Türkiye’de Faşist Diktatörlüğün Dönüşümü

Düzen Partisi

AKP bugün temsil ettiği siyasi misyonuyla herhangi bir burjuva parti değildir. AKP, Türk burjuvazisinin ve onun sömürgeci faşist devletinin partisidir, aralarındaki çıkar çatışmaları ne düzeyde olursa olsun. TÜSİAD’ı ile MÜSİAD’ı ile TUSKON’u ile sömürücü burjuvazinin tümü söz konusu olan Kürdistan’ın sömürge statüsünün sürmesi, TC’nin bekası olunca AKP’nin arkasında birleşti. Faşist Genelkurmay ve ırkçı faşist Kemalist ulusalcılar, kendilerini “ulusalcı”, “milliyetçi”, “ülkücü” olarak niteleyen bilumum ırkçı faşistler, faşist mafya çeteleri AKP’de cisimleşen Düzen Partisi’nin militarist birlikleri olarak saflaştı.

Hiç kuşku yok ki burjuvazinin farklı kanatlarının rejim krizine farklı çözüm önerileri, farklı ideolojik pozisyonları var. Örneğin TÜSİAD anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi vb. konularda AKP’den farklı bir çizgide. AKP’nin günlük hayatın islamizasyonu yönünde attığı adımlara da sıcak bakmıyor. Ya da TUSKON – Gülen cephesi AKP ile bir çeşit devlet içi iç savaş halinde. Hükümet Gülen cephesinin siyasi olduğu kadar iktisadi olarak da tepesine binmiş, kolunu kanadını kırmış durumda. Irkçı faşist ulusalcılar daha dün AKP ve Erdoğan’ın kanını içseler doymazlardı. Yakın zamana kadar Generallerin de AKP’yle böyle bir uzlaşma içinde olduklarını söylemek mümkün mü? TÜSİAD’ın, TUSKON’un, ırkçı faşist ulusalcıların, generallerin bir kısmının fırsat bulduklarında AKP ve Erdoğan’ı alaşağı etmekten geri durmayacakları da açık. Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünün bugünkü koşullar altında hangi biçimlerde sürdürülmesi gerektiğine dair aralarında önemli ayrılıklar olsa da konu Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünü sürdürmeye gelince arlarındaki ayrımlar silikleşmektedir. Kürt Özgürlük Hareketine karşı alınacak tutuma dair aralarında keskin farklılıklar olsa da konu Kürtlerin ulusal statü talebine gelince düzen partisi olarak saflaşmaktadırlar. Bu “mecburi” bir saflaşmadır ama bir o kadar da kırılgandır, Kürt direnişi sertleştikçe ve Türkiye cephesinde demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi yükseldikçe Düzen Partisi çatlayacaktır. Çünkü TC’nin mevcut “tekçi” yapısını sürdürmesi mümkün değildir. Bugün birbirinden nefret eden ama Kürtlerin fiilen ulusal statüko ilanı karşısında kardeşleşen güçler Kürt devrimini çökertme hamlesinin başarısızlığı ortaya çıktıkça saç saça baş başa birbirine girecektir.

Hükümet Partisinden İktidar Partisine

AKP 2002’de seçimleri kazanarak tek başına hükümet kurduğunda henüz iktidar değildi, iktidara ortak olmuştu. Generallerin liderliğindeki blok (cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay, DGM’ler, YÖK, MİT) iktidarın büyük ortağı olmaya devam ediyordu. Yarı askeri faşist diktatörlük hüküm sürüyordu ve kontrgerilla yönetici bir iç devlet örgütü olarak etkindi. Kürt ulusal direnişinin yol açtığı rejim krizi sürüyordu.

AKP gibi politik islamcı bir partinin tek başına hükümet kurması generaller blokunu hoşnut etmedi. Kontrgerilla hükümeti devirme planları yapmakta gecikmedi. Fakat generaller blokunun yeterince hesaba katmadığı köklü bir değişim olmuştu. Sermaye oligarşisi, ABD ve AB, emperyalist küreselleşmeye entegrasyonun hızlandırılması amacına bağlı olarak devletin yeniden yapılandırılmasını istiyorlardı. Başlamış olan Türkiye’nin mali ekonomik sömürgeye dönüştürülmesi sürecinin ivme kazanması için çabalıyorlardı. Generallerin yönetimde egemen olduğu mevcut devlet yapısı buna engeldi.

Öcalan esir alınmış, Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) politik reformcu bir çizgiye itilmiş olsa da Kürt gerilla mücadelesinin ve ayaklanmasının merkezinde durduğu rejim krizi yerli yerindeydi. Alevilerin talepleri de rejim krizini derinleştiren unsurlardan biriydi. Rejim krizini burjuva yoldan aşmanın temel koşulu Kürtleri ve Alevileri rejim içine dâhil etmeyi gerektiriyordu. Ne var ki generaller bloku bu yöndeki politik hamlelere sıcak bakmıyordu. Bu blok hem askeri olarak galip geldiklerini ve reform siyasetinin KÖH’e alan açacağını düşünüyordu hem de böyle bir yönelimin onun devlet yönetimindeki ayrıcalıklı konumunu gereksizleştireceğini hesap ediyordu.

Generaller bloku AKP’yi kolayca enterne edebileceğini sanıyordu. Devletin birinci derecede yönetim organı MGK’da onların sözü geçiyordu. Parlamento ve hükümet MGK’dan sonra geliyordu. MGK kararları hükümete talimat niteliğindeydi. MGK’da hazırlanan ve güncellenen Kırmızı Kitap da anayasa üstüydü. Devlet yönetimi ikiye bölünmüştü. Parlamento ve anayasa ilk bölümü, MGK ve Kırmızı Kitap ikinci bölümü oluşturuyordu. İkincisi birincisine baskındı. Ellerindeki silahlarla, kontrgerillayla, yönettikleri kurumlar, mali olanakları ve ayrıcalıklarıyla generaller eski güçlü havalarındaydılar.

2007 cumhurbaşkanı seçimi bir çeşit düello halini aldı. 27 Nisan Muhtırası ve ona karşı hükümetin verdiği tepki karşısında generaller bocaladı. Sonuçta bir politik İslamcı cumhurbaşkanı seçildi. Bu düzen içi güç dengesinin kaymakta olduğunun işaretiydi. Generaller artık eski güçlerinde değildi. Ne ki bunun henüz farkında değildiler. Oysa onlara asıl gücü veren sermaye oligarşisi ve ABD öncülüğündeki emperyalistlerdi. Onlar desteklerini generaller blokunun arkasından çekince generalken rütbesi sökülmüş çavuş gibi orta yerde kaldılar. Hala kendisini eskisi gibi general sayanlar F tipi hücreleri boylayınca gerçeği anlamış oldular.

AKP burjuva değişim bloku için elverişli bir ortaktı; kullanılmaya hazır olduğunu pek çok yerde deklare etmişti. Deniz Baykal’ın büyük patronların isteği üzerine Tayyip Erdoğan’a başbakanlık yolunu açması bu işbirliğinin ifadelerinden biriydi.

Değişim bloku ile generaller bloku arasındaki çekişme bir devlet krizine yol açsa da sonuçta generaller bloku havlu atmak zorunda kaldı.

Yarı Askeri Faşist Diktatörlüğün Faşist Diktatörlüğe Dönüşümü

Burjuva değişim programı genel çerçevede kadük kalsa da faşist rejimin biçiminin dönüşümüne hizmet etti. Faşist diktatörlüğün yarı askeri niteliği geride kalmıştı.

Başlıca iki etmen bu dönüşüme yol açtı. Bunlardan birincisi Türkiye’nin emperyalist küreselleşmeye entegrasyonu doğrultusunda mali ekonomik sömürgeye dönüştürülmesidir. Emperyalist mali oligarşinin ve onun işbirlikçisi sermaye oligarşisinin çıkarları bu yöndeydi. Ekonomik alt yapıdaki dönüşümün gereklerine uygun olarak siyasi üst yapıda da dönüşümün olması kaçınılmazdı. Belirleyici ikinci etmen kitlelerin “demokrasi”den yana pozisyon almasıydı. Yarı askeri faşist diktatörlüğe karşı Kürdistan ve Türkiye’deki politik özgürlük ve demokratik haklar mücadelesini AKP burjuva değişim programı çerçevesinde sahiplenmeseydi generallerin çelikten şatoları kâğıttan şatolara öyle kolayca dönüşmezdi. AKP “demokrasi” isteyen kitleleri “değişim” bayraktarı olduğuna ikna etmişti. Kitleler “statükocu” generaller yerine “demokrasi” bayrağını dalgalandıran AKP’den yana ağırlığını koyunca generaller için eski günler artık geride kalmıştı.

Yeni Devlet Krizi

Generaller havlu attı atmasına da bu kez yeni bir devlet krizi boy verdi. 1960’dan bu yana yürürlükte olan, 1971, ’80 askeri darbeleriyle sağlamlaştırılan ve ’97 darbesiyle yarı askeri niteliği tahkim edilen devlet düzenin işletim sisteminde kumanda merkezinde kontrgerilladaki generaller oturuyordu. Devlet yönetimi adına temel meseleler ve stratejik kararlar MGK’da alınıyordu. Kırmızı Kitap stratejik hattı belirliyordu. Devlet kurumları MGK’dan gelen talimatlara göre hareket ediyordu.

MGK’nın bu fonksiyonu ve devlet kurumlarındaki ordu etkisi zayıflatılmıştı. Peki, bunların yerini kim, hangi kurumlar dolduracaktı? Faşizm tasfiye edilerek yerine burjuva demokrasisi kurulmamıştı. Faşist rejimin yarı askeri niteliği ortadan kaldırılmıştı ama faşizm yerli yerinde duruyordu. AKP politik İslamcı kuvvetlerin ittifakının ürünüydü. Başlıca iki büyük akım etkindi. Biri Erdoğan’ın önderliğindeki MSP-RP geleneği diğeri Gülenciler Hareketi. Birincisi kitle ikincisi kadro gücüyle öne çıkıyordu. İkincisi aynı zamanda emperyalist istihbarat örgütleriyle de bağlantılıydı. Generaller blokunun tasfiye edilmesinde bu bağlantıları ile Gülen hareketi belirleyici bir roldeydi. Generaller blokunun geriye püskürtülmesiyle boşalan temel devlet kurumlarına Gülenciler yerleşmeye başladı. Polis ve yargı teşkilatı Gülencilerin hâkimiyetine geçti. Gülenciler generaller blokunun devlet yönetiminde önceki dönem sahip oldukları pozisyonu elde etmeye çalışıyordu. Gülen hareketi polis ve yargıdaki konumunu kullanarak MİT’i de düşürmeye kalkışınca Erdoğan kliği neyle karşı karşıya olduğunun farkına varmaya başladı. Kılıçlar çekildi. Yeni bir devlet krizi patladı. Gülencilerin denetiminde olan polis ve savcıların Erdoğan ve ailesini, hükümeti hedef alan yolsuzluk soruşturması irade kırma savaşının en üst merhalesiydi. Yolsuzluklarla ilgili açık kanıtlara rağmen Gülen ekibi süreçten yenilgiyle çıktı.

Devlet İdeolojisinin Dönüşümü Ve Yayılmacılık Siyaseti

Kemalizm 1930’lu yıllardan itibaren burjuva Türk devletinin resmi ideolojisi olageldi. Politik islam devletten dışlandı. “Laiklik” adı altında Suni-Hanefilik mezhebi devletin bir aparatı olarak kullanıldı, Alevilik yok sayıldı. Menderes’li yıllarla birlikte ve ABD’nin komünizmi kuşatan “yeşil kuşak” politikası sonucu politik islamın varlığına ve antikomünist bir aparat olarak gelişimine yol verildi. 12 Eylül askeri faşist darbesi Kemalizm’e “Türk – İslam sentezi” aşısı yaparak Kemalizm’in aşınmış olan toplumsal tabanını onarmaya ve genişletmeye, böylece her türden ilerici fikrin yaşama ve yayılma zeminini yok etmeye çalıştı. Fakat ilerici, sosyalist fikirlerin bastırıldığı koşullarda bu girişim Kemalizm’in yerine politik islamın toplumsal temelini büyütmeye hizmet etti. Kürt ve Alevi uyanışı ve politik İslamcı gelişme karşısında toplumsal tabanı iyice daralmış olan Kemalizm bir burjuva devlet ideolojisi olarak hâkimiyetini yitirmişti. 27 Şubat darbesinin, politik islamı baskı altına alarak gelişimini sekteye uğratma ve Kemalizm’i canlandırma çabası amacına ulaşmadığı gibi tersi sonuç doğurdu. AKP ile birlikte politik islam ilk kez tek başına hükümet kuracak güce ulaştı ve daha sonra iktidar oldu. Bu bir devlet ideolojisi olarak Kemalizm’in ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. TC’nin harcı Kemalizm’le yoğrulu. Politik islam iktidar olunca Kemalizm’i içerdi, onun “tekçi” anlayışını revize ederek sahiplendi. AKP, Kürt ve Alevi basıncına, sosyalizm, inanç özgürlüğüne dayalı laiklik gibi devlet dışı fikirlere karşı politik islamın toplumsal tabanını genişletmek için iktidar olmanın bütün avantajlarını kullanmaktadır. İktidarını sağlamlaştırdıkça toplumsal bilincin islamizasyonu doğrultusunda daha kapsamlı adımlar atacaktır. Evren “Türk – islam sentezi”ne sarılmıştı. Erdoğan “Suni islam-Türk” sentezini egemen kılmaya çalışıyor.

