Meclis Ve Partiler İncir Yaprağı
Türk burjuvazisi, Türk egemen sınıfları, sömürgeci faşist diktatörlük sistemin ideologları, politik sözcüleri, diplomalı uşakları Türkiye'nin "demokratik" bir ülke olduğu sahte ve demagojik iddiasını durmaksızın ve yüksek perdeden söyleye gelirler. Seçimlerin, parlamentonun, partilerin varlığını söz konusu demagojinin kanıtı olarak sunarlar. Oysa 1946'dan beri süregelen seçimler, parlamento ve çok partililik her zaman için gerici ve faşist diktatörlüğe "demokratik" bir görüntü vermek amacıyla kullanılagelmiş iğreti bir maskeden başka bir şey olmamıştır. Türkiye'nin gerçek yöneticileri emperyalist tekeller, çok uluslu şirketler, Amerikan emperyalizmi, yerli holdingler ve askeri kliktir. Düzen ve diktatörlük adına alınan kararlar mecliste sadece onaylanmaktadır. Meclis, göstermelik bir kurumdur. Meclis, seçimler, çok partililik 1946 yılından beri oynanagelen ve gerçekte işçi sınıfını, halkları dışlayan "demokrasi" komedisinin paydalarıdır. Üstelik özellikle 1960'lardan bu yana geçen tarihsel kesitte gerçekleştirilen askeri darbelerle, ordunun artagelen siyasal ağırlığıyla burjuva seçimlerin, partilerin, meclisin rolü giderek etkisizleşmiş, biçimselliği bile tartışılır hale gelmiştir. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle açılan yenilgi ve gericilik döneminde faşizm ve sermayenin şekillendirdiği 12 Eylülcü faşist politik rejimle, bu olgu, daha açık, daha çarpıcı gözler önüne serilmiştir.
Türkiye'de devlet, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri sınıfının egemenlik aracıdır. Devletin temel kurumları ordu ve bürokrasidir. Ordu başta gelen temel kurumdur. Seçimler, meclis ve partiler olmadan da devlet aygıtının çarkları dönebilmektedir. '60, '71, '80 askeri darbeler dönemlerinin deneyleri de bunu yeterince göstermiştir. Çünkü meclis, devletin temel bir kurumu değildir. Devlet aygıtı seçimlere dayanmadığı gibi seçimler devletin temel kuramlarının işlerliğini herhangi bir biçimde belirlememektedir. Devleti devlet yapan temel kurumlar (ve işlevsellikleri) tümüyle seçimlerin ve meclisin dışında inşa edilmiş ve geliştirilmiştir. Ordu, sivil bürokrasi, istihbarat örgütleri, polis, valilik gibi kurumlar seçimle değil, atamayla oluşturulmuş kurumlardır. Bu kurumlar üzerinde herhangi bir işçi-emekçi denetimi de bulunmamaktadır. Hele ordu söz konusu olunca burjuva partilerin bile herhangi bir denetim yetkisi yoktur. Türkiye'de ordu bir tabudur. Ordu, kendini devlet görmekte ve davranmaktadır. Ordu, kendini "tek vatansever", "vatanın" ve "milletin tek ve gerçek savunucusu", koruyucusu ve kollayıcısı ilan etmektedir...
Türk egemen sınıfları, emperyalizmin ve sermayenin ekonomik siyasal çıkarları gerektirdiği her dönemde sözde "millet"in "en üst" ve "kutsal iradesi" olan meclisi asker postallarına çiğnetmekten çekinmemişlerdir. Gerek duyduklarında, bir kez daha, aynı şeyi yapmaktan çekinmeyeceklerdir...
Türkiye'de "en üst iradenin meclis" olduğu, Türkiye'yi "sivil" hükümetlerin yönettiği iddiası boş ve demagojik bir palavradan ibarettir. Gerçekte yönetim iplerini elde tutan, yasama, yürütme, yargı organı gibi çalışan, politik yönetim tekelini elinde tutan ordudur. Kuşkusuz ki generaller çetesi (askeri klik), bunu büyük sermayeyle, emperyalist tekel ve devletlerle, Amerikan emperyalizmiyle sıkı, sistematik, organik bağlar içerisinde gerçekleştirmektedir. Gerici-faşist meclis, gerici-fa- şist hükümetler MGK partisinin (Devlet Partisi'nin) yardımcı ve yan araçlarıdır. Devlet Partisi (ordunun, sivil bürokrasinin, polisin, istihbarat örgütlerinin subaşlarını tutmuş kaymak tabakası) her ne kadar MGK aracılığıyla sivil burjuva politikacılarla askeri kanadın ittifak ve işbirliğine dayanıyorsa da gerçekte Devlet Partisi'nde asıl dizginleri elde tutan, askeri kliktir. Anayasal bir kurum olarak MGK, askeri kliğin iktidar tekelini elde tuttuğunu kaba bir şekilde örtmenin aracıdır. MGK'da yer alan sivil kanat (hükümet) askeri kliğin belirlediği politikaları, "demokratik" bir görüntü vererek, uygulatmanın, gerekli işbirliği ve koordinasyonu sağlamanın bir köprüsüdür.
