Seçim Saflaşmasının Aynasında İşbirliği mi, Sınıf Mücadelesi mi?

2023 genel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça partilerin ve hali hazırda oluşmuş farklı ittifakların seçim taktikleri daha çok tartışılır oldu. Burjuva egemenler cephesinde aylardır süregelen vaatler silsilesi, seçmen hesapları, anket sonuçları, vekil transferleri, cumhurbaşkanı adaylık tartışmaları hız kazandı. Bir yanda önemli oranda işlevsiz olsa da burjuva parlamentodaki vekil dağılımı hesapları, diğer yanda gerçek yetkinin cisimleştiği ve seçimin asıl kritik yanını oluşturan cumhurbaşkanlığı seçimi siyasetin odağında duruyor. Emekçi sol cephede ise AKP-MHP blokunun oluşturduğu saray iktidarından kurtulmanın yolu tartışmaların merkezine yerleşirken yeni ittifaklar ilan edildi, saflaşma daha görünür hale geldi.

Başta seçim yasası olmak üzere kitle bilinci ve eylemi üzerinde etki edecek yasa düzenlemeleri, uluslararası emperyalist bloklarla pazarlıklar ve en önemlisi Kürt halkına karşı birkaç cephede birden sürdürülen faşist sömürgeci savaşla devrimci-demokratik öznelere dönük kesintisiz devlet terörü, AKP-MHP blokunun seçim stratejisinin ana eksenini oluşturuyor.

Bu blokun mali-ekonomik politikalarının ve güncel siyasal söylemlerinin burjuva eleştirisi, işbirlikçi tekelci sermayeyi ve uluslararası mali oligarşiyi kendi programına ikna etme çabaları, “tek adam” olarak kodlanan faşist şeflik rejimine karşı parlamenter sisteme dönüş ve bu temelde burjuva adalet ve hukuk anlayışının yeniden tesisi için seçim sandığının adeta kutsallaştırılarak işçi sınıfı ve ezilenlerin bekleme koridoruna alınması ise CHP ve İYİP’in başını çektiği burjuva muhalefetin, Millet İttifakı’nın seçim politikasının temel çizgilerini karakterize ediyor.

CHP’nin başörtüsü yasa tasarısı, AKP’nin cemevleri düzenlemesi, objektif olarak karşıt pozisyondaki geniş yığınları bir gövde olarak kazanma amacını yansıtırken, bu hamleler geleneksel burjuva politika olan işçi sınıfı ve ezilenleri dikey şekilde bölme ve saflaştırma taktiğinin de yansıması oldu.

Kapitalist sömürü düzeninin ve sömürgeci faşist devlet rejiminin devamlılığının güvencelenmesi her iki burjuva blokun ortak paydası. Burjuvazi cephesindeki saflaşma görece ideolojik ve esasen de devletin politik yönetim biçimine dair karşıtlıkta cereyan ediyor. AKP-MHP faşist iktidar blokunda cisimleşen politik İslamcı-Türkçü faşist ideolojinin karşısında geleneksel laik-Kemalist anlayıştan rölatif düzeyde esneyen, son tahlilde ulusalcı-laik İslamcı anlayışta konumlanan bir burjuva restorasyoncu muhalefet duruyor. Bu cephede sorun kapitalist sömürü düzeninin ve faşist sömürgeci rejimin hangi programla, hangi uluslararası ittifaklarla ve ne tür bir anayasal kılıfla devam ettirileceğidir. Burjuva egemenler cephesinde özdeki ayrım noktaları sınırlı, genel tablo ise oldukça net.

İşçi sınıfı ve ezilenler cephesindeki tablo ise daha girift. Egemenlerin iki cephesine karşı bu cepheden ne yazık ki tek bir program etrafında oluşmuş bir ittifak çıkmış değil. DBP, ESP, Devrimci Parti, SYKP, Yeşil Sol Parti ve diğer bileşenlerin oluşturduğu HDP’nin merkezinde durduğu ve EMEP, TİP, EHP, TÖP ve SMF’nin bir araya gelmesiyle kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı ile TKP, Sol Parti, TKH ve Devrim Hareketi’nin yan yana gelmesiyle oluşan Sosyalist Güç Birliği İttifakı işçi sınıfı ve ezilenler cephesindeki ittifaklar olarak şekillendi. Fakat karmaşa emekçi sol hareketteki bu örgütsel saflaşmadan ve ittifak çeşitliliğinden ziyade ideolojik-politik düzeyde yaşanıyor.