Kuzey Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi, Hatay’ın ilhakı, Kuzey Kıbrıs’ın işgali Cumhuriyet sonrası Türk burjuva devletinin yayılmacı siyasetinin başlıca üç örneğidir. Musul petrollerine kavuşma isteği de, Ege adalarının ilhakı da vazgeçilmez bir rüya olageldi. Kuzey Kıbrıs istisnası bir yana, 2. Paylaşım savaşının ardından emperyalizmin yeni sömürgesi haline gelen Türkiye’nin yayılmacı maceralara girişmesi söz konusu olamazdı. Ne iktisadi gücü ne de politik koşullar buna uygundu. 1990’larda yeni koşullar oluştu. Sovyet Blokunun yıkılması, politik islamın yükselişi ve son olarak Arap devrimci süreci Ortadoğu’daki statükoyu sarstı ve değişikliğe uğrattı. Emperyalist küreselleşme krizi yaşayan ABD ve diğer emperyalistlerin bölgeyi eskisi gibi yönetemeyişleri Türk burjuva devletini heveslendirdi. Özal’ın ABD’nin bir partneri olarak yayılmacılık hevesi AKP iktidarı döneminde boşluktan faydalanarak mevzi kazanma, alan açma, bölge lideri olma çabasına evrildi. “Yeni osmancılık” bu yeni yayılmacılığın ideolojik şemsiyesi yapıldı.

Yeni Anayasa Ve Başkanlık Hevesi

Faşist rejim fiilen yeni biçime dönüştürüldü. Ama anayasa eskiydi, anayasayla bu değişimin hukuki güvence altına alınması gerekiyordu. 2010 Anayasa referandumu idari yapıdaki dönüşüm için gerekli zemini kısmen oluşturdu. AKP’nin iktidarlaşmasında 2007 cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra bu, ikinci kritik aşamaydı. Faşist diktatörlüğün yarı askeri niteliği ortadan kalkmıştı ama rejim krizi devam ediyordu. Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesi, Alevilerin inanç özgürlüğü talebi yerli yerinde duruyordu. Kürtler bireysel haklarla yetinmeyi, Aleviler kültürel çeşitlilik olarak görülmeyi reddediyordu. Burjuva değişim programı onların temel taleplerini karşılamaktan uzaktı. Diğer yandan CHP ve MHP 1924 anayasası ile temeli atılmış “tekçi” devlet yapısına dokunulmasını istemiyordu. Fakat en kısıtlı haliyle de olsa anayasal reformlar yapılmazsa burjuva değişim programı sözden öte bir değer taşımazdı.

Faşist diktatörlüğün yarı askeri niteliği değişmiş, hükümet MGK’nın aracı olmaktan çıkarak MGK hükümetin aracına dönüşmüştü. Parlamento birinci derecede önem kazanmıştı. Fakat bu kez parlamento faşist devlet çarkının hızlı dönmesinin önünde engeldi. Önceki dönemlerde MGK’nın aylık toplantılarında alınan kararlar hızla hayata geçiyordu. MGK’nın işlevini oynayacak bir kuruma ihtiyaçları vardı. Atanmışlardan değil de seçilmişlerden oluşan bir kurul olmalıydı bu. Seçilmiş bir başkan ve onun atayacağı bir hükümet yoluyla bu gerçekleştirilebilirdi. Faşist devlet yapısını daha işler kılmak için bir faşist diktatör arayışıydı bu. Erdoğan’ın bireysel hırsları bir yana başkanlık hevesi buradan geliyor.