Ordunun Siyasal Yaşamda Ağırlığının Ana Nedenleri
Ordunun Türk siyasal yaşamın da bu ağırlığının, politik iktidar tekelini elinde tutmasının nedenlerine biraz yakından bakmak gerekiyor.
Bu olgunun nedenlerini kabaca, şöyle özetleyebiliriz:
1- Ordu, devletin en temel kurumudur. En büyük silahı gücüdür. En örgütlü, en disiplinli kurumlaşmasıdır. En büyük silahlı güç olması ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığının temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır. Onun bu avantajı siyasete silahla kumanda edebilmesini sağlamaktır. Kuşkusuz ki silahlar burada sermayenin belli bir kesiminin siyasetinin hizmetindedir. Sermaye ve silahlı güç kimdeyse, siyasal güç ve irade ondadır.
2- Türkiye'de ordu, yalnızca devletin en temel kurumu ve en büyük silahlı gücü değildir. Aynı zamanda ordu, işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir bölümünü, organik, kaynaşmış bir kesimini oluşturmaktadır. Askeri klik, askeri-sınai bir komplekse, OYAK'lara, Türk Silahlı Kuvvetler Vakfı'na dayanan, devlet bütçesinden en büyük payı alan, görünmeyen gelirlerle (emperyalistlerden gelen bütçe dışı gelirler +'80'lerin ikinci yarısından sonra Kürt Ulusal Devrimi'ni ezmek için geliştirilen sömürgeci savaştan beri de özellikle uyuşturucu ticareti yoluyla elde edilen gelirler) ekonomik gücüne güç katan tekelci kapitalist bir birliktir. Ordunun kaymak tabakası böylesine bir iktisadi temel üzerinde güçlü bir işbirlikçi tekelci kapitalist askeri bir klik oluşturmaktadır. Söz konusu askeri tekelci kapitalist sektör, gerek yerli holdinglerle gerekse de emperyalist sermayeyle organik kaynaşmış bir iç bütünlüğe sahiptir. Yani Türk ordusu, yalnızca düzenin bekçisi olan askeri bir güç değil, işbirlikçi tekelci kapitalist olarak da düzenin efendilerindendir.
Bu olgu, burjuva devletin en önemli kurumu olarak ordunun işbirlikçi tekelci burjuvazinin bir parçası haline gelişi süreci özellikle 1950'ler, '60'lar sonrasının yarı sömürge ülkelerinde gelişen bir eğilimdir. Bu olgunun bir nedenini 1950-60'lar dünyasında emperyalizme bağımlı kapitalistleşme sürecinin derinlemesine ve genişlemesine gelişmesi, orduların bütün boyutlarıyla ekonomik ayrıcalıklarının artması, askeri-sınai komplekslerin dev boyutlarda gelişmesi oluşturmaktadır. İkinci nedeni ise özellikle Amerikan emperyalizminin 1950- '60'lar sonrası süreçte kendisine bağımlı ülkelerde özelde orduları düzene ve kendine daha derinden bağlama, ordular içerisinde olası ilerici sol burjuva ve anti Amerikancı darbeler yoluyla ordu yönetimlerinin el değiştirmesini önleme, daha da gericileşmiş, denetim altına alınmış ordular biçimlendirme politikası oluşturmaktadır.
Türkiye'de ordunun geniş çaplı iktisadi yaşama çekilmesi; ordu sermayesinin gelişmesi, emperyalist ve yerli holding ve ordu sermayesinin organik bir bütünde kaynaşması süreci özellikle 1960'lar sonrasının belirgin bir olgusudur. Ve yukarıda dikkat çektiğimiz dünya çapındaki genel eğilimle de uyumludur.