Faşizme karşı mücadelede izlenecek strateji ve taktik, işçi sınıfı ve ezilenler cephesinde bir tür ideolojik, politik ve siyasal taktik karmaşasına yol açmış durumda. Son tahlilde “Faşist şeflik rejiminden kurtuluş nasıl başarılacak?” sorusuna verilecek yanıt, emekçi sol güçlerin seçim sürecindeki dizilimini belirlemesi kadar ideolojik-politik netliği de yansıtacaktır. 

Seçimler ve burjuva parlamento

Gerek burjuva cephede gerekse de işçi sınıfı ve ezilenler cephesinde seçimlere doğru giderken belirginleşen siyasal güç dizilimlerine ve bunların temel perspektiflerine geçmeden önce konunun odaklandığı seçim ve parlamento mefhumuna dair kısa bir hatırlatmada bulunmak yararlı olacaktır.

Her şeyden önce parlamento ve seçimleri, burjuva sınıf egemenliği dünyasına aittir. Seçimler yoluyla parlamentoda temsiliyet elde etmek bir kazanım olsa da, nihayetinde genel oy hakkı her üç ya da altı yılda bir parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmak için düzenleniyor.

1848 burjuva devrimleri ve (erkekler için) genel oy hakkına dayalı seçimlerin ardından Marx’ın yaptığı bu tanımlama bugün de bütün berraklığıyla geçerli. Hatta emperyalist küreselleşme koşullarında ve neoliberal ekonomi politikaları altında parlamento dünden çok daha fazla işlev kaybına uğradı. Bunun temel objektif sebebi üretim sürecinin denetiminin doğrudan sermaye tekelleri eliyle yapılması ve bugün artık bunun burjuva iktidar bile olsa bir hükümete devrinin mümkün olmamasıdır.

Siyasal iktidarlar kesin bir şekilde sermaye tekellerinin güdümünde araçsallaşmış durumdadır. Latin Amerika’daki sol reformist iktidarlar başta gelmek üzere Yunanistan’da SYRIZA’nın, İspanya’da Podemos’un seçimler yoluyla hükümete gelmesi, sermaye ve siyasal iktidarına ve onun sınıf devletine bir meydan okuma gibi anlaşılsa da, bu reformcu hükümetler mali oligarşinin siyasi iktidarını ve ekonomik temellerini kırmaya yönelmemiş, kimi reformcu girişimlerine karşın vaatlerini yerine getiremeyip, kendi programlarını uygulama kararlılık ve iradesi gösteremeyerek nihayet kendilerini destekleyen milyonlar için hayal kırıklığına yol açmış, kitle desteklerini kaybetmiş ve siyasal yenilgiye uğramışlardır. 

Dünya ölçeğindeki bu nesnellikle bağı içinde coğrafyamızda da burjuva parlamentonun faşist şeflik rejimine geçişle birlikte biçimselleştiği, yasa yapıcı gücünün büyük oranda, yürütme erkinin ise tümden elinden alındığı bir mekanizmaya dönüştüğü ortada.

Seçimlerin ise siyasal sonuç almadaki rollerinin AKP-MHP iktidarı tarafından gerek yasa düzenlemeleriyle gerekse defacto biçimde nasıl işlevsizleştirildiği son birkaç yılın genel ve yerel seçimleriyle sabittir.

