Mahir, İbrahim ve Deniz'in ismiyle simgeleşen '71 devrimci çıkışı, keyfi bir yönelimin değil, bir mecburiyetin ifadesidir. Aradan geçen zaman, olabilecek en olumsuz maddi şartlarda ortaya çıkan '71 devrimciliğinin bir kopuş hareketi olarak haklı bir yerde konumlandığını gösterdi. Bununla birlikte, eski dönem sosyalistlerinin '71 devrimci atılımının dışında kalmaları, mücadele sürekliliğinde bir kesintiye ve süreklilik içinde bir kopuşun ötesinde bütünsel bir kopuşa yol açtı. Kendileri de TİP gençliği içinde çalışan Mahir, Deniz ve İbrahim, eski kuşak sosyalistler arasında dürüstlüğüne güvendikleri isimlerin seminerlerini izlediler, kişisel hayatlarına saygı duydular ve bununla birlikte onların kimi fikirlerine karşı tartışmalar yürüttüler. O sosyalistlerden ilk akla gelen, TİP'e kaydını Deniz'in yaptığı söylenen ve kişisel hikayesiyle fikirleri nispeten az bilinen Hikmet Kıvılcımlı'dır.
Hikmet Kıvılcımlı denince ilk anda akla gelenler, 22 yıllık hapis hayatı, polis ve mahkemelerdeki direnişçi tutumu, elli yıllık sosyalizm mücadelesindeki samimiyeti ve teorik üretim sürekliliğidir. Bunları da kapsayan bir hayatı ardında bırakan Hikmet Kıvılcımlı, 1902'de Makedonya'nın Piriştine kasabasında, posta müdürü Hüseyin ve Münire'nin çocuğu olarak doğdu. Ailenin Bektaşi geleneklerine bağlı olduğu belirtilir.
1908 “devrimi” çocuk Hikmet'in ilk hatıraları arasında. Balkan Harbi sırasında aile İstanbul'daki akrabaların yanına geliyor ve oradan Kuşadası'na, bir süre sonra da Muğla'ya geçiyor. Genç Hikmet, Söke civarında emperyalist açık işgale direnen Yörük Ali Efe'nin “çete”sine katılıyor. Türkmen Alevi-Tahtacıları ve komünal kültürlerini oradan tanıması da kuvvetle muhtemeldir.
Muğla'dan sonra İstanbul Vefa Lisesi'ne dönüyor. İstanbul Tıp'a girdiğinde, emperyalist işgale direniş işaretlerinden olan kalpak ve çizmelerle dolaşan bir gençtir. O sırada, çeşitli grupların birleşmeleriyle TKP kurulmuştur. 1921-23 arasında ve Şefik Hüsnü'nün örgütlediği “Aydınlık” çevresindeki bir komiteyle ilişkilenerek TKP'ye katıldığı kabul edilir. 1925'te TKP'nin Merkez Komitesi'ne seçilir ve Komünist Gençlik Örgütü'nün başkanlığını yürütür.
1925 önemli. Kürtlere otonomi vaadinin aldatmaca olduğu açığa çıkmıştır ve Diyarbakır'da Şeyh Said İsyanı patlak vermiştir. TKP'nin sosyal şoven bir refleksle Mustafa Kemal'in yanında yer aldığı isyanı bastırmak için ilan edilen Takrir-i Sükun yasasının ilk sonucu ise Kürtlerden önce TKP'ye kapsamlı bir operasyondur. Aralarında Doktor Hikmet'in de bulunduğu TKP'liler gözaltına alınıyor ve Hikmet'in ilk tutukluluğu o yıl başlıyor. Hapse girerken elinde “Kapital” var. Orasını, kısa zamanda, eskilerin medrese dediği bir okula/akademiye çevirir.
Geçimlerini tütün işçiliğiyle sağlayan annesi Münire ve teyzesi Seher, bütün zorluklara karşın hapishane hayatında da Hikmet'in yanı başındalar. Hatta annesi Münire, oğlunun sonraki hapisliklerinden birinde, ona siyasal faaliyetinde yardım ettiği için tutuklanacaktır. İlk tutukluluğu 14 ay sonra sona eren Hikmet, dışarı çıkınca mücadelesini kaldığı yerden sürdürür. Vedat Nedim'in itirafçı olduğu 1927 TKP operasyonunda polisçe yakalananlardan biri yine odur. Bazı namlı TKP kadrolarının kemalizme “teori” imal eden Kadro hareketini oluşturmasının başlangıcı o operasyondur. Üç ay sonra tahliye edilen Hikmet'in dışarıda karşılaştığı manzara mücadeleyi terk etmiş kadrolar, toparlanması gereken dağılmış ilişkilerdir. İşe girişir, “Iskra”yı akla getiren ve benzer bir kolektif örgütleyicilik rolü verilen “Kıvılcım” isimli gizli yayının çıkışını örgütler.
