Sadece Cezayir'de değil, Fransa'da yayınlanan birçok gazete ve dergiler yasaklanıyor, matbaada el konuyor savaşta kullanılan kirli yöntemlerin deşifre edilmesi zorla engelleniyordu.
20 Haziran 1995'te ulusal kurtuluşçu güçlere karşı yoğun askeri harekatlara girişen Fransa, birçok köyü yakarak dönüyordu (France-Observateur, 30 Haziran 1955).
"Konstantin vilayetinde, evi yakılan bir köylünün alevlerin ortasına atılması ve kül olması engellenmemiştir." (5 Temmuz 1955, Parlamento'da Mostefa Benhahmed'in konuşmasından)
Bir başka parlamenter, bayan Alice Sportisse:
"Dra el-Mizan ve D'ighll-Ismaula köylerinde askerler 14 evi yaktılar. Üç genci sorgusuz infazla kurşuna dizdiler. 6 kişiyi de rehin tuttular. Evet aynen öyle yaptılar. Bu operasyon sırasında kadın ve çocukların çığlık sesleri dört kilometreden duyuluyordu. Bu operasyonu yapanlar, Senegal'den gelen Leyjon'lardı. Dra-el-Mizan'daki komutan ve yöneticiler, bize yemin içerek, bu olaylar basına yansırsa ellerindeki rehineleri kurşuna dizeceklerini açıklıyorlardı."
Saldırılar sadece, ulusal kurtuluşçu güçlere karşı değildi. Cezayir Komünist Partisi (CKP) de bundan nasibini almıştı. 8 Temmuz 1955'te CKP'ye karşı yapılan operasyonda, partinin genel sekreteri ve yayın organlarında çalışan yüzlerce insan tutuklandı. Henri Alleg, "Cezayir Cumhuriyeti" adlı gazetenin genel yayın yönetmeni olarak tutuklananlar arasındaydı.
Tüm bunlar yaşanırken, sivil-askeri milis örgütlenmeleri yaygınlaşıyordu. "Cezayir'deki Fransızlar Birliği", "Kuzey Afrika Fransızlar Birliği", "Afrika Bekçileri" türünde gerici ve faşist örgütlenmeler, komplo ve katliamlarıyla ordu-polise "yardımcı" oluyorlardı.
Artık Fransız emperyalizmi gözü dönmüşçesine, sistemli ve organizeli saldırılarıyla, işkence, baskı, katliam, sokak infazlarının vardığı boyut, bazı parlamenterler, Pierre Chevigné, Alice Sportisse, Mostefa Benbhamed tarafından bu işin, "tekil vakalar olmadığı" açıklamalarını sık sık yapmaya zorlamıştı. Bu parlamenterlerden, M. Benbhamed, 2-10 Temmuz 1955 tarihleri arasında gerçekleştirilen operasyonlarda yaşananları şöyle açıklıyor:
"Kimlik kontrolünü yapmak için, coplama, dipçikleme gerekli mi? Mağaza ve dükkanların raflarının aşağı indirilmesi gerekiyor mu? Dükkanlarına kilit vurarak, esnafın sürgün edilmesi gerekiyor mu? Banyoda olanları çıplak veya yarı çıplak götürmek, hangi insani onura saygı adına yapılıyor? Dini ibadet merkezlerine, yatak odalarına izinsiz girilmesi veya kapıların kırılarak girilmesi gerekiyor mu?…
…
Bir çok çiftlikte erkekler tutuklanırken, çocuk ve eşlerinin gözleri önünde falaka dayağı atılıyor. Kadınlar da askerlerin cinsel ihtiyaçlarına sunuluyor. Geriye her şey yağmalanarak, bir çok özel eşyaya da el konuyor.
Mechtas köyündeki bir çiftlikte, insanların kadınlara tecavüz edilmesine karşı koymasıyla tüm çiftlik ateşe verilmiş, aile reisi korkunç tarzda katledilmiştir."
Bunlara karşılık , devlet ve hükümet sözcüleri;
"Biz fellahlara (FLN güçlerine, Fransız emperyalistlerince takılan bir ad-b.n.) karşı savaşmak zorundayız. Hem de tüm gücümüzle. Onları öldürmek zorundayız. Onların cesetlerini, meydanlar da sergilemeliyiz" diyorlardı. (Cezayir Savaşı, Jules Roy, Paris 1960, Syf. 18-19)
20 Ağustos 1955'de hükümet, Cezayir'deki tüm Fransızların silahlandırılmasını istemekle kalmadı. Bizzat silahlandırdı. 28 ağustosta tüm Cezayir'de sıkıyönetim ilan edildi. Onlarca köy boşaltıldı. Bombalandı. 2 eylülde sivil silahlı güçler, okullarda FLN yanlılarına yönelik ilk silahlı saldırılarını gerçekleştirdiler. Artık, yasalar, adalet, mahkemeler…vb. şeyleri kimse takmıyordu.
Kasım 1955'te Harkis'lerden(4) oluşan ihanetçiler silahlandırıldılar. Bunlar hem bilgi topluyor, hem de Fransız asker ve polisi olay yerine gelene kadar müdahale edebiliyorlardı. Ayrıca, "anti-terör timleri" güvenlikli bulmadıkları yerleşim birimlerinde konumlandırıldılar.
Fransa'da 2 Aralık 1955'de oluşturulan, Edgar Faure'nin başını çektiği hükümet, yeni önlemlere başvurdu. 1954'te Cezayir'de 160.000 asker bulunurken, 60.000 asker daha gönderildi. Fransa'da seçimlere gidilirken, Cezayir'de "güvenlik" gerekçesiyle seçimlerin olmayacağını ilan ettiler. (Expresse, 5 Aralık 1955)
Dipnotlar:
1) F. Mitterand, 1981'de Fransa Cumhurbaşkanı seçilmiş, 14 yıl boyunca cumhurbaşkanlığı yapmıştır. F. Mitterand, "sosyalist" etiketini taşımış olmasına karşın, Cezayir savaşında, ilk dönemleri içişleri bakanı iken, daha sonralar adalet bakanı olarak sömürgeci-katliamcı politikaların aktif uygulayıcılarından biri olmuştur. Burjuva medyasının geçtiğimiz aylarda ölen bu burjuva politikacısını göklere çıkarması bu nedenle şaşırtıcı olmadı.
2) Savunmasız insanlara işkence yapılması anlamına gelen Fransızca bir deyim.
3) Bu milletvekili çok geçmeden, işkencehanelerden geçerek işkencenin canlı tanığı oldu.
4) Harkis'ler: Bugün Kürdistan'da uygulanan köy koruculuk sistemine benzer tarzda, ihanetçi Araplardan oluşan sivil silahlı güce verilen addır.