Dolayısıyla, Türk ordusu yalnızca devletin en temel kurumu olarak değil, yanı sıra işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlü, büyüyen, etkin bir kesimi olarak da egemen sınıflar adına daha açık tepki göstermekte, politik iktidar (devlet) erkinde gitgide artan oranda söz sahibi olmakta ve politik iktidar tekelini açıkça elde tutmaktadır.
3- Türk ordusunun Türk siyasal ve toplumsal yaşamında bu denli ağırlığa sahip olma sın da Türklüğün kendi tarihsel varoluş kavgasında kendine özgü tarihsel evriminden, kendini ortaya koyuş tarzından kaynaklanan tarihsel bir geleneğinin, kültürünün de son derece önemli bir yer tuttuğunu vurgulamak gerekir. Aşağıda dikkat çekeceğimiz tarihsel gelenek de günceli güçlü bir tarzda etkilemekte ve esin kaynağı olmaktadır.
"Ordu-millet", "kutsal devlet", "at, avrat, silah", "gözbebeğimiz ordumuz" gibi motiflerin tarihsel arka planında derin olgular yatmaktadır. Militarizm, militarist bir kültür ve gelenek, asırlardan beri Türklüğün tarihsel evriminin özgün bir parçası olarak "sivil" yaşamı, politikacı ve kitleleri de güçlü bir tarzda etkileye gelmiştir.
Özetlemek gerekirse;
Orta Asya bozkırlarında, göçebe Türkler, savaşçı bir topluluk. Askeri yayılmacılık, yağma ve talan savaşları yoluyla Uzak Doğu'ya, Uzak Asya'ya, Anadolu'ya doğru ilerleyerek yeni yaşam kaynakları elde ederek hayatını idame ettirme Türkler bakımından zorunlu tarihsel bir evreydi. Orta Asya bozkırlarında çoğalan "fazlalık" Türk nüfusunun iktisadi nedenlerle merkezden çevrelere açılması kaçınılmazdı.
Kuşkusuz ki "kutsal devlet", "kutsal ordu", "ordu millet" ideolojik-siyasal-kültürel biçimlenişi bu ekonomik toplumsal yaşam tarzının kaçınılmaz bir yansıması ve somutlanışıydı.
Barbarlık evresinden devletleşmeye, buradan üç kıtada at oynatan Osmanlı İmparatorluğu'na gelişim ve sıçrayış evrelerinde de söz- konusu olgu (orduların öncü rolü, toplumsal yaşamı saran militarizm) Türk topluluklarının, Türk yaşam tarzının derin bir gerçeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, merkezi, feodal, askeri despotik bir imparatorluktur. Marks'ın deyişiyle, "kendi çağının tek askeri devleti" olan Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri feodal yapısı ile iktisadi temeli de (miri toprak sistemi, tımar sistemi) büyük bir uyum içerisindedir. Birincisi ikincisi üzerinde yükselmekteydi. Bu aşamada da feodal fetihçiliğin, feodal sömürgeci yayılmacılığın, imparatorluğun üç kıtaya genişlemesinin temel dayanağı, öncü birliği yine ordudur.
Yeni Türk Devletinin Kuruluş Dönemi
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları arasında 1918-'23 Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla "Türkiye Cumhuriyeti" devleti kurulur. Savaşın öncüsü kemalist burjuvazidir. Yeni Türk devletinin kuruluşunda da İttihat ve Terakki ordusunda yetişmiş kaymak bir çekirdek asker subay grubu, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda yine en öndedir ve inisiyatifi elde tutmaktadır. Mustafa Kemal de bu subay grubunun en seçme askerlerindendir. Yetenekleri ve manevra gücüyle önderliğini kabul ettirir. Yarım kalmış bir burjuva devrimi sürecinde yeni Türk burjuvazisi (Kemalist klik) Bizans oyunlarıyla, Osmanlı saray entrika ve komplolarıyla, burjuva üçkağıtçı yöntemlerle dağıtır; rakiplerini ve olası rakiplerini tasfiye eder, Kürt ulusunun desteğini kazanır vb. vb. Bu süreç aynı zamanda merkezileşmiş yeni bir Türk ordusunun oluşumu ve kuruluşu sürecidir.
Böylece burjuvazi, kemalist ordu aracılığıyla yeni Türk burjuva devletini örgütler; ekonomik, toplumsal, siyasal süreçleri belirler ve yönlendirir. Kemalist kliğin tek parti diktatörlüğünün en büyük kozu yeni dönemde orduydu.
Daha sonraki süreçte ordu, devlet, siyaset ilişkisinin bazı temel gerçeklerine girmeden önce şu olguyu bir kez daha vurgulamak gerekiyor.
Bugün Türk siyasal ve toplumsal yaşamında ordunun politik iktidar tekelini elde tutmasının ana nedenlerini yukarıdaki tarihsel ve iktisadi nedenler oluşturmaktadır. Söz konusu olgulara kuşkusuz ki, başka gerçeklerin de eklenmesi gerekiyor. Bu nedenlerin bir kısmı neden, bir kısmı sonuç, ama bu sonuçlar da bir nedene dönüşmüş, sebep-sonuç ilişkileri karşılıklı birbirini etkileyerek, besleyip büyüterek, Amerikancı faşist Türk ordusunun iktidardaki yerini iyice sağlamlaştırmış, meclisin, hükümetlerin etkinliğini iyice sınırlamış, asker kafalı resmi ideolojiye sımsıkı bağlı aydın ve sivil burjuva politikacıların biçimlenişi sürecini iyice derinleştirmiş, Türk ulusundan işçi ve emekçilerin militarist zehirlenmesinde başlı başına rol oynamıştır. Kuşkusuz ki bu süreç, aşağıda kısaca da olsa işaret edeceğimiz gibi aynı zamanda belli bir tarihsel kesitten sonra ordunun militarist değerlerinin tersten yıpranması süreci de olmuştur.
12 Eylülcü Politik Rejim, MGK, Ordu
Ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığını ve gitgide iktidarda artan siyasal etkisini gösteren diğer veril ere de bir göz atmakta yarar var.
Türkiye'de üç askeri darbe gerçekleşti: 1960 askeri gerici darbesi, 1971 yarı askeri faşist darbesi, 1980 askeri faşist darbesi.
Söz konusu darbeler, ordunun hem genel siyasal ve toplumsal yaşamda hem de daha özelde devlet erkindeki gücünü, kudretini gösteriyor. Ki, on yılda bir gerçekleştirilmiş olan bu darbeler aynı zamanda ordunun siyasette ve devlet yönetimindeki belirleyici rolünü de derinleştirmiş ve sağlamlaştırmıştır. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle açılan yeni dönemde ise ordunun politik iktidar tekeli diğer iki darbe sonrası dönemlerle kıyaslanamayacak kadar daha belirgin ve açık hale gelmiştir. 12 Eylül faşist anayasası ile çerçevesi çizilen ve somutlaştıran eylülcü politik rejimle, bu olgu, sağlam ve daha etkin yasal güvenceye kavuşturulmuştur.
12 Eylülcü politik rejimin genel karakteristik özelliklerini şöyle özetleyebiliriz: "Kutsal devlet"in aşırı merkezileştirilmesi. Faşist vurucu ve terörist karakterinin aşırı derinleştirilmesi. Tüm toplumsal, siyasal yaşam üzerinde devletin doğrudan denetim ve yönetiminin daha da güçlendirilmesi. Politik özgürlüklere tümden kapalılık. İşçi sınıfının, ezilen, sömürülen milyonların iş, ekmek, özgürlük, sosyalizm kavgasına en katı yasaklar. Politik rejimin çerçevesinde ekonomik-sendikal haklarda bile ciddi iyileşmeler elde edilmesine tam bir engel ve kapalılık. Devletin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenlik aracı olduğu gerçeğinin daha açık hale getirilmesi. Yasamanın (meclisin), yürütme, yargının yasama ve yürütme (hükümet+cumhurbaşkanlığı) karşısında daha zayıflatılarak özellikle yürütme organına bağlı hale getirilmesi. Fiilen başkanlık sistemine yakın bir sistemin getirilmesi (sorumsuz ama yasama, yürütme ve yargı erklerinde Cumhurbaşkanlığı kurumuna tanınan geniş haklar). Askeri kliğin politik hegemonyasının Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla daha etkin hale getirilmesi. Devletin askeri ve bürokratik karakterinin derinlemesine ve genişlemesine geliştirilmesi. Yarı askeri faşist bir politik rejimin biçimlendirilmesi. Faşizmin ve sermayenin, emperyalizmin "güçlü yürütme" istemine yanıt vermek amacıyla bu sistemin unsurlarından biri olarak iki partili (Özal'ın deyişiyle "iki buçuk partili") sistemin yasallaştırılması. Seçim ve partiler yasası ile düzen ve devlet partilerinin (ki ilerici, reformcu partiler bile buna zorlanıyor) 12 Eylülcü yarı askeri faşist politik rejimin programına (ekonomik, siyasi vb.) göre biçimlendirilmeleri...
Tüm bu değişiklikler, '61 Anayasası tasfiye edilerek yeni bir anayasayla (12 Eylül Anayasası) yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Böylece artık karşımıza aşırı derecede merkezileşmiş, devlet ve ordu karşısında bağımsız, toplumsal ve siyasal yapılanmaları adeta olanaksızlaştıran, burjuva partileri, meclisi, hükümetleri, yargıyı ordunun güdümüne sokan bir siyasal rejim şekillendirilmiştir. Bu yeniden yapılandırma eylemi, "milletin iradesi olarak kutsal devletin" geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak kadar etkin bir güç haline getirilmesinde somutlaşmıştır. CIA güdümünde askeri faşist darbeyi yapan Amerikancı ordu, faşizm ve sermaye, emperyalizm adına bu yeniden yapılandırmayı gerçekleştirmiş, kendi siyasal iktidar tekelini de böylece adeta çıplak hale getirmiştir.
Başlı başına değil ama bazı ana yönleriyle MGK olgusu üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü MGK, ordunun politik hegemonyasını, rejimin yarı askeri karakterini, askeri kliğin sivil burjuva politikacılar karşısındaki gücünü güvenceleyen temel anayasal kurumdur. MGK, devletin ve politik rejimin tepesi, gerçek yasama ve yürütme gücüdür.
Demirel veciz bir şekilde "MGK devlettir” derken emekli Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ise "MGK, Milli Güvenlik siyasetini tayin eder ki, bu bütün politikaların tanrısıdır, anayasasıdır. Buna aykırı davranılması düşünülemez" açıklamasını yapmıştır.
Bu tanımlamalar ve çözümlemelerin gösterdiği gibi MGK, devlettir (devletin stratejik ve belirleyici yönetim merkezidir). MGK, devletin, burjuva partilerin, burjuva siyasetin Tanrı'sıdır. Partiler, hükümetler, parlamento devlete, Tanrı'ya rağmen hareket edemezler, bu yasak ve suçtur. Aykırı hareket etme cüretini gösterenler doğrudan ya da dolaylı cezalandırılırlar...
MGK'yı diktatörlüğün ve politik rejimin tanrısı yapan MGK Partisi'nin özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
MGK, devletin ve politik rejimin belirleyici yönetim erki ve en üst iradesidir.
MGK'da asker kanadı ağırlıktadır. Dolayısıyla partilerin partisi tanrı MGK Partisi'nde belirleyici olan askeri kliktir (ordudur).
MGK, sivil burjuva politikacılarla, partilerle, hükümetlerle ordunun koordinasyonunu, işbirliğini sağlayan en üst kurumdur. Burada bir iktidar paylaşımı ve ortak yönetim olsa bile asıl erk ve yönetim ordudadır.
Devletin "Milli Güvenlik politikası" kavramı 12 Eylül sonrası yeniden tanımlanarak ekonomiden ticarete, maliyeden iç politikaya, dış politikadan ideolojiye, kültürden ahlaka, sağlıktan deprem ve bulaşıcı hastalıklara kadar istinasız sosyo-ekonomik yapıyı oluşturan, oluşturabilecek tüm öğeleri kapsayacak tarzda genişletilmiştir.
Bu bağlamda, MGK, yalnızca temel ve genel politikaları değil, günlük politikayı da belirlemekte ve yönetmektedir.
Anayasanın 118. maddesinde belirtilen MGK'nın "Tavsiye kararları bakanlar kurulu tarafından öncelikle dikkate alınır" ifadesi "zorunlu olarak uygulanır" diye okunmalıdır.
Bu bağlamda, yasama organı meclis değil, MGK'dır. Meclise düşen, biçimsel bakımdan MGK siyasetini onaylamaktır. Ordunun, MGK'nın gerçek yasama organı olduğunu gizleyerek "demokratik Türkiye" sahte imajını korumaktır.
12 Eylül Anayasası'na göre yürütme organı a) hükümetten, b) cumhurbaşkanından oluşur. Oysa gerçek yürütme erki "tanrı" MGK'dır. Hükümetler MGK kararlarını yerine getirmekle, Cumhurbaşkanı "devletin başı" olarak MGK kararlarının sözcülüğünü yapmak ve hükümetleri denetlemekle, eğer hükümetler sorun çıkarırsa kamuoyu önünde "Tanrı" MGK politika ve kararları lehine etkileme faaliyeti yürütmekle görevlidir. Ki, MGK'nın gerçek yürütme erki olduğunu kanıtlayan bir diğer olgu da "Kriz Yönetme Merkezi"nin kurularak MGK'ya bağlanmış olmasıdır. Buna göre, MGK kararlarının yerine getirilmesini (MGK, Cumhurbaşkanı ve) Başbakan adına denetlemekle görevli olan MGK Genel Sekreterliği'dir. MGK Genel Sekreterliği'nin yönetmeliği, kadroları, bütçesi vb. gizlidir. MGK Genel Sekreterliği'ne bağlı gizli (ve asıl) Bakanlar Kurulu oluşturulmuş bulunuyor. MGK ve MGK Genel Sekreterliği asıl yasama ve yürütme gücü olarak yetkinleştirilerek tahkim edilmiştir. Öyle ki MGK işi şansa, hükümetlerin keyfine bırakmamakta, fütursuzca, küstahça başbakanlık yetkisini de MGK Genel Sekreterine devrettirerek işi sağlam kazığa bağlamış bulunmaktadır. Bugüne kadar MGK kararlarına, MGK'nın istediği yeni yetkilere uygulamada hiçbir itirazın gelmemiş olması yukarıdaki değerlendirmelerimizin açık bir kanıtıdır. "İl İdare Yasası"nın ve son olarak yasallaştırılan "Seferberlik ve Savaş Hali" yasasının resmileştirilmesiyle ordunun inisiyatifine yeni inisiyatifler eklenmiştir. Ki, MİT öteden beri orduya bağlıdır. Ordu bünyesinde burjuva partilerin, işverenlerin, medyanın, polis şeflerinin seçme unsurlarını ideolojik ve siyasi eğitimden geçirmek amacıyla oluşturulmuş "Milli Güvenlik Akademisi" kurumlaşması da generaller çetesinin Türkiye'deki rolünü gözler önüne seren bir diğer çarpıcı olgudur.
Seçimler, parlamento ve çok partili sistem, hükümetlerin gerici, faşist partilerce kurulması, tüm bunlar; halkları, demokratik kamuoyunu aldatmak, "demokratik hukuk devleti" sahtekarlığına kılıf uydurmak içindir. Biçimsel olarak yasama, yürütme, yargı organlarının varlığı MGK'nın (gerçekte ordunun) gerçek yasama, yürütme, yargı organı olduğunu gizlemek, işleri daha rahat kotarmak içindir. Dikkat edilsin politikaları belirleyen, her türlü kararı alan ve uygulatan, hem yasama, hem yürütme, hem yargı organı gibi çalışan MGK'dır. Ama yasal ve biçimsel olarak "sorumsuz" bir kuruldur MGK. MGK, her işi çevirir, ama sorumluluk meclise, yargıya, hükümetlere aittir.
Bunun anlamı açık olsa gerek; hem ülkeyi yöneteceksin hem de "sorumsuzluk" zırhıyla sorumluluğu başkalarına yıkacaksın! Üstelik sorumluluğun üzerine yıkıldığı güçler (Meclis, yargı, hükümet vs.) ordunun doğal suç ortakları, "kahraman ordumuz"un yardakçıları, işbirlikçileri, dostları. Ve bu işbirlikçi yardakçılar gönüllü olarak (bir kısmı yarı gönüllü, daha azı gönülsüz) kendilerine biçilen rolü, düzenin ve diktatörlüğün "bekası" için üstleniyor. Tabii, bu arada, ordu, "beceriksiz politikacılar, meclis, partiler, hükümetler" propagandasıyla itibar kazanmaya çalışmaktan da geri durmuyor. Devletçi, militarist burjuva politikacılar ordusu da militarist kafa yapısıyla sistemin (düzenin) ve diktatörlüğün krizini çözemeyip her sıkıştıklarında orduya koşmaktan, ordu şakşakçılığı, darbe kışkırtıcılığı yapmaktan da geri durmuyorlar...
Kendilerini gerçek "vatansever", "milletin" tanrısı gören paşalar, ellerini oturdukları doruklardan zevkle ovuşturarak, kıskıs gülerek ama çatık kaşlı görünmeye özen göstererek izliyorlar. Bu tablo hem iğrenç; hem komik hem de trajik.
Ordunun etkinliğini gösteren tabloya şunları da eklemeliyiz: Düzeni, devleti, "Anayasal rejimi", yalnız "korumak" değil "kollamak" görevi de "kahraman ordumuz"a ait bulunmaktadır. (MGK'nın "Refahyol Hükümeti”ne sunduğu 28 Mart tarihili 18 maddelik emir belgesi üzerine çıkan tartışmalar sürecinde emekli orgeneraller, özel harpçiler ve resmi generaller aracılığıyla yapılan açıklamalar hatırlansın).
Orduya gerekli gördüğü zaman darbe yapma yetkisini tanıyan (tabii doğal olarak "demokratik laik, sosyal, hukuk devletini” kurtarmak ve "yozlaştırılmış" olan "demokrasinin yeniden tesisi için"; aksini düşünmek "vatan hainliğidir", "dış güçlerin kışkırtmasına gelmektir, "bölücülüktür" vs. vs.) İç Güvenlik Yasası'da asla unutulmamalı.
"Susurluk Kazası"yla ortaya saçılan pisliklerin, kirliliğin asıl ipleri, yönetim merkezi MGK'ya, orduya uzanır. Klik dalaşından ve gizlenemez gerçeklerden dolayı burjuva medya zorunluluktan birazcık da olsa buralara uzanır gibi oldu. Bunun üzerine ordu, yani "tanrımız" hemen gürledi, sopasını salladı, RTÜK yetkilisi Genelkurmay'a çağrıldı, medya sesini soluğunu kesti, başladı "kahraman ordumuz"u övmeye... Aynı şey "kutsal meclisimizin, burjuva partilerimizin, "milletin temsilcileri" milletvekillerimizin başına da geldi.
Ordu, RTÜK'te, YÖK'te neredeyse akla gelebilecek her yerde doğrudan temsil edilir.
Seçimler yapılır. Parti üst yönetimlerince belirlenerek seçtirilen "milletin vekilleri" TBMM'ye gelirler. Devlet Partisi (ordu) tarafından hazırlanmış olan ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, politik duruşlarını nasıl alacaklarını kendilerine emreden "kırmızı kitapçık" hemen ve ilk iş olarak eli erine tutuşturulur...
Kısacası, "tanrı" ordu her yerde; politikanın ise merkezinde. Politik bir parti olarak çalışıyor. Politikanın ipleri elinde. Ama öte yandan da aşağılık bir demagoji ile "ordu politikanın dışında", "orduyu kışlanın dışına çekmek için bizimle uğraşmayın", "ordu, vatan savunmasıyla ilgili", "politikaya bulaştırarak orduyu yıpratmayın" demagojisini yapmaktan da geri durmaz. Bu faşist yalan rüzgarı harekatına liberaller, reformistler köşe dönmüş köşe yazarlar, meclis ve partiler vb. vb. utanmazca katılırlar.
"Eceli Gelen Köpek Cami Duvarına..."
Yarı sömürge, geri kapitalist Türkiye düzeni, sömürgeci faşist diktatörlük, dipten doruğa çürümüş, yozlaşmış, soysuzlaşmış. "Susurluk kazası"yla ortaya saçılan, saymaya gerek olmayan sayısız pislik bu olgunun ortaya çıkan sadece küçücük bir bölümü.
Sistem ve faşist diktatörlük, yapısal ve güncel bir kriz içinde kıvranıyor. 74 yıllık Türk devleti her tarafından dökülüyor. Düzenin "sivil" politikacıları, devlet partisi, kontrgerilla devleti düzenin derdine derman bulamıyor. Çete devletin çeteleri, burjuva karşıdevrim kampı kendi içinde bölünüp parçalanıyor. Yeni yeni burjuva particikler oluşuyor.
Meclis, partiler durmaksızın itibar kaybediyor. Ordu da eski itibarından yoksun. Özellikle 12 Eylül darbesi ve kirli, haksız sömürgeci savaş nedenleriyle itibarını epeyce kaybetmiş. Darbe sopası artık '60'lar, '70'ler kadar korkutucu değil. Darbe hazırlık ve tehlikesi bir politika olarak mevcut olmasına karşın yeni bir askeri darbe için hal a iç ve uluslararası koşullar yeterince elverişli değil. Parlamenter zemin üzerinde zorlanan kullanılabilecek seçenekler de sınırlı. Sıklaşan erken genel seçimler sadece yeni ve daha sert krizleri hazırlıyor. Oluşan hükümetler daha erken yıpranıp gözden düşüyor. Faşizm ve sermaye ekonomik ve siyasi saldırılarını yoğunlaştırarak egemenliğini korumaya çalışıyor.
Bu tabloya daha pek çok şey eklenebilir. Ama gerekmiyor.
Düzen, devlet kurumlan, politikacılar, ordu yıpranırken öte yandan da Kürt Ulusal Devrimi bütün gücüyle direniyor. Batı'da antifaşist mücadele adım adım devrimci duruma doğru akıyor. Faşizm kirli, haksız, sömürgeci savaşı; halklara, işçi sınıfına karşı faşist iç savaş taktiklerini tırmandırmasına karşın, ulusal ve sınıfsal savaşımın keskinleşmesini, gelişmesini önleyemiyor. Açık ki önümüzdeki yıllar daha sert, keskin, derin kavgalara gebe. Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belli... Düzenin, devletin, rejimin krizi derinleştikçe ordunun siyasal yönetim merkezi olarak hem etkisi daha artıyor, hem de giderek daha fazla öne çıkarak "ordu siyasetin dışında” demagojisinin geniş kitleler nezdinde daha fazla deşifre olmasına, böylece ordunun özgürlük, bağımsızlık, emek düşmanı vahşi karakterinin daha fazla açığa çıkmasına ve yıpranmasına hizmet ediyor. Bu topraklarda yeni yeni "Susurluk”ların ortaya çıkacağı, "Susurluk kazası"nı kat be kat aşacak pisliklerin ortaya saçılacağı da açık...
Egemen sınıfların, diktatörlüğün, "tanrı" MGK ve ordunun sömürgeci savaşı tırmandırması, Batı'da faşist iç savaşı dayatıp yayması, laik-şeriat vb. çelişkilerini kışkırtarak dikkat saptırması, "böl, parçala, yönet" politikası da onları kurtaramayacaktır.
Oklar Orduya Ve MGK’ya Yöneltilmelidir
Sonuç olarak, ordu, devlet yönetiminin ve politik rejimin asıl iktidar organı, devlet partisi, devletin çelik çekirdeği olarak Türkiye'yi yönetmektedir. Bu olgu, geniş kitleler nezdinde de git gide daha fazla açığa çıkmaktadır. Ordu, emperyalist tekellerin, yerli holdinglerin genel çıkarları ve kendi kesimsel çıkarları çerçevesinde bağımsızlık, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm kavgasının can düşmanı, sömürü, zulüm ve toplumsal adaletsizlik üzerine kurulu köhne düzenin bir numaralı savunucusu, koruyucusu ve kollayıcısı olarak hareket etmektedir. Özellikle Kürt devriminin patlak verip gelişmesinden sonra Amerikancı faşist Türk ordusu yapılanmasını, devrim ve sosyalizm kavgasını ezmeye, iç savaşlara göre biçimlendirmeyi, kontrgerilla savaşının, "Özel Harp" politikasının gereksinmelerine yanıt verecek tarzda düzenlemeye yönelmiş ve bu temelde yeniden inşa edilmiş bulunuyor. Ki, bu yeniden yapılandırma süreci devam etmektedir. Yanı sıra ordunun bu yeniden yapılandırma politikası Ortadoğu'da, Balkanlarda, Kafkaslarda Amerikan emperyalizminin ve Türk burjuvazisinin yayılmacı vurucu bir güç olarak geliştirilmesi politik ve askeri stratejisi ile de dolaysız bir tarzda ilintilidir.
Ordunun teşhir ve tecritti bir an için olsun bile ihmal edilmemeli. Doğu Perinçek Paşa'nın ve karşıdevrimci İP'nin "yurtsever ordusunun kimlik kartı her an etkin, zengin, vurucu bir propaganda ve ajitasyonla sergilenmelidir. Tepesinde MGK'nın durduğu Amerikancı yarı askeri faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesinde mızrağın sivri ucu MGK'ya, orduya yöneltilmelidir. İşçi sınıfı ve Türk emekçileri içerisinde ordu hakkındaki yanılgılara, ön yargı ve çarpıklıklara, militarist etkilere karşı açık savaşım hattında ilerlemelidir. Emperyalizm, sermaye, devlet, ordu hakkında "sol" literatürle gizlenerek hayal yayan düzenin liberal gerici ve küçük burjuva reformist yedeklerinin ve sendika ağalarının teşhirine de başlı başına önem verilmelidir.