Başka bir dizi faktör bir yana bugün itibariyle seçimlere ve parlamentoda elde edilecek temsil gücüne ne kadar değer biçileceği, öte yandan faşist şeflik rejimine karşı mücadelede bu araçların rolünün ne kadar yer tutacağı ancak bu nesnellik kavranabildiği oranda anlam kazanacaktır. Seçimler tüm modern burjuva tarih boyunca sermaye diktatörlüğünün kamuflajı olmuş, sömürü ve baskı politikalarına rıza üretim aracı haline getirilmiştir. Seçimlere girmek, burjuvazinin karşısında halkçı, demokratik adaylarla çıkmak önemli olsa da, sonuçlar, oy çokluğuna, dolayısıyla işçi ve emekçilerin niceliklerine göre değil, sınıfların siyasal ve iktisadi örgütlenme gücüne bağlıdır. Dolayısıyla seçim sonuçlarının kesin ve net şekilde temsili demokrasinin zaferi ve kabulü olduğu önermesi genellenemez, önsel olarak kabul edilemez. Hangi seçim sonuçlarının nasıl bir zeminde “milli iradenin tecellisi” olarak kabul edileceği sınıfların bu ekonomik ve siyasal örgütleme düzeyine ve çıkarlarına bağlıdır, kullanılan oyların oranına değil. HDP’nin milyonların oyunu alarak parlamentoya girmesi ve karşılaştığı akıbet ile yerel seçimlerden sonraki kayyum tablosu bu soyutlamanın pratikteki karşılığıdır.

Gelelim egemenler ve ezilenler cephesindeki kuvvetlerin seçim sürecindeki pozisyonlarına. Başlıca kuvvetlerin dizilişinin nasıl olduğu, belli başlı siyasal odakların ne istediği, faşist şeflik rejiminin kumanda partileri AKP-MHP ile muhalifi burjuva reformasyon cephesinin liderliğini yapan CHP-İYİP için seçimlerin ne anlama geldiği, bu süreçte emekçi sol hareket içindeki yasalcılık/reformculuk-devrimci meşruiyet ya da daha genel anlamda parlamentarizm-devrimcilik saflaşmasının nasıl yaşandığı soruları nesnel iktisadi ve siyasal koşulların ışığında aktüel yanıtlar bekliyor.

Faşist şeflik rejimi için kırılma eşiği

Egemenler cephesi 2018 genel seçimlerinin öncesinden bu yana iki ana blok halinde bölünmüş durumda. Cumhur İttifakı olarak kodlanan AKP-MHP’nin başını çektiği, Büyük Birlik Partisi (BBP) ve Vatan Partisi gibi kontrgerillanın politik organizasyonlarını da yedekleyen politik İslamcı faşist kümelenme, hali hazırda rejimin yönetici gücü olmanın da bütün olanaklarını arkalamış durumda. 20 yıllık tek parti iktidarı boyunca neoliberal ekonomi politikalarını pervasızca uygulamış, devleti yöneten güç olmanın avantajıyla da işbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalist tekellerle pazarlık payı yüksek bir blok olarak seçime hazırlanıyor. Ancak bu pazarlığın zayıf yanları da var. Birincisi; bu blok, son yıllarda özellikle Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kafkasya’da izlediği yayılmacı dış politika nedeniyle ABD/NATO ve AB emperyalistleriyle çelişkilere düşmüş durumda. Buradaki gerilimi Rusya emperyalizmiyle savaş diplomasisi, enerji ve askeri alanlardaki belirli düzeyde işbirliğiyle dengelemeye, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi Rusya-Çin eksenli örgütlenmelerle dirsek teması kurmaya çalışsa da, ABD ve AB emperyalizminin mali-ekonomik sömürgesi olması son tahlilde sonuç almasını engelliyor ve dengeyi batı merkezli kurmasını beraberinde getiriyor.

Emperyalist Rusya ve Putin iktidarının seçim sürecinde Erdoğan rejiminin en büyük uluslararası destekçisi olabileceğini burada kaydedip geçelim.

İkincisi; her ne kadar tekelci burjuvaziyle (TÜSİAD) kimi ideolojik-politik sürtünmeleri olsa da bütün iktidarı boyunca onun için bulunmaz nimet olan AKP’nin son birkaç yılda Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı üzerinden izlediği para ve faiz politikaları tekelci büyük burjuvazinin kar payını daralttı, bu durum onda hoşnutsuzluk yarattı. Politik İslamcı rejim, iktidarı süresince kendi sermaye gücünü palazlandırdı, bir süredir izlediği düşük faiz politikasıyla da bu ekonomik gücü koruyarak seçimlere girmeye odaklandı.

Üçüncüsü; rejimin yapısal krizinin ana unsuru olan Kürt sorunu bu blokun seçim stratejisinin de odak noktası durumunda. 2015 yılında iktidar blokunun yürürlüğe koyduğu ve emperyalistlerin de tam desteğini alarak bugüne kadar uyguladığı “çöktürme stratejisi” gelinen aşamada kesin sonuç vermedi. Bir yandan 6 aydır sürdürülen Zap-Avaşin işgal saldırısı ve öte yandan Rojava’da yeni işgal alanları yaratma planı bu stratejinin güncel aşamasını oluşturuyor. Kimyasal silah kullanımı yalnızca sömürgeci ordunun ulaşabileceği vahşet düzeyini değil, rejimin de direniş karşısında kırılma eşiğinde olduğunu gösteriyor. Gerillaya karşı yenilgi alan bir siyasal iktidarın gerek iç gerekse de uluslararası dengelerde pozisyon kaybı yaşayacağını, askeri yenilginin rejime sert siyasal sonuçlar olarak geri döneceğini kesine yakın bir tahminle ileri sürmek yanlış olmayacaktır.

Dolayısıyla AKP-MHP blokunun seçim süreci boyunca Kürt direnişini kırmak ve kesin üstünlük elde etmek için her türlü yola başvuracağı, bu saldırıların yalnızca askeri değil siyasal biçimlerinin de olacağı (parti kapatma, kitlesel tutuklama terörü, politik suikastler vb.) açıktır.

Dördüncüsü; iktidar tarafından ağır ekonomik koşullar altına itilen geniş kitleler nezdinde AKP-MHP bloku siyasi etkisini ve inandırıcılığını yitiriyor, meşruiyet krizi yaşıyor.  

Bütün bu olgular faşist şeflik rejiminin kumandasındaki bu blokun genel seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini her ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyeceğini, bunun için yasal ve yasadışı hazırlıklarını sürdürdüğünü gösteriyor. BBP ve Vatan Partisi gibi ortakları bir yana bırakırsak, bu ittifak içinde AKP ve MHP arasında bir tür simbiyotik ilişkinin olduğunu, siyasal varlık gerekçelerinin bu simbiyoz içinde ele alınması gerektiğini, dolayısıyla faşist blok içinde bölünerek zayıflama ihtimalinin de düşük olduğunu söylemek mümkün.

Seçimlerde alınacak bir yenilgi AKP-MHP ittifakı için derin bir kriz anlamına gelecektir. Fakat bu soyut olasılık gerçek ilişkiler bağlamında faşist şeflik rejiminin çöküşüne yeterli olamaz. AKP-MHP faşist iktidarının böyle bir siyasal yenilgiyi kabul etmeyeceği bizzat kendi açıklamalarında da verilidir. Herhangi bir politik parti iktidarı veya hükümet değişiminden söz etmiyoruz. Rejimin faşist şeflik biçimindeki örgütlenişi onun seçim yoluyla iktidardan vazgeçmesinin de en büyük engelidir.

Bir yanılsama kaynağı: Burjuva muhalefet

Millet İttifakı adıyla saflaşmış burjuva muhalefet işbirlikçi tekelci Türk sermayesinin bir diğer gücü olarak öne çıktı. Resmi bileşiminde henüz DEVA ve Gelecek gibi partiler yer almamış olsa da, bu ittifak “6’lı masa” kodlamasıyla tanımlanmış bir mutabakatla sürece hazırlanıyor. Politik İslamcı Saadet’ten milliyetçi-faşist İYİP’e, Davutoğlu ve Babacan gibi AKP artığı kadrolardan CHP gibi burjuva laik-Kemalist bir partiye kadar, ideolojik skalası geniş bir bileşime sahip bu ittifak, programını “güçlendirilmiş parlamenter sistem” adıyla ortaya koydu.

Faşist şeflik rejimini restorasyona tabi tutarak rejimi burjuva parlamenter sistem temelinde yeniden yapılandırmak, ABD/NATO/AB emperyalizmiyle Türk burjuvazisinin ilişkilerini tahkim etmek ulusal ve uluslararası tekellerin ekonomik çıkarlarını korumak, öte yandan “demokrasi, adalet, hukuk” söylemiyle çöküşün eşiğinde olan rejimi şiddetli bir toplumsal patlamadan korumak bu blokun siyasal stratejisi. Ancak bu strateji AKP-MHP faşist blokunu yenilgiye uğratmayı çok yönlü taktik politikalara, her koşulda kitle mücadelesine dayalı ve kesin sonuç alıcı olarak değil, tek bir taktiğe, yalnızca seçim sandığından çıkacak sonuca bağlamış durumda. Bir burjuva cephe olarak bile olsa meşru temelde iktidarı zorlama ve alma perspektifinden uzak, nihayetinde rejimin ve devletin güvenliğini her şeyin üstünde tutan bir sınıfsal pozisyonda kalarak değişim isteyen milyonların karşısına çıkıyor. Yaydığı değişim umudunun sahte niteliği tam da durduğu bu sınıfsal pozisyondan kaynaklanıyor.

AKP-MHP faşist blokunun politikaları sonucu uğradığı ağır ekonomik, sosyal ve siyasal yıkım, yığınlarda “Erdoğan’dan kurtulma” biçiminde dışa vuran kendiliğinden bilinci üretirken, devrimci demokratik bir önderlik yoksunluğunda bu bilinç burjuva muhalif cephenin edilgen, potansiyel kitle gücü haline geliyor. CHP-İYİP liderliğindeki burjuva blok, yığınlardaki kendiliğinden bilincin ve öfkenin devrimci bir bilince dönüşmemesi, düzen sınırları dışına çıkarak yıkıcı bir güce ulaşmaması için var gücüyle çalışıyor, bütün değişim hayallerini sandığa havale ediyor. Bunun siyasal saflaşmadaki objektif karşılığı faşist şeflik rejiminin yedeği haline gelmektir.

Burjuva restorasyoncu blokun burjuva demokrasisi yönünde önemli reformları içeren bir değişim yapma şansı tam da izlediği politika nedeniyle yok. Geçmişte kapitalist merkezlerde olduğu gibi sosyal hakların, emperyalist küreselleşme ve kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında ve Türkiye gibi mali-ekonomik sömürge ülkelerde burjuva klikler tarafından gerçekleştirilmesi şansı da bulunmuyor. Kaldı ki CHP dünyada sosyal-demokrat nitelikteki programları uygulayan burjuva sol partilerin de çok daha sağında konumlanmış bir parti.

Velev ki iktidara geldiği durumda burjuva muhalif blok, emperyalist tekellerin ve ulusal ölçekteki  sermaye oligarşisinin iktisadi programlarının dışına çıkmaya ne vaat olarak sahip ne de kapitalizm temelinde koşulları elverişli.  

Millet İttifakı’nın, siyasi alanda rejimin sömürgeci karakterinin cisimleştiği Kürt sorununu demokratik reformla çözme niyeti ve kudreti yok.

Dahası ne iktisadi program olarak üretimin denetlenmesini sağlama ve bu yolla üreticiler sınıfının haklarını koruma ne de siyasal demokrasiyi uygulayarak ulusal, inançsal ve cinsiyet kimliklerin haklarını güvenceleme anlayışına sahip.

Özcesi, burjuva muhalefet cephesi, sermayenin siyasal egemenliği altında parlamenter rejime geçiş ve çok sınırlı bazı değişiklikler dışında faşist rejimi değiştirmeye yeltenmeyecek. Eleştiriler karşısında web sayfalarında mostralık duran demokrasi vaatli programını gösterecek fakat ne kitle ajitasyonunda halkı demokrasi yönünde hareketlendirecek ne de olası iktidar koşullarında fiiliyatta demokratik haklar konusunda önemli adımlar atacak. Ancak ve yalnızca alttan kitlelerin harekete geçirildiği dolayısıyla kendisine dayatıldığı koşullarda siyasi alanda demokratik hakları vermek, ekonomik alanda bazı iyileştirmeler yapmak zorunda kalacak.

Millet İttifakı’nın on binlerce siyasi tutsak varken, Kavala ve Demirtaş dışında -onların serbest bırakılmalarını da oy kaygısıyla savunuyor- siyasi tutsaklara özgürlük vaadinde bulunmaması, bu yönde ajitasyon yapmaması, bu blokun demokratik haklara pek yanaşmayacağının göstergesi.

Yine parlamenter rejimi kutsayan bu blokun, HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına   vekillerinin çok geniş kesiminin “evet” demesi de ne kadar antidemokratik olacaklarının, “parlamenter demokrasi”yi bile pek fazla uygulamayacaklarının kanıtı. Vekilleri hapseden ve belediyeleri gasbeden Erdoğan ve çetesinin, ona emir erliği yapan faşist savcı ve yargıçları, halka karşı suç işleyen başta Akar ve Soylu olmak üzere militarist şefleri yargılama vaadi vermemesi de Millet İttifakı’nın antidemokratikliğinin bir diğer kanıtı.

Ayrıca faşist sürek avıyla diktatörün kararnamesiyle açlığa sürüklenen on binlerce memurun haklarının geri verilmesi konusunda ittifakın, “mahkeme kararıyla ceza almamış olma” şartı koyması da Erdoğan’ın mahkemelerini meşru gördüklerini, demokratik davranmayacaklarını gösteriyor.

Emekçi sol harekette saflaşma ve durum

Faşist şeflik rejimine ve diktatöre karşı yığınlarda oluşan kendiliğinden bilincin ne yazık ki emekçi solun çok önemli bir kısmını da basınç altına aldığını, bu durumun emekçi sol içinde seçim taktiğini bağımsız, devrimci-demokratik bir strateji ve programa bağlamak yerine burjuva muhalefete yedeklenme anlayışının yatağına dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Sol reformist, yasalcı güçlerde özgüven yitimi, özellikle seçim süreçlerinde CHP’de somutlaşan egemen güçlere yedeklenme hali, dün de belirli düzeyde vardı. Ancak 7 yılı bulan faşist şeflik rejiminin açık terörcü, tasfiyeci saldırılarının ideolojik-politik-örgütsel düzeyde çözücü etkisinin içinden geçtiğimiz süreç içinde çok daha görünür hale geldiği açık. Emekçi solun özellikle yasalcı, reformist bölüklerinde faşizme karşı antifaşist direnişin parçası olma, Kürt sorunu ve şovenizm karşısında tutarlı demokratlık ile sermaye sınıfına karşı bağımsız hareket etme anlayışı önemli oranda çözülmeye uğramış durumda. İster Sosyalist Güç Birliği’nde (SGB) yer almış olsun, isterse de HDP’nin öncülüğündeki Emek ve Özgürlük İttifakı’nda saf tutmuş olsun, tüm reformcu sol partilerde seçim sürecine dair ana hat aynı: Erdoğan rejiminden CHP/Millet İttifakı’nı destekleme yolundan kurtulma ve oluşacak parlamentoda temsiliyet gücü elde etme.

SGB ve sosyal-şovenizm bataklığı

İşçi sınıfı ve ezilenler cephesindeki saflaşmada ilk blok olarak öne çıkan Sosyalist Güç Birliği, göreceli olarak daha bağımsız bir pozisyonda konumlanmış gibi görünse de, Erdoğan karşıtlığında ve cumhurbaşkanlığı seçiminde son tahlilde arabayı CHP atına bağlıyor. Başta Kemal Okuyan olmak üzere, bu ittifakın siyasal sözcüleri defalarca bunu açıkladılar. Erdoğan’ın liderliğindeki faşist şeflik rejimine karşı bütün süreç boyunca anlamlı tek bir antifaşist pratiği dahi bulunmayan bu blokun en büyük zafiyeti ise Kürt sorunu karşısında sosyal-şovenizm bataklığında daha derine batmış olmasıdır.

Programlarında Kürt sorunun demokratik çözümüne dair anadilde eğitim vaadi dışında önerisi olmayan -ama o vaade ilişkin de halka ajitasyondan kaçınan- faşizme karşı direnişi geliştirmekten kaçan, buna karşılık emeğin kurtuluşuna dair bolca laf üreten, sıkça sosyalist iktidardan dem vuran bu ittifak içindeki güçler, Türkiye işçi sınıfının en geri bilincine hitap ederek ilerlemeye çalışıyor. “Dinci gericilik” kodlamasıyla burjuva laikliğine, “kör terör” ve “Kürt hareketi emperyalizme yarıyor” tanımlamasıyla sosyal şovenizme, “antiemperyalizm” sosuyla Türk ulusalcılığına demir atan bu cenah böylece nesnel olarak burjuvazinin işçi sınıfını ve ezilenleri gerici şekilde saflaştırmasına hizmet ediyor. Bu ittifakı oluşturan reformcu, parlamentarist güçlerin bu ideolojik konumlanmasının ve “bağımsız hareket etme” anlayışının varıp varacağı yer yine CHP/Millet İttifakı’nın sol destekçiliği olacaktır.

Hayaller ile gerçekler paralel mi?

Emekçi sol hareket içindeki ana ittifak gücü ise HDP’nin öncülüğünde şekillenen Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) oldu. Egemen iki cepheye karşı üçüncü cepheyi örgütlemekte ileriye doğru bir adım olan, kitle desteği ve potansiyel kitle gücü yüksek, örgütsel hacmi itibariyle Türkiye ve Kürdistan sathına yayılan bu ittifak, şüphesiz seçim sürecinde işçi sınıfı ve halklarımızın yegane alternatifi olarak şekilleniyor.

Ne ki, EÖİ’nin bu pozisyonu, gerek bütünlüklü olarak ittifakın gerekse de oluşumunda yer alan emekçi sol güçlerin önemli bir kısmının parlamentarizm hastalığından muzdarip olduğu, keza AKP-MHP faşist iktidarından kurtulmanın gerektirdiği mücadele stratejisinde yeterince pratik kararlılık göstermedikleri, halkı direnişe seferber etme yeteneğinde zayıflıklar olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Faşizmden kurtulma yolunda parlamentarist hayaller yayma ve AKP-MHP blokuna karşı politik-taktik ustalık adına devlet başkanlığı seçiminde burjuvazinin bu kanadıyla gerçekte stratejik ittifaka yönelme anlayışı ne yazık ki azımsanmayacak kadar güçlü. İttifakın diğer zayıf yanı deklarasyonunda ve/veya siyasal sözcülerinin söylemlerinde bunun bir seçim değil mücadele ittifakı olduğu vurgusuna rağmen, bu fikri anlamlı düzeyde test edecek yeterli siyasal pratiğin olmaması oluşturuyor. EMEP, TİP gibi reformist partilerin netameli bir konu olan Kürt sorunu ve işgalci savaş veya faşist devlet terörü karşısındaki ölü taklidi rollerini, HDP’nin bu konudaki yer yer savruk ve tutarsız siyasal söylemlerini bir kenara bırakırsak eğer, örneğin Bartın’da 41 madencinin katledilmesine ya da açlık, sefalet, işsizlik gibi daha pratik ortaklaşmaların sağlanacağı gündemlerde dahi ittifak olarak güçlü bir karşı koyuş örgütlemeye yönelmemiş olması son derece düşündürücü. Oysa seçim gündemli bile olsa siyasal mücadelenin özünü kitleleri kimin kazanacağı oluşturur. Siyasal kampanyalar etrafında kitle örgütlenmesini ve mobilizasyonunu daha şimdiden başarmak, yasalcı sınırlara takılmaksızın fiili-meşru mücadeleyi geliştirmek, o çokça önemsenen seçim anı ve sonrası için bile son derece hayatidir. Faşizmi püskürtmenin tek güvencesidir. Faşist şeflik rejimi koşullarında seçim sonuçlarının bir garantisinin olmadığı düşünüldüğünde, kitlelerin devrimci demokratik temeldeki mücadelesini şimdiden yükseltmek, faşist şefliğin şimdiden başlayan saldırganlığı tırmandırmasına da, seçimlerde zor ve hileyle iktidarını sürdürme muhtemel hamlesine karşı da, Millet İttifakı’nın olası seçim zaferiyle geçeceği parlamenter rejimde demokratik hakları kazanmanın temel güvencesidir.   

İktidar perspektifi ve iddiasının zayıflığının eleştirisine de şimdilik girmiyoruz.

HDP’nin gelişiminin tarihsel serüveni ve onun en çarpıcı anı olan 7 Haziran seçim taktiği bile nesnel bir analize tabi tutulsa, gelişimin yönü kolaylıkla saptanabilir.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bir çok bileşeni de dahil olmak üzere, tüm emekçi sol hareketin reformcu, parlamentarist bölükleri şimdiki gerçek durum ile muhayyel gelecek arasındaki çelişkinin şiddetli basıncı altında. Kimileri Marksist, Marksist-Leninist, sosyalist, komünist olma iddiasındaki bu güçler, bir Marksist’in en temel niteliği olan, bir durumu olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket ederek analiz etme, taktik politikalarını saptarken bu ilkesel görüşü eksen almayı  dahi unutmuş durumdalar. Nihayetinde seçimler de sınıf mücadelesinin bir anıdır ve esas olan, bu sınıf mücadelesinden doğan gerçeklere göre hareket etmektir.

Nedir bu gerçek? CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı da bir burjuva sınıf organizasyonudur. Bu blok, iktidardaki AKP-MHP diktatörlüğü, kendilerine yönetime gelme hakkını tanımamasına ve parti başkanları ile vekillerine fiziki saldırı ve daha ağır tehditler yapmasına rağmen, faşist şeflik rejimiyle uzlaştı, uzlaşmaya devam ediyor. Tabii ki burjuvazinin egemenliği daha fazla krize girmesin, devletin siyasi istikrarı devam etsin, militarist devlet güçlerinin iç ve dış iç savaş saldırılarında “eli soğumasın” diye uzlaşıyor. Öyle ki faşist şef Erdoğan bu blokla uzlaşmıyor ama blok uzlaşmayı sınıfı adına gerekli görüyor.

Emekçi sol hareket, faşist şeflikten kurtulmak ve kötünün iyisi olarak parlamenter faşizan rejim altında bir süre nefeslenmek uğruna, Erdoğan-Bahçeli faşizmine karşı öfke duyan geniş kitlelerin demokratik devrimci potansiyelini harcama kolaycılığına düşmemeli. Son 30 yılı aşkın süreçte bu kolaycılık Özalları, Demirelleri, Ecevitleri, Erdoğanları iktidara taşıdı, kitlelerin mücadele potansiyelini eritmeye yaradı. Dahası faşizmden de, aşırı sömürüden de kurtulamadığı gibi geniş kitle desteğini de kazanamadı.

Emekçi sol hareket ve özgün olarak onun ileri ittifak biçimi olan Emek ve Özgürlük İttifakı, bu hatalı görüşten, Erdoğan rejimini seçim yoluyla yenilgiye uğratma ve parlamenter hayaller yayma anlayışından kurtulmalıdır. Gerçekte var olmamasına rağmen burjuva demokrasisi varmış gibi davranmak ağır sonuçlar yaratacak politik bir hatadır.

Elbette AKP’nin ya da faşist şef Erdoğan’ın gitmesi önemlidir. Fakat faşist şef Erdoğan ve şeflik rejiminin gitmesi yeterli olamaz. Yerine gelecek Millet İttifakı yönetimindeki parlamenter rejime demokratik reformları dayatacak işçiler ile ezilenlerin mücadelesini büyütmeye, bu yolla demokratik ve sosyal hakları söz konusu yönetime dayatarak hem haklar kazanma hem de halk hareketinin özgüven ve gücünü büyüterek, faşizmi yıkacak gücü oluşturmak asıl meseledir.

Faşist şeflik rejiminden kurtulmak için Millet İttifakı blokuna bel bağlamak mı, faşizmi yıkacak ve özgürlüğü kazanarak toplumsal devrim yolunu açacak güçleri büyütecek antifaşist ve sınıf mücadelesi mi? Bugünün yol ayrımı budur.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi