Avusturya’da önceki seçimlerde yüzde 17,5 oy alan ırkçı faşist parti FPÖ, Eylül 2017 seçimlerinde yüzde 26 oy oranına ulaşarak hükümet ortağı oldu. Aynı zamanda önceki seçimlerde yüzde 4,7 alan Almanya’daki ırkçı faşist parti Almanya İçin Alternatif’in (AfD) oylarını yüzde 13,2’ye yükseltmesi, Avrupa’da ırkçı faşist partilerin yükselişinin yeni işaretleri sayıldı. Irkçı faşist partiler bunlardan ibaret değil. Fransa’da Ulusal Cephe, Hollanda’da Özgürlük Partisi, İsviçre’de Halk Partisi, Danimarka’da Halk Partisi, Finlandiya’da Finler, Macaristan’da Jobbik önemli oy oranlarına ulaşmış olanlardan öne çıkanları. Yunanistan’da Altın Şafak, Slovakya’da Slovakyamız, İsveç’te İsveç Demokratlar ve başkaları bunlara eklenebilir.
Öne Çıkan İki Tema: Korumacılık Ve Yabancı Düşmanlığı
Irkçı faşist partilerin programları ve propagandalarında korumacılık ve yabancı düşmanlığı öne çıkıyor. Yabancı düşmanlığının merkezinde ise islamofobi duruyor. DAİŞ’in Avrupa’nın çeşitli kentlerinde gerçekleştirdiği hunharca eylemlerin yabancı düşmanlığının islamofobiye evrilmesinde payı büyük. Yine de bunu asıl neden olarak görmek yanıltıcı olur. Bu eylemlerin hiçbiri yokken de islamofobi vardı, eylemler bu yöndeki süreci hızlandırdı.
Yabancı düşmanlığının merkezinde göçün sınırlandırılması duruyor. Göç edenlerin büyük bölümünün İslam ülkelerinden geliyor oluşu yabancı düşmanlığının son yıllarda önemli ölçüde islamofobi görünümü almasında etkili oldu.
“Ulusal sermaye”nin dışa göç etmesini engelleme, mali sermaye akımlarına sınır getirme, gümrük duvarlarını yeniden kurma ekonomik korumacılık tedbirleri olarak öne çıkan başlıca konular.
Kısaca, sermayenin dışarıya göçünün sınırlandırılması, yabancı işçilerin içeri göçünün engellenmesi isteniyor.
Buradan da görülüyor ve anlaşılıyor ki, ırkçı faşist partiler emperyalist küreselleşmeye karşı gerici burjuva ulusalcı tepkiyi temsil ediyorlar. 2007-08 dünya ekonomik bunalımından sonra yükselişe geçmeleri bu tepkinin ulaştığı düzeyi gösteriyor.
Faşizmin Çeşitli Halleri
Faşizmin ortaya çıkışı ve bugüne kadarki sürecini üç aşamaya ayırmak mümkün.
1- Faşizmin Doğuşu
Faşizm, kapitalizmin emperyalizm çağında tekelci sermayenin en saldırgan kanadının siyasi eğilimine tekabül eder. Onun “en saldırgan” olmasının başlıca iki nedeni vardır. İlki, sömürge paylaşımında geç kalmış emperyalist ülkelerdeki tekelci sermayenin diğer emperyalistlerin elindeki sömürgeleri ve pazarları ele geçirme isteğidir. Bunun savaş ve işgal dışında bir yolu yoktur. İkincisi, özellikle yine bu ülkelerde gelişen işçi sınıfı hareketini ve sosyalizmi, burjuva liberalizmi ve parlamentarizmle dizginleme ve engelleme imkanı artık eskisi kadar mümkün değildir. Bu nedenle politik özgürlüğün ortadan kaldırılması gerekir. Bunun da içeride dizginsiz bir şiddet ve devlet terörü uygulamaktan başka bir yolu yoktur. Sömürge paylaşımında geç kalmış ülkelerin sömürgelerden elde ettiği kazancın bir bölümünü işçi sınıfına dağıtarak onu devrimci eğilimlerden uzak tutma imkanı diğerlerine göre daha sınırlıdır. Devrim korkusu bu ülkelerdeki tekelci burjuvaziyi hızla faşizme sarılmaya iter. Faşizmin İtalya, Almanya, Japonya gibi sömürge savaşında geç kalmış ülkelerde ortaya çıkarak dünyaya yayılması bu her iki nedene bağlıdır.
Burjuva liberalizminin devrimi engelleme kapasitesinin zayıfladığı her yerde burjuvazi faşizme bir kurtarıcı olarak sarılmıştır. Bu nedenle faşizm, tekelci burjuvazinin en saldırgan kesiminin politik çıkarlarını gütse de, iktidar olduğu ülkelerde giderek bütün burjuva kanatların başlıca ideolojisi haline gelir. Emperyalist olmayan pek çok ülkede faşizmin iktidara gelmesi devrim korkusunun burjuvaziyi tek bir cephede, faşizm cephesinde toplaması ile mümkün olmuştur. 1930’larda pek çok Balkan ve orta Avrupa ülkesindeki faşist diktatörlüklerin ortaya çıkmasının nedeni budur. Bazı ülkelerde bunun gerçekleşmemiş olmasının nedeni, faşizme karşı halk cephelerinin kurulmuş olmasıdır.
Faşizmin kitle tabanı kent ve kırın küçük burjuvazisi ve işçi sınıfıdır. Kapitalist bunalımın sarstığı emekçi sınıflar arasında burjuva hegemonya krizi şiddetlenir. Böyle durumlarda geleneksel burjuva ideolojilerin yerini yıkıcı yeni arayışlar alır. Burjuva liberalizmi ile eskisi gibi yönetme olanağı kalmaz. İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizme liberalizmle karşı durmak artık mümkün değildir. Küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının çıkarlarını bir başka formda savunma iddiası ile hareketi çökertme ve tekelci burjuvazinin çıkarlarına bağlama aracı olarak faşizmin ortaya çıkışı bu koşullar altında gerçekleşir.
Faşizm, politik özgürlüğün ortadan kaldırıldığı, politik iktidarın faşist bir şef ve etrafındaki küçük bir azınlıkta toplandığı, ırkçılık ya da egemen ulus milliyetçiliğinin toplumsal bilinç haline getirildiği, idealizmin ve toplumsal muhafazakarlığın yüceltildiği, tüm toplumun yukarıdan aşağıya tek tip (patron kuruluşları, sendika, dernek, kulüp vb.) faşist örgütlerde, askeri ya da yarı-askeri tarzda yönetildiği, liberalizm ve komünizm karşıtlığını esas alan, muhalif akımların sivil ve faşist devlet terörüyle ezildiği bir burjuva devlet biçimi ve ideolojisidir.
İkinci emperyalist paylaşım savaşının antifaşist savaşa dönüşmesiyle faşizm yenilgiye uğratıldı. Buna karşın İspanya ve Portekiz’deki faşist diktatörlükler uzun yıllar varlığını korudu.
2- Dünyanın İki Kampa Bölünmesi Ve Faşizm
Antifaşist savaşın zaferle sonuçlanmasından sonra, başta Çin olmak üzere Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki pek çok ülkenin demokratik halk devrimlerinin ardından sosyalist inşaya yönelmeleri, sömürgelerin ulusal kurtuluş savaşlarıyla emperyalist sömürgecilik tekelini parçalamaya girişmeleri ile dünya iki düşman kampa ayrıştı. Sosyalizmin yayılmasını engellemek ve onu yenilgiye uğratmak kapitalist kampın başlıca amacı haline geldi. Bu amaca bağlı olarak kapitalist kamp emperyalist ABD’nin önderliğinde birleşti. NATO, IMF, Dünya Bankası bu amaca bağlı olarak kuruldu. Yine aynı amaca bağlı olarak uluslararası sendikalar, yardım kuruluşları, medya şirketleri, sanat evleri, yayınevleri vb. kuruldu.
Faşizm, bu dönemde emperyalist kampın kullandığı en başta gelen aparatlardan biri oldu. Yargılanıp cezalandırılan küçük bir azınlığın dışında kalan faşist kadroların geri kalanı burjuva devletlere entegre edildi. Bunlar yenilenen istihbarat kurumlarının kurucu kadroları olarak değerlendirildi.
Faşizmin antikomünist bir aparat olarak kullanılmasının esas biçimi NATO bünyesinde kurulan kontrgerilla örgütlenmesiydi. Kontrgerilla NATO bünyesinde olsa da, yalnızca NATO üyesi ülkelerde faaliyet yürütmüyordu, dünyanın her yanındaki antikomünist faaliyetleri organize ediyordu. Bu örgütlenmeler resmi devletin dışındaydı, gizliydi, fakat NATO ya da emperyalist yasallığa tabiydi. Böylece faşizm burjuva kampın bünyesine içerilmiş oldu.
Kontrgerillanın başlıca görevi, komünizmin prestijini yok etmek için komplolar kurmak, yalanlar üretmek, komünist partileri zayıflatmak, devrimci hareketleri paralize ve önderlerini imha etmek, olası bir ayaklanmayı örgütlenmiş sivil faşist kuvvetlerle ezmek, çizgi dışına düşen devletleri askeri darbelerle yeniden kontrol altına almak, devletlerin sosyalist kampa kaymasını engellemek ve herhangi bir savaşta karşıdevrimci kuvvetleri sevk ve idare etmekti.
Bu durumda faşizm üç biçimde karşımıza çıkıyordu. İlki gizli kontrgerilla, ikincisi bunun kitleler içinde faaliyet yürüten sivil faşist kurum ve partileri, üçüncüsü askeri faşist darbelerle kontrgerillanın iktidarı doğrudan ele alması.
Sivil faşist kurum ve partiler kontrgerillanın yerüstündeki yapısıydı. İşçi sınıfı hareketini saptırmak, devrimci gelişmeyi baltalamak, provokasyon ve komplolarla halkın bilincini bulandırmak bu yapının varlık nedeniydi. Bunlar devlet eliyle örgütlense de, elbette bunların bir kitle tabanı vardı. İşçi ve emekçileri, gençliği antikomünist temelde etkilemek ve örgütlemek varlık sebeplerinden biriydi. Burjuva demokrasisi ve “sosyal devlet” kapitalist emperyalist devletlerin sosyalist kampa karşı kullandıkları başlıca argümandı. Dolayısıyla, ırkçılık ya da gerici milliyetçilik, sivil faşist militarist güçler burjuva egemenliğin yardımcı unsurlarıydı. Bunlar daima kontrol altında tutuluyordu. Bir çeşit tasmalı köpektiler. Gerektiğinde tasma biraz uzatılıyor, gerektiğinde kısaltılıyordu.
Yeni-sömürge devletlerde ise durum farklıydı. Buralarda ne burjuva demokrasisi ne de “sosyal devlet” gelişkin niteliği ile ortaya çıkmamıştı, olduğu kadarıyla da biçimseldi. Devrimci mücadele ve yükselen ilerici halk hareketleri karşısına sivil faşist parti ve örgütler çıkarılıyor, bunlar yetmediğinde faşist askeri darbelerle iktidar güvence altına alınıyordu. Ortalık biraz durulunca da “normal rejim”e geri dönülüyordu. Latin Amerika’nın neredeyse bütün ülkelerinde, Türkiye ve Yunanistan’da, Güney Kore ve Endonezya’da, Pakistan ve İran’daki askeri darbeler faşizmin bu dönemde yeni-sömürge ülkelerde emperyalistlerin güdümünde iktidar olma biçimiydi.
Bu dönemde faşizm artık tekelci sermayenin “en saldırgan” kanadının siyasal eğilimi olmaktan çıkmış, emperyalist burjuvazinin güdümünde kullandığı bir aparata dönüşmüştü. Yeni-sömürge ülkelerde devrim ve komünizm korkusu karşısında tekelci burjuvazinin tüm kanatları faşist darbeleri desteklemişti.
3- Revizyonist Blokun Yıkılması Ve Yeni Faşist Hareketler
1990’lara gelindiğinde “Doğu Bloku”nun yıkılması, Çin’in kapitalist yola girmesi ile emperyalist burjuvazi komünizm tehlikesini bertaraf ettiğini düşünüyordu. Onlara göre “tarihin sonu” gelmişti. Burjuvazinin egemenliği ve kapitalizm zafer kazanmıştı.
Sosyalist inşa devletlerinin içten içe çürüyerek, ideolojik ve politik yozlaşmaya uğrayarak yıkılmasının ardından patlayan apseden irin boşalır gibi gericilik boşaldı. Rusya, Ukrayna, Polonya, Macaristan, Estonya başta gelmek üzere pek çok eski “Doğu Avrupa” ülkesinde gerici milliyetçi neo-nazi gruplar ortalığa saçıldı.
“Komünizm tehlikesi” ortadan kalkmıştı. Eski biçimiyle kontrgerillaya ihtiyaç kalmamıştı. Kontrgerillanın sivil faşist uzantıları varlıklarını korumaya devam etti. Bunlar istihbarat örgütlerinin kontrolünde kaldı. Provokasyon ve komplo örgütleri olarak kullanıldı. Bunların varoluşunda antikomünizm giderek silikleşirken yabancı düşmanlığı koyulaştı.
Emperyalist Küreselleşme Ve Faşizm
Emperyalist küreselleşme sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin dünya tekellerinin hakimiyetine yol açacak düzeye ulaşmasının sonucudur. Bu tekeller elinde birikmiş aşırı fazla sermayenin artık dünya ekonomisi ve siyasetinin eski biçimi altında değerlenmesi mümkün değildir. Dünya pazarının ve siyasetinin bu gerçekliğe ve ihtiyaca uygun olarak yeniden düzenlenmesi emperyalist küreselleşmenin başlıca içeriğidir.
Sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması, serbest dünya pazarı, dünya fabrikasının meta üretiminde belirleyici hale gelmesi, devletin ekonomik hayattan çıkarılarak elindeki iktisadi varlık ve pazarın özel sermayaye devri, dünyanın tek bir mali sermaye ağında birleştirilmesi, sosyal devlet hizmetlerinin metalaştırılması, taşeronlaştırmayla üretim süreçlerinin parçalanması, kazanılmış işçi haklarının tasfiyesi emperyalist küreselleşmenin başlıca özellikleri olarak sıralanabilir.
Emperyalist küreselleşmenin başlıca sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:
1) Emperyalist ülkelerdeki sanayinin ucuz işgücü ülkelerine kayması, bu ülkelerin birer sanayi ülkesi olmaktan daha çok mali sermaye devletine, mali oligarşi merkezine dönüşmesi, bu ülkelerdeki proletaryanın giderek artan biçimde hizmet sektöründe yoğunlaşması. Ücretlerin düşürülmesi, işsizliğin kronikleşmesi, sosyal kazanımların peyderpey tasfiye edilmesi ile zengin-fakir arasındaki uçurumun giderek derinleşmesi.
2) Yeni-sömürge ülkelerde tarım esaslı ekonominin yıkılarak buraların birer sanayi ülkesine evriltilmesi, merkez bankasının özerkleştirilmesi, iç ve dış pazarın tekellerin kontrolüne verilmesi, buraların birer ucuz işgücü cehennemine dönüştürülmesi, sermayenin giriş ve çıkışının önündeki tüm engellerin kaldırılması ile mali-ekonomik sömürgeleşmenin tamamlanması.
3) Dünyanın her yanında küçük burjuva mülkiyetin tasfiyesinin hızlanması ve bunların işçi sınıfı saflarına itilmesi, kronik işsizlik düzeyinin her kriz sonrası bir kerte daha yükselmesi, gençler arasında işsizliğin artması.
Bu koşullar altında emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilerin, gençliğin durumunda köklü değişimler meydana geldi. Son elli yılda emperyalist devletlerdeki emekçiler emperyalist sömürüden nemalanabiliyordu. Emperyalist tekellerin başka ülkelerdeki yatırımlarından emperyalist ülkenin işçi ve emekçileri de bir ölçüde faydalanabiliyordu. Sendikaların güçlü olması, sosyalist ülkelerin yarattığı basınç burjuvaziyi taviz vermek zorunda bırakıyor, işçi sınıfının dayanışması ve dayatması ile “sosyal devlet” alanı genişliyor, işçi sınıfı çocukları ebeveynlerinden daha iyi bir hayat sürdürme imkanı buluyordu. Haliyle bu koşullar altında, emperyalizm nesnel olarak emperyalist ülke işçi sınıfı ve emekçilerinin de çıkarına işliyor, emperyalist devletlerde yaşayanlar aynı zamanda birer emperyalist ulus meydana getiriyordu.
Emperyalist küreselleşme emperyalist ulusu dağıttı. Emperyalist tekellerin ülke dışına sömürü avına çıkmasının şimdi emperyalist ülke işçi ve emekçi sınıflarına herhangi bir getirisi yoktu. Tersine, sermayenin dışarı gitmesi işsizliği artırıyor, ücretleri düşürüyor, çalışma koşullarını kötüleştiriyordu. Artık ücretler ulusal piyasa ölçeğinde değil, giderek dünya piyasası ölçeğinde belirleniyordu. Bundan böyle bir İngiliz, Alman ya da Fransız işçisi ile bir Çin, Hindistan, Bangladeş işçisi aynı dünya piyasasında iş arıyordu. Özelleştirme ve taşeronlaştırma ile işçi örgütlülüğü dağıtılıyor, sosyal haklardaki kısıtlama ile emekçiler kazanılmış haklarını bir bir kaybediyordu.
Emperyalist küreselleşme dünya ölçeğinde yoksullaşmayı büyüttü. Emperyalist tekeller, dünyanın her yanındaki ulusal pazarlara hakim hale gelirken, yoksul ülkelerdeki var olan tarım ve sanayiyi de yıkıyor ve kendi denetiminde yeniden kuruyordu. Bu kaçınılmaz olarak mülksüzleşmeyi hızlandırıyordu. Yoksul ülkelerde sosyal devlet güvencesinin çok kısıtlı olması ya da hiç olmaması işsiz, evsiz, mülksüz milyonlarca insanı büyük kentlere ve Avrupa’ya doğru göçe mecbur bırakıyordu.
Emperyalist küreselleşme aynı zamanda, yeni-sömürgelerin mali-ekonomik sömürgelere dönüştürülme süreciydi. Kimi yeni-sömürge ülke egemeni politik çıkarları gereği bu sürece ayak direyince, emperyalist devletler savaşla ve işgalle bu devletleri dize getirmek için harekete geçiyordu. Bu da yeni göç dalgalarının bir başka nedeniydi.
Emperyalist küreselleşme politikalarıyla yaşam şartları zaten zorlaşan, işsizleşen Avrupa işçi sınıfının bir bölüğü bu yeni göç dalgaları ile gelenleri rakip görmeye başladı. Kendi sosyal haklarının kısılmasını bu göçerlere ayrılan sosyal ödeneklere bağladı. Mülksüzleşen küçük burjuvazi, işinden olan ya da düşük ücretle çalışmak zorunda kalan işçi sınıfı ve gelecek umudunu yitiren gençlik öfkesini yabancılara daha çok yöneltir oldu.
Avrupa’da yeni tür faşizm bu koşullarda gelişti. Hitler ya da Mussolini’nin kitle tabanı ile bugünkü faşizmin kitle tabanı birbirine benzerdir: işsizler, yıkıma uğramış küçük burjuvazi, yoksullaşan emekçi sınıflar. Buna karşın bugünkü faşizm, ne tekelci sermayenin siyasi eğilimidir, ne de antikomünizm temelinde istihbarat örgütlerince özel olarak örgütlenmiştir. Bugünkü faşizm emperyalist küreselleşme koşullarının yarattığı bir sonuçtur.
Avrupa’daki yeni faşizm, sermayenin dışarı akmasının sınırlandırılmasını, mali sermaye akımlarına vergi konulmasını, gümrük duvarlarının yeniden yükseltilmesini ve ulusal sınırların göç dalgalarına karşı yeniden örülmesini talep ediyor. Bunların hiçbiri emperyalist tekellerin çıkarına değildir. Yeni faşizm emperyalist küreselleşmeye karşı gerici bir reflekstir.
Denebilir ki, Hitler de antikapitalist söylemler geliştirdi. Doğru. Buna karşın Hitler’in politikaları tekelci sermayenin çıkarlarına doğrudan tekabül ediyordu. İçeride işçi sınıfı örgütlülüğünün dağıtılması, komünizmin ezilmesi, dışarıda yeni pazarlar elde etmek için savaş Alman tekellerinin en büyük isteğiydi.
Yeni faşizmin talepleri ise emperyalist tekellerin doğrudan çıkarına tekabül etmez. Sermaye hareketlerine sınır getirmek, gümrük duvarlarını yükseltmek tekelci sermayenin çıkarına değildir. Bu nedenle, bu yeni faşizmleri emperyalist devletler ve tekeller tarafından kurulmuş organizasyonlar olarak değerlendirmek ya da sermayenin rezerv siyasi aparatları olarak tanımlamak doğru olmaz. Tıpkı IŞİD’in basitçe emperyalistler tarafından yaratılmış bir canavar olarak tanımlanamayacağı gibi. IŞİD de emperyalistler tarafından desteklendi, fakat belirli bir anda onun çıkarları ile emperyalistlerin çıkarı çatıştı. IŞİD de emperyalist küreselleşmeye verilen gerici tepkinin bir başka türüdür. Buradan bakınca, IŞİD ile yeni faşizmlerin emperyalist küreselleşme sürecinde yıkıma uğramış küçük ve orta burjuvazinin, emekçi yığınların verdiği gerici bir tepkinin farklı türevleri olduğu görülür.
Hiç kuşku yok ki, istihbarat örgütlerinin faşist partiler içinde çalışması vardır, bu partileri yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Tekelci sermaye bu partileri işçi sınıfının bilincini çarpıtmak için fonlamaktadır. Ne ki bu partilerin iktidara gelecek kadar güçlenmesini istemezler, böyle bir olasılık belirdiğinde desteklerini çekmekte, dahası iktidar olmalarını engellemeye çalışmaktadırlar. Bir zamanlar Avusturya’daki faşist partinin iktidar ortağı olmasını AB’nin tanımaması ya da Fransa’da Ulusal Cephe’ye karşı hemen bütün burjuva partilerin ittifaka girmesi örneklerden sayılabilir.
Yeni Faşizmlere Karşı Mücadele
1930’lu yıllardaki faşizme karşı mücadelede Halk Cephesi taktiği uygulanmıştı. Bu geç kalmış bir taktikti. Faşizm daha en başta doğru çözümlenmediği için gelişmesi ve iktidar olması önlenememişti. O dönemde sosyal demokrasi henüz daha işçi sınıfı hareketinin reformist bir fraksiyonuydu. Küçük burjuvazinin devrimci kanadı da antifaşist rol oynayabilirdi. Dahası, kimi burjuva katmanlar ve unsurlar da faşizme karşı ittifaka geçmeye meyilliydi. Böyle koşullarda “sınıfa karşı sınıf” politikasının yerini “faşizme karşı halk cephesi” almalıydı. Nihayet geç de olsa bu taktik benimsendi ve bu daha da geliştirilerek ikinci emperyalist paylaşım savaşının antifaşist savaşa evriltilmesine hizmet etti.
Antifaşist savaşın zaferle sonuçlanmasının hemen ardından emperyalist devletlerce kontrgerilla olarak içerilen faşizmlere karşı mücadele doğrudan burjuva devleti, yeni-sömürge ülkelerde faşist askeri darbeleri ve faşist diktatörlükleri hedefliyordu. Sivil faşist militarist güçlere karşı savaş faşist devlete karşı mücadelenin bir parçasıydı.
Avrupa’da yeni faşizmlere karşı mücadelede her iki taktik de işlevli olmaz. Her şeyden önce, sosyal demokrasi işçi sınıfının bir fraksiyonu değildir, onların da içinde yer aldığı bir cephe burjuvaziye hizmet eder. Dahası, kimi kez faşist partilere karşı burjuva koalisyona katılmak açıkça sınıf işbirliğine yol açmaktadır. Bugün faşizme karşı burjuvaziyle ittifak tekelci burjuvazinin kuyruğuna takılmaktan, onun taktiğine bağlanmaktan başka bir anlama gelmez. Bunun en yakın örneği Fransa’dır. Ulusalcı partiye karşı emekçi sınıf parti ve örgütleri burjuvaziyle ittifak yapmaktadır. Sonuçta ulusalcı partinin iktidar olması önlenmektedir, ama diğer yandan burjuvazi işçi sınıfı ve emekçilere karşı saldırılarına devam etmektedir. Ulusal Cephe’nin burjuvaziyle ittifak yapılarak engellenmesi ne politik demokrasinin geliştirilmesine ne de sosyal ve ekonomik hakların korunmasına hizmet etmektedir. Aksine, bu durum her seferinde, Ulusal Cephe’yi kitleler nezdinde yıkıma sürüklenen emekçilerin başlıca temsilcisi yapmaya yaramaktadır. Aynı durum yarın Almanya’da da yaşanacaktır. AfD’ye karşı tekelci burjuvazi herkesi kendi safında toplanmaya çağıracaktır.
Kapitalizmin varoluşsal krize saplandığı günümüz koşullarında siyasetin uçlara kayması kaçınılmazdır. Burjuvazinin bütün geleneksel siyasi fraksiyonları aynılaşmıştır. Sosyal demokrat, sosyalist, hristiyan demokrat ya da başka bir adla ortaya çıksınlar, uyguladıkları program artık birbirinden farksızdır. Fransa’da Hollande’la Sarkozy, onunla Macron arasında bir fark var mı? Almanya’da aylardır hükümet kurulmuyor, ama devlet tıkır tıkır işliyor. Bu partilerden hangisinin hükümet olacağının bir önemi yok. Hal böyle iken, yıkıma uğramış ve giderek hayat şartları kötüleşen yığınlar taleplerini dile getirdiğini düşündükleri siyasi programlar arayışına girmektedir. Faşist partilerdeki yükselme bu arayışa verilen yanıtlardan biridir. Bu arayışa karşı faşizm korkusuyla burjuvazinin eteğine yapışmak yerine, yığınların taleplerine yanıt olmak yegane çözümdür. Yığınların karşısına devrimci çözüm programıyla çıkmaktan başka yol yok.
Avrupa’da reformcu çözüm dönemi bitti. Emekçi kitleler politikada uçlara savrulmaktadır. Ya faşist partiler egemen olacak ya da devrimciler. Hegemonya kavgası bu ikisi arasında olacaktır. Bu hegemonya mücadelesinde onlar da devrimciler de geçmişten gelen değerlerine sarılarak ileriye doğru yürüyebilirler. Son tahlilde tekelci burjuvazi faşistlerden yana ağırlığını koyacaktır, ama bu yarınki konudur. Faşistlerin güç kazanmasını engellemek, onların hakim olduğu alanlara girmek, onların emekçi sınıfların çıkarlarını temsil etmediğini halka anlatmak, halk milisi örgütlenmeleri ile emekçilere faşizme karşı özgüven kazandırmak, kısacası kendi gücüne güvenmek esas olmalıdır. Bütün ilericileri devrimci bir programa bağlı olarak antifaşist cephede toplamak, faşizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmek dışında bir yol yok.