1929'a gelindiğinde, iç sorunlarına karşın TKP toparlanmaktadır. Ancak Mart ayındaki polis operasyonlarında alınanlardan biri yine Doktor'dur. Bu tür operasyonların sıklığı ve sonuç alıcılığı, bize, TKP'nin dar bir alanda sıkışmışlığını ve politik mücadeleyi büyütme gereklerine göre konumlanamadığını gösterir. Bu tutuklamanın önemi, Doktor'un Kürdistan sorunlarıyla daha yakıcı biçimde karşılaşmasına vesile olan Elazığ Hapishanesi günlerinin başlamasıdır. TKP merkezinde tartışılmak üzere bir dizi başlık halinde yazdığı “Yol” çalışmalarını burada yapar. Aynı dönemde, Marx ve Engels'in kimi eserlerini de Türkçeye kazandırır.
1933'te cumhuriyetin 10. yılı vesilesiyle ilan edilen af üzerine hapisten çıkanlardan İsmail Bilen bir daha dönmemek üzere Sovyetler Birliği'ne giderken, Doktor Türkiye'de kalır. 1934 Kasım'ında bir kez daha gözaltındadır. 1935 Nisan'ında serbest kalınca, “legaliteyi istismar” düşüncesi uyarınca yasal yayın faaliyetini başlatır. 1935'te bir kez daha kısa bir süre hapistedir ve o sırada TKP'nin desteklediği bağımsız milletvekili adayıdır.
1935 de önemli bir tarih. Zira Komintern'in 7. Kongresi o yıl toplanmış ve aralarında TKP'nin de bulunduğu bazı “güçsüz” partiler hakkında “desantralizasyon” kararı alınmıştır. Ayrı bir başlık altında tartışılması gereken “separat” kararına göre, kadrolarının CHP içinde çalışması öngörülen TKP'nin müstakil örgütsel varlığı esasen sona erdirilir.
Burada bir paranteze ihtiyaç var. TKP yöneticisi olan ve yaşamını hem TKP'nin hem de Komintern'in temel politikalarına göre şekillendiren Kıvılcımlı'nın “desantralizasyon” kararına dahi itiraz ettiğini gösteren bir kayıt yok. Karar doğrultusunda faaliyet yürüten Kıvılcımlı 1936'da bu kez altı aylığına hapistedir. Kemalist rejim ise bütün desantralizasyon çabasına karşın TKP'yi ortadan kaldırmaya yeminlidir. 1938'e gelindiğinde Harbiye ve Donanma davaları nedeniyle alınanlardan biri Kıvılcımlı'dır ve 12 yıllık kesintisiz hapisliği o vesileyle başlamıştır. Ortada kanıt yoktur, ne var ki savcı gayet açık sözlüdür. “Doktor için kanıt arayacak kadar safdil değiliz.”
Bu arada bir gelişme olur. Nazım ve Doktor, sağlık sorunları nedeniyle altı aylığına tahliye edilirler. Nazım, daha öncesinde TKP'den ihraç edilmiştir. Doktor'un ise 1936'da TKP Politbüro üyesi olduğu belirtilir, ancak 1970 yılında Kıvılcımlı da 1929'da partiden atıldığını “öğrenir”. Atılmış olsunlar veya mevcut görevleri sürsün, iki sosyalistin aklında da kaçmak vardır. TKP ise, onların kaçışını örgütlemek bir yana, hapis yatmalarını söyler. Buna rağmen Kıvılcımlı Suriye'ye geçer, Suriye KP'ye ve TKP'ye mektuplar yazar, ancak destek bulamaz. Mecburen Türkiye'ye dönerken sınırda yakalanıp Sultanahmet Hapishanesi'ne kapatılır. Oradan da Çankırı'ya, daha sonra Kırşehir'e. Verimli bir okuma-öğrenme-yazma sürekliliği vardır, broşürler, kitaplar yazar. 1950'de son bulacak bu tutukluluğun ardından, çıkınca ilk iş Şefik Hüsnü'ye gider, ancak ondan yasadışı faaliyette bulunmayacakları yanıtı alınca hayal kırıklığına uğrar.
Rejimin 1951 tutuklamaları yine TKP'ye yönelir. Bu defa Doktor, onu operasyona dahil etmek isteyenlerin tuzağını atlattığı için kurtulur. Yasal faaliyeti sürdürürken bir grup işçiyle ve sınırlı imkanlarla “Vatan Partisi” isimli bir parti kurar. Rejimin kuşatması altında sınırlı bir çevrede faaliyet yürüten Vatan Partisi 1957 seçimlerine de katılır ve sadece birkaç yüz oy alır. Ancak asıl önemli olan, Kıvılcımlı'nın seçim faaliyeti sırasında Eyüp Sultan Camii avlusundaki konuşmasıdır. Orada İslamın temel akidelerini sosyalizmin prensipleri üzerinden olumlayarak anlattığı için Vatan Partisi “din yoluyla komünizm propagandası yapmak”tan dolayı kapatılır ve Doktor'un, bir yılını Harbiye zindanında gündüz ışığı görmeden geçirdiği iki yıllık son hapisliği başlar.
Dışarı çıktığında toplumdaki hoşnutsuzluğu sezer. Memleket DP istibdadı altındadır. Siyasal başarısızlıklar toplamı olan TKP ise darmadağındır. İsmail Bilen gibi bazı isimler, Sovyetler Birliği'nin desteğini alarak “dış” TKP kurmuşlardır. 27 Mayıs darbesi patlayınca orduyu etkileyebileceğini sanan Kıvılcımlı, daha sonra değineceğimiz çeşitli yazılarla darbeyi selamlar.
1960'lar, Türkiye'de kitlesel sol uyanış yıllarıdır. Halk özgürlüğe susamıştır. DİSK ve TİP kurulur, marksist klasikler çevrilip yaygınca okunur, gençlik hareket halindedir, grevler patlar, işçi direnişleri yaşanır ve mesela Saraçhane'de 150 bin kişinin katıldığı bir işçi mitingi düzenlenir. Siyasal hayat çeşitlenmiştir. Tedrici bir yol ve işçi ayaklanmalarıyla sosyalizme varacaklarına inananlar ile kemalist sol cuntayla Baas tipi bir iktidar hayali kuranlar en göze çarpan eğilimlerdir. TKP'ye mesafeli duran TİP'in içerisindeyse farklı eğilimler, sosyalist devrim yandaşlarıyla MDD'ciler (“milli demokratik devrim”) kavgası biçiminde açığa çıkar.
Bu esas olarak eskinin hastalıklarını taşıyan, kendini tüketmekten öte anlam taşımayan kişiselleşmiş tartışmalar sırasında, TİP gençliği yeni, denenmemiş bir yol arayışındadır. Aşırı ihtiyatlı davranan eskiler onları anlamaz ve onlarla kendi amaçları dışında ilişkilenmez. Bu nedenle, devrimci gençlik hızla okuyup öğrenirken alternatif mecraları yoklamakta, dünyanın alevli sokaklarına ve silah patlayan dağlarına bakmaktadır. Hikmet Kıvılcımlı, 1967'de ilk sayısı yayınlanan “Sosyalist”i çıkarmanın yanı sıra, Mahir Çayan gibi genç devrimcilerin de yazdığı “Türk Solu”nda yazmaktadır.
Gençliğin yükselişinin somut ifadesi olan Dev-Genç, o ortamda hızla büyümektedir. İbo, Mahir ve Deniz gibi isimler hürmet ettikleri eski devrimcileri yoklar, bazen dergilere yazarak, bazen yüz yüze kendileriyle tartışır, ancak neredeyse aynı zaman dilimi içerisinde ve birbirlerinden bağımsız olarak ayrı ve yeni bir yol açmaya karar verirler. '71'in üç ana devrimci grubu o şartlarda doğmaya hazırlanırken, eski sosyalistlerin tartışmalarında yeni ve kayda değer olan neredeyse hiçbir şey yoktur. Kıvılcımlı ise ağırlaşan sağlık sorunlarıyla yüz yüzedir.
15-16 Haziran yükselişi, kitlelerdeki arayışları hızlandırırken, egemenleri korkutur. Kimi hükümet ve/veya partilerin faşist olmalarından öte, bir bütün halinde devlet aygıtının faşistleştirilmesi hamlesi olan 12 Mart cuntası ile birlikte, Kanlı Pazar'da devletçi İslamcıları ve komando kamplarında MHP'li faşistleri milisleştiren 12 Mart faşizmi saldırganlığını arttırdıkça, devrimci seçenekler güçlenir. Genç devrimcilerin metotlarına uzak olan ve o girişimlerin faşizme yarayacağına inanan Kıvılcımlı, sıkıyönetim komutanlığı tarafından aranmaya başlandığında prostat kanseridir. Gizlice Kıbrıs'a, sonra Lübnan'a geçer, oradaki Sovyet elçiliği kendisiyle ilgilenmez. Bulgaristan'a giden Kıvılcımlı, Bulgaristan Komünist Partisi'nden yüz bulamadığı gibi, TKP'den de atıldığını öğrenir. İnsani değerlerin aşındığını gösteren birçok örnekle dolu bu dönem her bakımdan trajiktir. Partiden atıldığı gerekçesiyle Kıvılcımlı'nın Bulgaristan'da kalmasına izin verilmez. O haliyle Berlin'e yolculuk yapar, ama Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde de kalamayacağı “bildirilir”. Yeni adresi Paris'tir, fakat TKP yöneticileri Kıvılcımlı'yla ilgilenmek yerine onu Kilise Yardım Kurumu'na yollar. Davranış onur kırıcıdır. Arnavutluk'a gitmek ister ve yine reddedilir. En sonunda Yugoslavya'ya, doğduğu topraklara döner, oradan Türkiye'ye gelmek ister, ancak Üsküp'te son nefesini verir.
Fikir Hayatı Ve Tarih Tezi
Yürek sızlatan bu acımasızlıklara karşın, hapishane hayatında ve sokak mücadelesinde okuyup araştırmaya verdiği önem bakımından Kıvılcımlı, hem kendi dönemindekilerden hem de sonraki kuşaklardan fersah fersah öndedir. Şu anekdot Kemal Tahir'den:
“Çok yorulunca o işi (elindeki konuyu -bn) bırakır, bir başka işi eline alırdı. Ekonomi politikten felsefe ve tarihe, roman ve hikaye yazmaktan şiir inşasına, besteler ve güfteler icat etmekten resim yapmaya, siyasi makalelerden tarihi makalelere kadar uğraşmadığı mevzu yoktu.”
Klasik marksist teoriye hakim ve çok çalışkan Kıvılcımlı'nın sayısı yüzü aşan eserleri çok geniş kapsamlıdır. Burada asıl olarak, dine yaklaşımına, kadın kurtuluş mücadelesini ele alışına, Kürt meselesine bakışına ve Tarih Tezi'ne değinmekle yetineceğiz.
“Allah Peygamber Kitap” adlı kitabı yazan Kıvılcımlı'nın özelde İslamı ve genelde dini ele alışı, kapsamı çok daha geniş ve derinlikli olmakla beraber, bugün “Antikapitalist Müslümanlar”ın meseleyi ele alışını andırır. Dine yaklaşımı burjuva pozitivizminden önemli bir kopuşu ifade eden Kıvılcımlı'ya göre, İslamın zuhur edişi “tarihsel devrim”dir:
“Müslümanlık, bir karış toprağı bulunmayan Mekke plebleriyle küçük toprak parçalarına tefeci bezirgan Yahudilerce ipotek konulmuş Medine kentlilerinin hareketi olarak başladı. İslamlık, toprakların azad edilmesi, hürleştirilmesi demektir.”
Kur'an'ı da tefsir eden Kıvılcımlı, İslamdaki cennet tasavvurunun bir “komün” olduğunu belirtir ve örneğin Mezopotamya'nın (daha somut olarak da Van yaylalarının) cennet tasviri olarak tarif edilen yere denk düştüğünü kaydeder. Bununla birlikte Kıvılcımlı, dini saltanat/imparatorluk İslamına dönüştüren İslamcıların kadın bedeni üzerinden gericiliği yeniden ürettiğini de saptar. Ali Şeriati'nin yaptığı “iki din” gibi tartışmaları çok daha önce ve daha kapsamlı olarak yapmıştır. Din mevhumunu antikite tarihi ve komün geleneğiyle birlikte değerlendirir. Eyüp Sultan konuşması bu nedenle tesadüf değildir. Kuru, tarihsiz, insanlara tepeden seslenen, genel ajitasyon propagandanın reddi olan “Allah Peygamber Kitap” çalışmasının asıl önemi, “din” meselesinin önemini kavramasındadır.
Kıvılcımlı'nın, “Kadın Sosyal Sınıfımız” başlıklı makalesinde, ikinci dalga feminist hareketin tartıştığı bazı başlıkları, o tartışmaları bilmeden ve eşzamanlı olarak yürütmesi ilginçtir. Dönemin, feminizme kategorik olarak uzak ve karşıt duran marksist yaklaşımı hatırlanacak olursa, kadınları “sosyal sınıf” saymasının bugünün genel sol eğilimlerinin de çok ilerisinde olduğu daha iyi anlaşılabilir. Köy kadınlarının köy erkeklerince sömürüldüğünü kaydeden Kıvılcımlı, kadınların ayrı bir sınıf olduğunu tespit etmekle birlikte, bunun salt köylerle sınırlı kalmadığını, kasaba ve şehirlerde de sınıflı halin sürdüğünü söyler ve bunu “Türkiye toplumunun köy, kasaba, şehir bütün katlarında en yaygın sosyal orijinal trajedimiz” sayar. Onlarca yıl önce yazılmış şu cümleler, Kate Millet'in Cinsel Politika'daki kimi gözlemlerini hatırlatır:
“Kadına karşı kayıtsız şartsız bütün erkeklerimiz, maddeleri yazılmamış ama herkesçe ezbere bilinen ve her gün saksağan gevezeliği ile tekerlenen bir 'Anayasa'nın adsız fedaileri olarak söz birliği ve işbirliği etmişlerdir. Kadın düşmanlığı, kimi sosyal sınıf ve zümrelerimizde canavarca ağır, kimisinde daha yeğnikçe veya cilalıca görünebilir. Toplumumuzun her sosyal sınıf ve tabaka, zümre, grup ve kişilerinde kadın ilk fırsatta gözünden vurulup uçtuğu göklerden çamurlu erkek avcı ayaklarının altına yaralı düşürülmekle övünülen bir avdır.”
“Her köy erkeği üstteki kasaba tefeci bezirganının toprak esiridir. Ama tarlasında ve evinde boğaz tokluğuna avrat köleler çalıştırıp ezer.” Sözünü sakınmaz Kıvılcımlı: “En aşağı kul kölenin evinde tarlasında tepe tepe sömürüp ezdiği, etini ve ruhunu cımbızla didiklediği bir dişi kulu, ev kölesi, cariyesi vardır.”
Daha açık biçimde de, “Köylülüğün sömürge halkı bütünüyle köy kadınıdır” ve bütün bu ifadeler, tekrar olacak, onlarca yıl evvel söylenmiştir. Kürdistan için “sömürge” tespiti yapan Kıvılcımlı'nın oraya önerdiği mücadele biçimi düşünülürse, kadınların kurtuluşuna dair daha geniş tartışmalar da yürütülebilir elbette.
Kıvılcımlı, kadınları sosyal sınıf sayarken meseleyi belirli bir ara döneme sıkıştırmaz: “Yedi bin yıllık egemen sosyal sınıflar denemesi, anadan doğma kadın düşmanlığı eğilimini beslemeye yetmiş artmıştır.” Çoğu incelemesinde olduğu gibi burada da kalkış noktası marksizmdir. Morgan dahil birçok ismin yazdıklarını etüt eden ve Engels'in konuya dair yazdıklarını iyi bilen Kıvılcımlı'nın kadınları sosyal sınıf sayması, dönemin bütün kısırlaştırıcı ve dışlayıcı marksist doktrinlerinin dünya ölçüsünde söyleyegeldiklerinin aksine, marksizme dahildir. Nitekim sosyalist feminist ekol de tartışmalarını benzer bir eksende yürütmüştür.
Tam da burada, “Kadın altlığının, sömürülüşünün, ezilişinin kökü toplumumuzun üretim gerginliğinden kaynaklanır” tespitini yapan Kıvılcımlı'ya itiraz etmek zorunlu. Kapitalizmin gelişmesi “kadın sosyal sınıfı”nı sömürüden ve ezilmekten kurtarmadığı gibi, yeni ve daha sinsi biçimlerde sürdürmüştür. Tarih boyunca bütün egemen iktidarlarla patriarkal biçimler birbirini besleyerek gelişti, bugün de devasa bir patriarkal kapitalist dünya sistemi ile karşı karşıyayız.
Kadınları “sömürge halkı” sayan Kıvılcımlı'nın Kürt meselesine yaklaşımına geçebiliriz. Bu konuda ikili bir pozisyonu vardır. Örneğin, '60'ların sonunda bu meseleyi kitle önünde ve açık platformlarda konuşmaktan açıkça korkan ve egemenleri ürkütmemek için fazlasıyla mesafeli duran bir Kıvılcımlı'ya rastlarız. Ancak aynı Kıvılcımlı, 1930'ların başında Elazığ Hapishanesi'nde yazdığı “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” başlıklı çalışmada, hem kemalizm değerlendirmesini hem de Kürdistan meselesine bakışını ortaya koyar. Kıvılcımlı'ya göre, Türkiye'de kapitalizm Prusya'daki bismarkizmden farksızdır. Kemalizm tekelci çağın bismarkizmi, bonapartizmidir. Mustafa Kemal burjuvazinin temsilcisidir. Kürdistan ise dörde bölünmüş bir sömürgedir. “Özel ve gizli sömürge, şiddetli asimilasyon ve yok etme siyaseti.” Kürdistan'da özgürlük için iki şey zorunludur: İlki bir “çete”/gerilla savaşı ve diğeri orada müstakil örgütlenmiş bir komünist parti.
Bu belirlemeler oldukça gelişkin ve dönemine göre çok ileridir. Ancak Kıvılcımlı'nın yer yer açığa çıkan işçici tutumu burada da belirir ve ona Kürdistan'ın kurtuluşunun Kürdistan işçi sınıfıyla mümkün olduğunu düşündürür. Buradaki bakışı düz olduğu gibi, bir tür klasik “sosyalist devrim”ciliği çağrıştırır. Bununla birlikte, bir başka detayı da vurgulamak gerek: Aynı dönemde oldukça işlevsiz ve iç iktidar savaşına kapılmış kitlesiz bir parti olan TKP de, Komintern politikaları nedeniyle ve yine Komintern'in 1935'teki 7. kongresine dek, kemalizme mesafelidir ve konjonktürel nedenlerle benzer bir faşizm tespitini yapmaktadır. Kıvılcımlı'nın handikabı, TKP'ye sunduğu fakat resmi platformlarda tartışılmayan bu metni daha sonraları yayınlamamaktır. Ancak “sonraları” dediğimiz o dönemde Kıvılcımlı artık, büyük çoğunluğunu tarafsız saydığı TSK aygıtını etkilemeye çalışan pragmatik bir pratik politika yürütmektedir ve Kürt meselesiyle kimseyi ürkütmek istememektedir.
“Ordu” denilince akla Kıvılcımlı'nın “Tarih Tezi”nin gelmesi, hem olağan hem aslında konuyu darlaştırıcı bir yaklaşımdır. Kıvılcımlı, esasen kapitalizm ve bir önceki döneme dair çalışan, geçmiş çağların tarihine bakmaya zaman bulamayan Marx ve Engels'in yazdıklarından ve metodundan hareketle ve bu toprakların orijinalitesini bulma saikiyle tarihe bakıp “Tarih Tezi”ni oluşturur.
Tarihi sosyolojiden ayrı ele almayan, hatta marksizmi “diyalektik sosyoloji” sayan Kıvılcımlı'nın arkeoloji ve antropoloji verilerine ilgisi belirgindir. Tarih Tezi'ni oluştururken, en genel anlamda klasik marksist metottan hareket eder ve tarihte “üretici güçler”i açımlar. Bunu yaparken de, Marx ve Engels'te dağınık duran öğeleri de birleştirerek tanımdaki kapsamı genişletir. Determinist bir tarih anlayışına sahip olan Kıvılcımlı'ya göre, üretici güçlerin arasında teknik (üretim araçları), insan, tarih (gelenekler) ve coğrafya/toprak vb. vardır. “Annales Okulu”nda kendi başına bir öğe olarak ele alınan ve İbn-i Haldun'dan Marx'a dek çeşitli isimlerde karşımıza çıkan coğrafya unsurunu Kıvılcımlı üretici güçler bileşeni olarak değerlendirir.
Burada ayırt edici bileşen “tarih”in de tanıma dahil edilmesidir. Marksist külliyatı iyi bilen Kıvılcımlı'ya göre, “insan kendinden önce gelmiş geçmiş kuşaklardan artakalan gelenek göreneklere göre, içinde bulunduğu coğrafya ortamına göre, elindeki tekniğe göre bir kolektif aksiyon başarır.” Teknik, yani üretim araçları, bu öğelerce etkilenen ve onların toplamıyla birlikte ele alınan, ama en nihayet belirleyici olan unsurdur.
Kıvılcımlı, tarihi ele aldığında, baktığı her yerde komünist öğeler bulan bir sosyalisttir. Ona göre uzun antikite öyle bir zaman dilimidir. Yabanıl ve aşağı-orta-yukarı barbarlık dönemini ayrıntılarıyla ele alır. “Barbar” insanın sınıflı toplum insanına kıyasla özgür, yiğit, mert olduğunu söyler. Ona göre barbarlık ve medeniyet çelişkisi/çatışması esaslıdır. Bu eksenli ilk çatışmalar da ilk medeniyetlerin kurulduğu nehir havzalarında ve yerleşkelerle konargöçerlerin savaşı biçiminde ortaya çıkmıştır. Barbar akınlarıyla meydana gelen bu tür yıkımlar da tarihsel devrimdir. Köleci imparatorluklara bakan Kıvılcımlı, hiçbirinin “içeriden” değişmediğini, neredeyse tamamının dışarıdan gelen “yukarı barbar” saldırılarıyla yıkıldığını görür ve bu despotik yönetimlerin yıkılmasını sağlayan akınlara “barbar aşısı” der. Bilindiği gibi, benzer değerlendirmelere, barbar Cermenlerin köleci Roma'yı yıkışından bahseden Engels'te de rastlanır. Kıvılcımlı, Moğolların Çin'e akınları ile Türklerin Bizans'a akınlarını da bu kapsamda ele alır.
Bir kitabının adı “Komün Gücü” olan Kıvılcımlı'da, komün kavramı, teorinin omurgasını oluşturur. Sınıflı toplum durumu, tarihin uzun maratonu içinde gayet kısa bir dönemi kapsar, her toplumun kökeninde on binlerce yıl sürmüş olan komün hayatı vardır. “Kolektif aksiyonlar” da orada oluşan geleneklerden doğar. “Siklus çemberi” olarak ifade ettiği bu süreçte, her toplumun kendini o geleneklere göre belirlediğini düşünür. Komün ve gelenek insanda bir tür gizli güçtür, zaman zaman zayıflasa bile yok olmaz, bir biçimde beliriverir. Türklerde komün geleneğinin göçebe Türk-Alevi topluluklarınca yaşatıldığını söyler. Komünal geleneklere vurgu gibi her toplumda sosyalizan yanların görülmesi de alternatif bir tarih okumasının önünü açan, ezilenlerin tarihinin egemenlerin yazdığından başka bir hatta ilerleyebileceğini gösteren önemli detaylardır.
Ancak Kıvılcımlı Tarih Tezi'nde, Türklerde ordu aygıtının bir kolektif aksiyon aracı olduğunu tespit ederek köklü bir yanlış yapar. Bilindiği gibi, göçebe toplulukların çoğunda bir klan demokrasisi ve “özel silahlı adam müfrezeleri”ne dönüşmemiş bir “vurucu güç” olarak askeri aparat vardır. Doğu'da yaşayan diğer birçok toplum gibi Türklerde de durum budur. Bu ordu, yıkma ve yapma süreçlerinde aktiftir. Türklerin Anadolu'ya gelişleri, çarpışarak bu toprakları yurt edinmeleri bu aktif süreç sayesinde olmuştur. Kıvılcımlı ise komün geleneğinin yaşaması, kolektif aksiyon gibi değerlendirmelerden hareketle, yerleşiklik, iktidarlaşma, devletleşme dönemlerinden sonra da ordunun bu özelliğini muhafaza ettiğini iddia eder ve hep olumlar. Ermenileri kıran, Kürt isyanlarını tenkille bastıran, NATO'ya girişle birlikte artık NATO/Amerikan ordusu haline gelen orduya hep aynı yerden bakar.
Tarih Tezi gibi uzun araştırma ve emeğe dayanan bir çalışmanın politika alanında sınanması ve bunun orduya daima olumlu misyon biçen bakış açısıyla yapılması Kıvılcımlı'nın politikasını açık olarak gerici bir yere çiviler. 1960 darbesini desteklemek, darbecilere akıl vermek gibi garabetler, hatta ömrünün son döneminde 12 Mart cuntasını olumlayan “Ordu Kılıcını Attı” isimli bir makale yazmak gibi akıl ölçüleriyle açıklanamayacak tutumlar, diğer unsurlarla birlikte, açık bir körleşmenin ifadeleridir.
Orduya ilişkin bu yanlış tutumuna rağmen Kıvılcımlı, Yön ve Devrim dergilerinde ifadesini bulan tarzda bir “orduculuk” da yapmaz. Yön'cüler için ordu, olduğu haliyle makbuldür. Kıvılcımlı ise ordunun büyük çoğunluğunun tarafsız olduğuna, onların etkilenebileceğine inanır. En “orducu” diye bilindiği dönemde dahi, kemalizmin burjuvazinin temsilcisi olduğunu söylemiş, kemalizmi küçük burjuva devrimciliği sayan bakış açısını eleştirmiştir. Ona göre birinci Kuvayi Milliye bir burjuva kurtuluş hareketidir, ikinci Kuvayi Milliye lazımdır ve onun öncüsü de işçi sınıfı olacaktır. Bu bakış açısında da, dar anlamda sınıfçılık ile orduya misyon biçme tuhaf bir kolaj oluşturur.
Her devrimin sorunlarından biri, egemenlerin vurucu gücü olan orduya karşı pratik politikanın nasıl olacağıdır. Bunun yanıtı o aygıtın bölünmesi ve dağılmasıdır, etkilenerek bir yerden başka bir yere, işçi sınıfının çıkarlarının olduğu istikamete yönlendirilmeye çalışılması değil. Aksi bütün değerlendirmeler, sonu hüsranla biten ham hayallerdir. Bir NATO ordusundan bahsediyoruz, Kürt isyanlarını bastırma ve antikomünizm reaksiyonuyla durmaksızın kendini biçimlendirmiş bir ordudan. Kıvılcımlı'nın orduya dair bütün değerlendirmeleri yanlıştır ve reddedilmelidir. O bakış açısıyla en küçük bir rezonans, ilgili öznenin devrimciliğine malolacaktır.
Burada bir çaresizliği de görebiliyoruz. Bunca çaba ve emeğe karşın Kıvılcımlı, bir örgütten, esaslı kadrolardan ve içinde hareket edebileceği bir kitleden yoksundur. TKP, herkesin birbirine çamur attığı, polislikle suçladığı, iktidarda olanın diğerlerini tasfiye ettiği tuhaf ve bir tür kriminal örgüt halini almıştır. Neşe ve ümit yoktur. Komintern'in Sovyet merkezli zikzaklı siyaseti özgün yol ve yöntem arayışlarının önünü kesmiştir. Kısacası, aşırı ihtiyatlı davranan Kıvılcımlı'nın uzun politik yaşamı, bireysel direnişlerine karşın, yenilgiler tarihidir. Bir gün Menderes'e, başka gün 1960 darbecilerine yazması, etkilemeye çalışması, oradan bir yol/çıkış bulma gayreti bu nedenle trajiktir. Elinde güçlü bir örgüt olmadan, esaslı kadrolar yaratamadan, bir tür “mümkünün siyaseti”ni yaparak siyasette üçüncü bir cephe açılamayacağını her defasında görmüş, fakat egemenler arasında ehvenişer siyasetiyle zaman ve ümit kaybı getiren bu yaklaşımı değiştirme iradesinden yoksun kalmıştır.
Tam da burada, Kıvılcımlı'nın dünya ölçeğindeki '68 yükselişi ile etkileşim içinde ve elbette onların genelinden devrimci olmak bakımından ayırıcı olan Türkiye'deki '71 devrimci çıkışının öncülerine güvensizliğinin, onların gelecek planlarını kendi kişisel geçmişini düşünerek mahkum edişinin, hayatını sosyalizm inancına adamış tarihsel bir kişiliğin en büyük trajedisi olduğunu vurgulamak gerekir. Pınar suyu kadar temiz olduklarına inandığı genç devrimcilerin engel tanımaz atılımları karşısında oportünist bir ideolojik-politik pozisyonda durmuştur Doktor. '71 devrimciliği, “mümkünün siyaseti”ne odaklanan akılcı yaklaşımların “imkansızın siyaseti” saydığı bir hatta konumlanmış ve orada derinleşmiştir. TKP'de ifadesini bulan, halktan kopuk ve asıl olarak düzeniçileşmiş sosyalizm anlayışından kopuşmak kaçınılmaz hale gelirken, tam o uğrakta Kıvılcımlı vefat etmiştir. 11 Ekim 1971'de kaybettiğimiz Türkiye sosyalist hareketinin en eski kuşak önderlerinden Hikmet Kıvılcımlı'nın, kendisini de aşıp geçen '71 devrimci kopuşuyla etkileşime girememesi her bakımdan önemli bir kayıptır.
[11] Carr, Bolşevik Devrimi 1917-1923 Cilt 1, s. 92