Erdoğan’ın İttifak Siyaseti

Erdoğan tam bir pragmatist. Faşist generallere ve “ulusalcı” namlı ırkçı faşistlere karşı Gülen’le ittifak kurdu. Gülen’i tasfiye etmek için ise generaller ve ulusalcı faşistlerle kol kola girdi. Görece küçük ama belli bir oy potansiyeli ya da kadro gücü olan partileri AKP bünyesine kattı. Aynı süreçte PKK ve Öcalan’la görüşme süreci yürüterek ulusal demokratik güçleri, stratejisi için dolaylı yedek pozisyonuna itmeye heveslendi. Arap halk ayaklanmaları sonucu ortaya çıkan otorite boşluklarına sızarak “stratejik derinlik” elde etmeye, Suni devletlerle ittifakını güçlendirerek İran’ı sınırlamaya çalıştı. Olası bir paylaşımda pay elde etme hevesiyle Suriye’de karşıdevrimci çetelerle kol kola girerek sahada etkili bir aktör olmaya yeltendi. ABD ve AB’nin sıkıştırmalarına karşı düşük volümlü de olsa Rusya ve Çin kartını ortaya sürdü. Bu kaygan zeminde Erdoğan arabasını devirmeden sürmeyi başardı.

Erdoğan’ın Dengesini Sarsan Üç Olay

Rojava Devrimi, Gezi-Haziran ayaklanması ve HDP’nin 7 Haziran seçim zaferi yalnızca Erdoğan ve AKP’nin değil TC’nin dengesini sarstı.

Şam’daki Selahaddin Eyyubi camiinde abdest almaya hazırlanırken gelen Rojava devrimi haberi sömürgeci faşist rejimin hesaplarını alt üst etmişti. Bu andan itibaren burjuva Türk devleti tüm kanatlarıyla Rojava devrimini boğmaya girişti. Olmadı. Var gücüyle IŞİD ve El Nusra gibi çeteleri Rojava’ya saldırttı. Yine başaramadı.

Görüşme süreciyle Kuzey Kürdistan’da elinin rahatladığını düşünürken Gezi-Haziran ayaklanması patladı. Kuzey Kürdistan’da devrimci durumu kontrol altında tutayım derken Haziran ayaklanması ile Türkiye’de devrimci durum boy vermişti. Birleşik devrimci bir önderliğin yokluğu ve Kuzey Kürdistan’ın ayaklanmaya etkin katılmaması Erdoğan’ın işini kolaylaştırmıştı.

Rojava Devrimi savunmasında çok hayati bir değer taşıyan Kobanê direnişine karşı hükümetin sömürgeci faşist tutumuna karşı Kuzey Kürdistan’da başlayıp Türkiye'ye yayılan 6-8 Ekim Kobanê serhıldanı sömürgeci faşist rejimin ne kadar çürük temeller üzerinde yükseldiğini ve yıkılmasının hiç de zor olmadığını ortaya koydu. Sömürgeci faşist rejim zor da olsa bu ayaklanmadan da kendini sıyırmasını bildi.

Görülüyor ve anlaşılıyordu ki Kürtleri tekçi devlet sistemi içine çekmek ve bireysel haklara görüşmeler yoluyla razı etmek mümkün değildi. En sınırlı temelde de olsa kolektif hakların kabul edilmesi halinde ise TC varlık temelini yitirecekti. Güney’deki federatif devlet ve Rojava Devrimi koşullarında Bakûr’a demokratik özerkliğin tanınması durumunda TC’yi mevcut biçimiyle sürdürmek olanaksızlaşacaktı.

“Çöktürme” Planı Ve Saray Darbesi

Faşist generallerle anlaşan Erdoğan yeni bir ez-çöz stratejisiyle Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin bireysel haklara razı edilmesi ve Kürdistan’ın diğer parçalarıyla birleşmeyi aklından silip atmayı hedefledi. 6-8 Ekim Kobanê ayaklanmasından 20 gün sonra toplanan MGK’da Sri Lanka tipi “çöktürme” planı onaylandı. Gerisi artık zamana kalmıştı. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından plan uygulamaya sokulacaktı. O zamana kadar ne yapıp edip İmralı görüşmeleriyle KÖH’ü oyalayacaklardı.

KÖH durumun farkındaydı. O da görüşmelerle oyalama ve olası bir ez-çöz saldırısına karşı devrimci hamleye hazırlanıyordu. Dolmabahçe Mutabakatı bu koşullar altında ortaya çıktı. Mutabakat müzakereye geçiş için temel bir metin olsa da amaç seçime kadar oyalamayı sürdürmekti. Çünkü hükümet bunu kabul etmeseydi KÖH seçimler öncesinde harekete geçebilirdi. Oysa AKP’nin zamana ihtiyacı vardı. Fakat HDP’nin kitlelerden destek alması, AKP’nin destek kaybetmesi üzerine Erdoğan milliyetçi oyları hanesine yazmak ve aynı zamanda seçimim hemen ertesinde saldırıya zemin oluşturmak maksadıyla tutum değiştirdi. Metni tanımadı, masayı yıktı.

Ne var ki HDP’nin barajı aşmak bir yana yüzde 13’ün üzerinde bir oy oranına ulaşması devletin kimyasını hepten bozdu. Burada esas tehlike HDP’nin aldığı oy oranı değil Türkiye cephesinde artan etkisiydi. Devletin en güçlü olduğunu sandığı cephede gedik açılmıştı. Bu gedik ne yapıp edip kapatılmalıydı. Kürtlerin ezilmesi ancak ve ancak Türkiye’nin ilerici bölüklerinin en kötü ihtimalle tarafsızlaştırılması ile mümkündü. Kürt Özgürlük Hareketi ile Türk halk kitleleri içinde az çok örgütlü bir güce ve politik mücadele kararlılığına sahip antifaşist, devrimci kuvvetler ve demokratik güçler arasındaki bağ mutlaka yıkılmalıydı.

AKP’nin tek başına hükümet kuramadığı ve başkanlık planının çok ağır bir darbe aldığı koşullarda, Erdoğan, faşist generalleri yedekleyerek, faşist politik islamcı bir saray cuntası kurdu. Yeni tipte bir darbeydi bu. Darbenin hedefi, Kürt Özgürlük Hareketinin iradesini kırmak, onu köleci bir barışa mecbur etmek, devrimci hareketi toplumsal muhalefet çizgisine çekmek, antifaşist, ilerici güçleri teslim almak, Türk işçi ve ezilenleriyle, Kürt işçi ve ezilenlerinin birleşik mücadele cephesini dağıtmaktı.

MİT devşirmesi DAİŞ’çilerin SGDF’li sosyalistlere yönelik Suruç-Pirsus katliamı, faşist saray cuntasının ilk büyük hamlesiydi. Sonrası geldi. HDP binalarının çok yaygın biçimde polisin himayesindeki sivil faşistlerin saldırılarına uğraması, tahrip edilmesi, yakılması, Kandil’in havadan durmaksızın bombalanması, yurtsever güçlere yönelik gözaltı ve tutuklamaların hız kazanması, belediye başkanlarının görevden alınması, parti yöneticilerinin yeniden hapishanelere yollanması, Kürdistan kentlerinin ablukaya alınması, tank ve top ateşine tutulması, sokak infazları, ölü bedenlere işkence, Türkiye'de yoğunlaştırılan faşist devlet terörü, gözaltı ve tutuklama saldırıları ve devlet cinayetleri...

Özyönetim Özsavunma Ve İç Savaş

Kürt halkı KÖH öncülüğünde kendi kaderini tayin hakkını özyönetim ilanları ile fiilen hayata geçirmeye girişti. Sömürgeci devletin işgal kuvvetlerini tanımayarak, onların yönetimi altında yaşamayı reddederek ve aşağıdan yukarıya halk meclisleri/konseyleri kurarak kendi kendini yönetmeye başladı. Öz savunma komiteleri kurarak özyönetim ilan edilen kentleri, mahalleleri korumaya aldı. Bir devrim süreciydi bu. Sömürgeci rejimin buna yanıtının sert olacağı aşikârdı. Zaten daha devrimci hamle başlamadan “7-8 ay önce çöktürme” planı hazırlanmıştı. Hendekler ve öz savunma birlikleri “çöktürme” saldırısına karşı devrimci direniş hamlesiydi. Devlet tüm savaş aygıtları ve araçlarıyla yüklendi. Her biri Dımdım kalesi destanına dönüşen direnişleri bastıramadı. Bir yanda Kürt halkının diğer yanda sömürgeci faşist devletin olduğu bir iç savaştı bu. Kuzey Kürdistan’ın bütününü kapsamaması ona sınırlı bir iç savaş görüntüsü verse de, bu görünüm özsel durumu değiştirmiyordu. Üstelik bu daha başlangıç. Özyönetim direnişleri yaygınlaştıkça iç savaş alanı da genişleyecektir.

Türkiye’nin Sessizliği

Devletin saldırıları sınırsız bir vahşet halini alırken yoğunlukla Türkiye'de çalışma yürüten, ana gövdeleri Türkiye cephesinde bulunan emekçi soldan parti ve örgütlerin, ilerici demokratik güçlerin yeterli tepki vermemesi bir tartışma konusu olageldi. Türk halkının geneli söz konusu olduğunda uzun yıllara varan Kürt halkına yabancılaştırma, şovenizm ve bölünme korkutmasının etkili olduğu bir sır değil. Kendini ilerici, halkçı demokrat sayan Türkiye halkından pek çok kesim de Kuzey Kürdistan’daki işgalci, sömürgeci burjuva Türk devlet varlığını onaylıyor, bunu “kazanılmış bir hak” görüyor. Bazıları Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını “emperyalizmin oyunu” sayıyor. Devrimci ve antifaşist güçlerin bu durumu henüz köklü bir değişime uğratamadıkları da bir gerçektir. Ama meseleyi sadece bu olgularla açıklamak yeterli olmaz ve gerçeği de yeterince yansıtmaz. Rojava devrimi, Gezi-Haziran ayaklanması ve HDP’den sonra Türk halk kitlelerinin eskisi gibi kaldığını söylemek diyalektik toplumsal dinamiği reddetmek olur. Türk halk kitleleri arasında önemli bir ilerici birikim oluşmuş durumda. Bu ilerici birikimin bir kuvvet olarak yeterince cisimleşmemesinin çeşitli sebepleri var. Bunların birincisi devletin ideolojik aygıtlarının kısmi etkisidir. Egemen ulus kibri ve tavrı bir bilinç biçimi olarak şu ya da bu düzeyde bu kesimler üzerinde de etkisini sürdürüyor. İkincisi, ilerici birikimin dağınık karakteridir. HDK-HDP bu dağınıklığı gidermenin iyi bir aracı olsa da henüz rolünü tam olarak oynayamıyor. Sömürgeci faşist devlet onun bu rolünü çok iyi kavradığı içindir ki, HDK-HDP’yi dört bir koldan sınırlamaya çalışmaktadır. Üçüncüsü, Kürdistan’daki mücadele düzeyi ile Türkiye'dekinin eşitsizliğidir. Devlet zor aygıtlarıyla çullandığında basın açıklaması yapmak bile güçleşebilmektedir. Devlet de, kitle mücadele düzeyinin yükselmesini engellemek için var gücüyle yüklenmektedir.

Sessizlik Geçicidir

Türkiye’deki sessizlik geçicidir çünkü bu sessizlik ilerici, demokratik kitlelerin AKP politikalarına onay vermesinin sonucu değildir. Kürtler söz konusu olunca egemen ulus bilincinden kaynaklı önyargılar bir fren olmuştur ama bundan daha önemlisi örgütsüzlük ve devlet terörüdür. Gezi – Haziran ayaklanmasına katılan kitlenin bir bölümü burjuva Türk ulusalcılığının etkisi altındaydı. Bunlar Kürt ayaklanması karşısında Düzen Partisinin cephesine yedeklendi. Buna karşı Haziran ayaklanmasının ilerici kitleleri henüz birleşik demokratik cephenin saflarında toplanmış değil. İşgal ve abluka altındaki Kürt şehirlerindeki direniş sürdükçe Türk halk kitlelerinin ilerici bölüklerinin de politik cesareti yükselecektir. Düzen Partisini oluşturan blok gerçekte güçsüzdür, Göbelsvari propaganda, yalan demagoji ve devlet terörü ile ayakta durabilmektedir. Kürt direnişinin sürmesi ve Türk halk kitlelerinde yükselen seslerin çoğalması bu bloku çatlatacak ve dağıtacaktır.

Abluka Dağılıyor

Nitekim Akademisyenler bildirisi ilerici uyanışın etkili bir sesi oldu. Dilekçeye imzasını koyanlara karşı verilen aşırı tepki geliştirilen fiili ve psikolojik faşist terör Düzen Partisi'nin gerçekte ne kadar aciz olduğunu açığa çıkarmaya yetti. Faşist politik islamcı diktatör Tayyip Erdoğan’ın, eylemleriyle olduğu kadar sözleriyle de faşist diktatör Evren’i taklit etmesi tesadüf olmasa gerek. Evren de 1984’deki aydınlar dilekçesine benzeri bir tepki vermiş, aydınları “hain” ilan etmişti. Akademisyenler bildirisi yeni bir saflaşmanın ateşleyicisi oldu. Akademisyenleri savunan, taleplerine sahip çıkan güçler ilerici birikimin hiç de küçümsenmeyecek düzeyde olduğunu, uygun mücadele biçimleriyle bu birikimin açığa çıkarılabileceğini gösterdi. Halklarımızın Alevi inancına mensup bölüklerinin giderek yükselen tepkisi de büyük öneme sahiptir. Batı’daki psikolojik harekât ablukasının dağıtılması Düzen Partisi için Kürdistan’daki kent ablukalarının dağıtılmasından daha risklidir. Türkiye’deki psikolojik harekât ablukasının dağıtılması Düzen partisi blokunu çatlatacağı gibi ilerici birikimin bir devrimci silkinişe yönelmesinin yolunu açacaktır. Süreç tam da bu yönde ilerlemektedir.

HDK/P’nin Önemi

HDK/P halklarımızın birleşik demokratik cephesidir. Bugüne kadar çok önemli bir rol oynadı. Kuzey Kürdistan’daki devrimci hamleden sonra önemi azalmaktan çok arttı. Programı ve hedefi çok daha kapsamlı olsa da önceki dönemde asıl olarak AKP karşıtlığı üzerinden ilerici muhalefetin birleşme aracıydı. Bugün Türk burjuvazisinin tüm kanatlarının, politik İslamcılar, genelkurmay ve ulusalcı-milliyetçi faşistlerin koalisyonu olan Düzen Partisine karşı ilerici muhalefetin birleşik direniş aracıdır. Onu önemi azalmadı, rolü yeni bir nitelik kazandı. Bir önceki dönemde birleşme zeminiydi. Şimdi birleşik direniş aracı. Ona nesnel olarak bu niteliği veren yeni koşullardır. Bu rolü oynamak zorundadır aksi takdirde varlığını sürdüremez. Birleşik direniş cephesi rolü kaçınılmaz olarak ondaki liberal eğilimlerin törpülenmesini ve devrimci yöneliminin güçlendirilmesini gerektirir. Sertleşen şartlar karşısında direniş cephesinin sertleşmesinden başka bir yol yok. İlerici bölüklerin Düzen Partisi karşısında derlenip toparlanması ve cesaretlenmesi ancak bu yoldan gerçekleşebilir. Düzen Partisi Bakûr’daki direnişi bastıramayacağını anladığında “son Türk devleti”ni ayakta tuabilmek için sivil iç savaş planını devreye sokmaktan çekinmeyecektir. HDK/P böylesi bir zehirli planın panzehiridir.

Devrimci İç Savaş

Böyle bir iç savaş planı ancak devrimci bir iç savaşla yanıtlanabilir. Elbette böyle bir görev veya sorumluluğun öncülüğü ve taşıyıcılığı HDK-HDP'ye havale edilemez. Burada öncü görev ve sorumluluk devrimci partilerindir. Bugünkü koşullar veri kabul edildiğinde gidişat devrimci durumun bir devrimci krize doğru itilmesinin koşullarının Kuzey Kürdistan’dan sonra Türkiye’de de oluşacağını gösteriyor. Fakat Türkiye’deki Bakûrê Kurdistan’dakinden farklı olacaktır. Kuzey Kürdistan’da devlet ve halk karşı karşıyadır. Bu karşıtlığın içinde olmayanların büyük bölümü ise devlet safları içinde görünmekten kaçınmaktadır. Oysa Batı’da mücadele kızıştıkça ulusalcı, ülkücü ve politik İslamcı faşistler devlet kuvvetleriyle birlikte sokak savaşına katılacaktır. Devletin Bakûr’daki direniş karşısında havlu atarak yeni bir yönelime girmemesi halinde stratejide öngörülen iç savaşlar serisine yaygın ve sık aralıklarla karşılaşacağımız bir döneme giriyoruz. Bu görüş açısına uygun bir hazırlık ve duruş sergilenmez taktikler geliştirilmezse süreçten kazanımla çıkılamaz. Birleşik direniş cephesinin güçlendirilmesi, örgütlülüğünün ve mücadele düzeyinin yükseltilmesi; öz savunma birliklerinin Batı’da da yaygınlaştırılması bu nedenle hayati öneme sahiptir.

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi