Trump'ın Yeni Emperyal Irkçılığı Ve Kudüs Kararı

Dünya tekellerinin vahşi kar hırsının temsilcisi, ABD'nin yeni CEO'su, “askeri-sınai kompleks”in siyasi temsilcisi olarak Donald Trump, başkanlık görevinde bir yılı doldurdu. Donald Trump'ın başkanlığı, 2008'de patlak veren ve günümüze kadar inişli-çıkışlı durgunluk biçiminde devam eden bunalım şartlarında Amerikan emperyalizminin yitirdiği kimi üstünlükleri yeniden kurmak, küresel Amerikan hegemonyasını tehdit eden güçleri bastırmak isteyen tekellerin formülüydü. Şaka değil, delilik veya anomali değil, emperyalist bunalımın keskinleşmesinin açık bir ifadesiydi.

Trump, ilk dış ziyaretini yaptığı Suudi Arabistan Krallığı'nda (20 Mayıs 2017) Ortadoğu'ya dair yeni politikalarını ete kemiğe büründürdü. Bu ziyaretin sonrasında, Suriye'nin Şayrat hava üssü Amerikan gemisinden fırlatılan füzelerle vuruldu, İsrail defalarca Lübnan'ı savaşla tehdit etti, fazlasıyla teşhir olmuş IŞİD Musul ve Rakka'dan sökülüp atıldı, ancak Kuneytra'dan İdlib'e IŞİD'vari çeteler tahkim edildi, Suudi-Katar ekseni bozuldu, Suudi-Mısır-BAE ekseni oluşturuldu, bu yeni eksen Katar'a ambargo uyguladı, Katar buna İran'la yakınlaşarak ve Türkiye'ye askeri üs vererek yanıt verdi, Suudi Arabistan hanedanı veliaht prens Muhammed Bin Salman liderliğinde bir operasyonla pek çok prens tutuklanarak yeniden tanzim edildi, Trump İran nükleer anlaşmasını feshetmeye yöneldi, Suriye'deki dolaylı paylaşım savaşı yeni bir aşamaya ulaşarak bölge devletlerinin doğrudan askeri güçleriyle katıldığı dolaysız bir paylaşım savaşına dönüştü. Nihayetinde, Nakba’nın 70. yıldönümüne girerken, ABD elçiliğinin Kudüs’e taşınmasını protesto eden Filistinlilere saldıran İsrail büyük bir katliam gerçekleştirdi.

Obama, Amerikan ekonomisini doğayı vahşice katleden kayagazı çıkarımlarıyla canlandırmıştı. Trump'ın ekonomi politikası ise öncelikle silah sanayiini geliştirmek ve silah satmak oldu. Trump, kışkırttığı her bir uluslararası politik krizi, silah satmak için bir fırsata çevirdi. Suudilerle yaptığı Amerikan tarihinin en büyük silah anlaşmasında, bir seferde 110 milyar dolarlık silah sattı. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin nükleer silah ve kıtalar arası füze denemeleri bahane edilerek aylar boyunca savaş rüzgarlarının estirildiği Asya-Pasifik bölgesinde, Japon emperyalizmini ve Güney Kore'yi silahlandırarak ABD'ye muazzam bir yeni pazar alanı açtı. Trump Amerikan iç pazarında da silah ticaretini geliştiriyor; geleneksel olarak ABD'de herkesin silah satın alma ve taşıma hakkı bulunması, silah sanayiinin büyük karlar elde etmesini sağlıyor. Ne var ki, silah mağazalarından serbestçe alınan silahlarla çocukların okullarında arkadaşlarını katletmesi, demokratik kesimlerden mağazalarda serbest silah satışlarının yasaklanması çağrılarının yükselmesine neden oluyor. Trump bu çağrılara karşı koyarken, Ulusal Tüfek Birliği (NRA) gibi silah lobilerini destekliyor. Hemen her ay okullarda çocuklar birbirini kurşunlarken, “öğretmenlerin de silahlandırılmasını” önererek, infiale sebep oluyor.

Trump'ın “Amerika'yı Yeniden Büyük Yap” (“Make America Great Again”) doktrini, açıkça yeni emperyal ırkçılığın damgasını taşıyor. Amerikan emperyalizminin, hegemonyasını küresel kurumlar üzerinden inşa ettiği, kendi çıkarlarını küresel çıkarlar olarak pazarladığı geleneksel dış politika yalanlarını çöpe atıyor. Amerika birincidir, Amerika üstündür, diğer ülkeler bunu kabul etmek zorundadır biçiminde, açık bir kölelik dayatmasında bulunuyor. Böylece Obama'nın ABD'nin yüzüne taktığı “yumuşak güç” maskesini çıkarıp atıyor. Gerçek ilişkileri görünür hale getiriyor.

Trump, içte ise siyah halka karşı açık düşmanlık güdüyor. Latin Amerika halklarına açık hakaretlerde bulunuyor. Müslüman halklara karşı ırkçı faşist söylemler dile getiriyor. Kimi Müslüman ülkelere getirdiği vize yasakları Amerikan mahkemelerince bozulsa da, bu yönlü kararlar almaya, Müslüman göçmenler için Amerika'ya erişimi mümkün olduğunca zorlaştırmaya devam ediyor. En zenginlerin hükümeti olduğunu ilan etmekten sakınmayarak, çıkardığı vergi yasasıyla zenginlerin vergi yükünü hafifletip, yoksul emekçi halkın vergi yükünü ağırlaştırıyor.

Filistin Hareketinin Adım Adım Gerilemesi

ABD senatosunun “Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğu” yönünde karar alması, 1995 yılındadır. Bu karar, İsrail siyonizmine açık bir destektir. Ne var ki, ABD başkanları, bu kararın gereğini yapmayarak, yani ABD büyükelçiliğini Kudüs'e taşımayarak, bir denge siyaseti izliyorlardı. Kudüs'teki ABD temsilciliğinin statüsü “başkonsolosluk” düzeyinde tutuluyordu. Hatta Obama döneminde, BM Güvenlik Konseyi'nin Batı Şeria'daki yerleşimlerini kınayan bir karar tasarısını ABD veto etmeyerek, İsrail'le ufak çaplı bir krize de yol verilmişti. Ne var ki, Trump bu dengeleri bozarak, Kudüs'ün İsrail'in başkenti olduğunu, bu konunun artık masada olmayacağını ilan etti. Büyükelçiliği Kudüs'e taşıma kararını pratik olarak aldı. Her ne kadar bu karar BM Genel Kurulu'nde ezici bir çoğunlukla reddedilse de, ABD buradan geri adım atmadı.

Kudüs, Filistin'i Yahudi ve Arap devletlerine bölen (ABD'nin de onay verdiği) 1947 BM paylaşım planına göre, her iki devlete de ait olmayan bir açık şehir statüsündedir. Bu karara göre, Kudüs şehri uluslararası hukuka tabi bir şehir ("corpus separtatum") olarak tanımlanır. İsrail'in tek taraflı ilanı üzerine patlak veren 1948 Savaşı'nda, Batı Kudüs İsrail'in, Doğu Kudüs Ürdün'ün elinde kalmıştır. 1967 Savaşı'nda ise Doğu Kudüs de İsrail tarafından işgal edilmiştir. 1967 Savaşı'nda İsrail'in işgal ettiği topraklar BM tarafından hiçbir zaman İsrail toprağı olarak tanınmamıştır. BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararında İsrail'in Kudüs'ü işgali “yok hükmünde” ilan edilir ve 1967'de işgal ettiği topraklarda yapacağı yerleşimler “yasadışı” sayılır.

İsrail Kudüs'ü o tarihten beri tek ve bölünmez başkenti ilan etse de, hiçbir devlet bugüne kadar büyükelçiliğini Kudüs'e taşımamıştır. Büyükelçilikler Tel Aviv'de kalmıştır. 1993-95 Oslo Anlaşmaları'yla yeni bir durum oluşmuş, anlaşmalar Kudüs'ün statüsünü tarif etmeseler de “iki devletli çözüm” kapsamında Doğu Kudüs'ün Filistin devletinin başkenti olacağına dair bir beklenti ortaya çıkmıştır. Ne var ki, Oslo Anlaşmaları'yla başlatılan “Oslo Süreci” gerçekte İsrail'in işgal ettiği tüm toprakları adım adım ilhak etme, yerleşimleri yaygınlaştırma, Filistinli Arap nüfusu kaçırtarak Doğu Kudüs'te de tam hakimiyet kurma amacına hizmet etmiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü, Ramallah'ta kurulan “Filistin Otoritesi” adlı idari yapının içine hapsedilip çürütülürken, İsrail, 1987 İntifadası'nın yarattığı hegemonya bunalımını bu sayede aşmıştır.

Oslo Anlaşmaları'nın resmi zaman takvimi 1999 yılında sona eriyordu. Ne var ki İsrail, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze'de kurulacak zayıf bir Filistin devletini dahi kabule yanaşmadı. Temmuz 2000'de, Yaser Arafat'ın son derece geri bir zeminde dayatılan Camp David II anlaşmasını imzalamayı reddetmesi üzerine, Oslo Süreci tümüyle çöktü. İki ay sonra, Eylül ayında siyonist savaş suçlusu Ariel Şaron'un El Aksa Camii'ni ziyareti 2. İntifada'yı tetikledi. 5 yıl boyunca devam eden bu birleşik halk direnişi, Hamas'ı misliyle büyüttü. Yapılan ilk seçimlerde Hamas çoğunluğu elde etti. Ne var ki, emperyalistlerin müdahalesi sonucunda hükümet kuramadı. Sonuç, El Fetih-Hamas çatışmaları ile Filistin halkının ikiye bölünmesi oldu. Gazze Hamas yönetimi altına girerken, Batı Şeria'da İsrail askeri işgali altında kukla bir “Filistin Yönetimi” varlığını sürdürdü. Oslo'nun çöküşüyle birlikte “barış süreci” gerçekte tümüyle ortadan kalkarken, yine de Ramallah yönetimiyle İsrail'in müzakere edermiş gibi yaptığı bir tiyatro dönem dönem sürdürüldü.

Filistin ulusal hareketini çürüten bu süreç, Suriye iç savaşının başlamasıyla derinleşti. Hamas, Türkiye ve Katar'ın yönlendirmesiyle, iç savaşın hemen başlarında, o güne kadar kendisine büyük bir destek vermiş olan Şam'ı terk ederek Doha'ya taşındı. Fakat Suriye'de Müslüman Kardeşler'i iktidara getirmeye yönelik bu müdahale tutmadı. Baas rejimi ayakta kaldı. Hamas ise, bu süreç içinde AKP iktidarı ve Katar şeyhliği tarafından “ehlileştirilerek” sisteme uyumlu hale getirildi. Nihayet Hamas, 1 Mayıs 2017'de Doha'da “Yeni Siyaset Belgesi” açıklayarak “1967 sınırları içinde başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını –mültecilerin ve sığınmacıların çıkarıldıkları evlerine dönmeleriyle birlikte– ortak ulusal uzlaşı formülü olarak” gördüğünü ilan etti. Bu açıklama, tıpkı Oslo Anlaşmaları'nın belirlenimleri içerisinde çürüyüp giden El Fetih gibi, Hamas'ın da “iki devletli çözüme” ikna edildiği anlamına geliyordu. Ne var ki, 1993-2000 arasındaki yedi yıllık deneyim, tersine, İsrail'in kendi sınırlarına sahip egemen bir Filistin devletini (ne denli küçük ve zayıf olursa olsun) asla kabul etmeyeceğini somut olarak göstermekteydi. Ancak Hamas'ın geçersizliği pratik deneyim tarafından ispatlanmış “iki devletli çözüme” ikna edilmesi, özellikle AKP'nin emperyalizme ve İsrail'e verdiği muazzam bir destek oldu. Zira Hamas, bizzat Oslo Sürecine tepki olarak gelişmişti. El Fetih'in tatil ettiği direnişi yükseltmişti. “Yeni Siyaset Belgesi” Hamas'ın da emperyalist çerçeveye razı gelmesi bakımından büyük bir kırılmaydı. Bu belgenin ilan edildiği basın toplantısından çok değil, 1 ay sonra, Katar ambargo altına alınır alınmaz, ilk iş Hamas liderliğini ülkeden ihraç etmesi ise tarihin bir trajedisi olsa gerekti. Hamas'ın bombalı eylemlerinin sürdüğü yıllar boyunca, Suriye, bütün uluslararası baskılara rağmen Hamas'ı ülkeden çıkartmayı reddetmişti.

Oslo Sürecinin Tabutuna Çakılan Son Çivi

İşte Trump'un Kudüs kararı, böyle bir tarihsel döneme denk geldi. ABD emperyalizminin Ortadoğu'da dengeleri radikal biçimde kendisinden yana dönüştürme arayışına denk düştü. Bu karar, 1993’ten beri sürdürülen “barış süreci” parodisine de bir son verdi. “Başkenti Doğu Kudüs olan '67 sınırlarında bir Filistin devleti” programının tabutuna son çiviyi çaktı. Epeydir iç çatışmalarla bölünmüş Filistin ulusal kurtuluş hareketini de sarstı ve canlandırdı. Amerikan ve Avrupa fonlarıyla yaratılmış sahte bir “Filistin Yönetimi” veya AKP-Katar ekseni tarafından yoldan çıkartılmış bir Hamas'ın mücadeleye ne kadar hizmet edebileceğinin Filistin halkı tarafından sorgulanmasına yol açtı.

Kudüs'ün İsrail'in başkenti ilan edilmesiyle, BM'nin bu konuda aldığı bütün kararlar tek yanlı olarak geçersiz sayılmış oluyor. Bu, İsrail'in ırkçı yapısını tanımak anlamına geliyor. İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak etme, buradaki Filistinli Arap nüfusu göçertme, Yahudi yerleşimleri inşa etme politikasının sırtının sıvazlanması anlamına geliyor.

İsrail, ırkçı bir devlettir. Kendisini “Yahudi devleti” olarak tanımlamaktadır. Bu devlette Yahudi olmayanlar ikinci sınıf vatandaş sayılmakta, aşağılanmakta, hor görülmektedir. Bu bakımdan İsrail rejiminin Güney Afrika’da 1994’te yıkılan ırkçı Apartheid rejiminden fazla bir farkı yoktur. Irkçı sistemde bir hiyerarşi dizgesi mevcuttur. ‘67 Arapları en altta, ‘48 Arapları “vatandaş statüsünde” olmakla biraz daha üstte, Dürziler Arapların biraz üstünde bulunurken, Afrika’dan gelen “Falaşa” Yahudileri onların biraz üstünde olsalar da kara derileri nedeniyle aşağılanırken, Avrupa’dan gelen “beyaz” Yahudiler ise, en üsttedir.

1993 sonrasında “Filistin Özerk Yönetimi” olarak adlandırılan Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistinli Araplar ise, İsrail vatandaşı değildirler. Filistin Yönetimi ise, bir devlet değildir, gerçekte belediye yönetiminden fazla bir yetkisi de yoktur. Batı Şeria halihazırda İsrail askeri işgali altındadır. Gazze’nin içinde İsrail askeri yoktur, ama onun da denizden ve havadan işgali sürmektedir. Doğu Kudüs ise, Filistin Yönetimi’nin alanına girmediği gibi, Kudüs nüfusunun %37’sini oluşturan Arapların sürekli biçimde evlerinden göçertilmeye çalışıldığı, en küçük ulusal kıpırdanmaların en ağır biçimde cezalandırıldığı bir cehennemi andırır. Üstelik Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da sürekli ve sistematik biçimde yasadışı Yahudi yerleşimleri yapılmaktadır. Bu yerleşim bölgeleri İsrail ordusu tarafından korunmakta, dahası yerleşimciler silahlı ve saldırgan bir güruh olarak sivil Filistinlilere sürekli saldırmakta, katletmekte, ama asla ceza almamaktadırlar. Kısacası İsrail, işgal altında tuttuğu bütün coğrafyayı hem fiilen yönetmekte, hem buralara sürekli nüfus yerleştirmekte, askeri varlığını sürekli geliştirmekte, hem de bu bölgelerdeki Filistinleri her türlü siyasi ve sosyal haktan yoksun bırakmaktadır.

İşte Oslo Anlaşmaları ve o çöktükten sonra teatral biçimde sürdürülen sözde “barış süreci”, bu ırkçı devlet sisteminin üstünü örten bir şaldı. Trump bu şalı çekip aldı. Artık ortada Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar tek bir işgal devleti vardır. Buna karşı özellikle Filistin solunun girişimiyle uluslararası alanda bir “Boykot, Yatırımların Çekilmesi ve Yaptırım” (BDS) kampanyası yürütülmektedir. Bu kampanya, özellikle ABD ve Britanya’da çok güçlüdür. Filistin solunun ortaya koyduğu mücadele perspektifi, “‘Nehirden Denize’ demokratik, laik ve bütün halkların bir arada yaşayacağı bir Filistin”dir. Örnek aldıkları model, uluslararası bir boykot kampanyası sonucunda Apartheid rejiminin yıkılarak demokratik bir dönüşümün yaşandığı Güney Afrika’dır. Bu görüş açısından, İsrail’in Filistinlilere dayattığı statü farklılıklarının hiçbir önemi yoktur. İster ‘48 sınırları içinde yaşasın, ister ‘67 sınırları içinde, isterse sürgünde, Filistin bütün Filistinlilerin anavatanıdır ve tümünün eşit yurttaşlık temelinde yaşama hakkı vardır. Yahudiler de iki uluslu Filistin’in eşit vatandaşları olacaktır. Oslo Anlaşması'nda ise, Filistin Batı Şeria ve Gazze'ye indirgendiği gibi, örneğin Hayfa'dan sürgün edilmiş bir Filistinli ailenin evine dönme olasılığı sıfırlanıyordu.

Trump'ın kararının ardından Lübnan Hizbullahı ile Filistinli direniş örgütleri arasında başlayan görüşmeler, Filistin halkının her türlü bedeli göze alarak Kudüs de dahil olmak üzere sokaklara çıkması, İsrail askerlerine kafa tutan genç kadın Ahed Tamimi etrafında oluşan sempati dalgası, Filistin ulusal hareketinde yeni bir canlanmanın belirtileri oldu. Batı Şeria-Gazze ayrışmasının aşılmasına yönelik adımlar, Filistin ulusal birliğinin yeniden tesisi yönünde umut uyandırdı. 17 Eylül 2017'de Hamas, Gazze'deki yönetimi dağıtarak birleşik bir ulusal hükümet kurulmasının yolunu açmıştı. 17 Ekim'de Kahire Zirvesi'nde imzalanan anlaşmayla, Filistin seçimlerinin 2018 sonuna kadar yapılması, Filistin güvenlik güçlerinin birleştirilmesi ve El Fetih ile Hamas arasında birleşik bir hükümetin kurulması karar altına alınmıştı. Böylece Filistin hareketini çürüten en önemli etkenlerden birisinin aşılması imkan dahiline girmiş oluyordu.

Bütün bu gelişmelerin sonunda, İsrail siyonizminin Nakba yıldönümünde Filistinlilere yönelik katliamcı saldırısı, 3. İntifada’nın patlak vermesine yol açtı. Filistin halkı ayağa kalktı, ulusal hareket sürüklenmiş olduğu gerileme halinden silkindi.

Belki de, Trump'ın Kudüs kararı, ölmüş ama cenazesini kimsenin kaldırmadığı, herhangi bir anlaşmaya veya protokole dayanmayan, nereye varacağı konusunda kimsenin bir fikrinin olmadığı sahte “barış sürecini” tümüyle devreden çıkartarak devrimci bir rol oynayacaktır. Keza bu kararla birlikte, ABD'nin Filistin'le ilgili herhangi bir arabulucu rol üstlenmesi söz konusu olamayacaktır. Sahtelikler akacak, çıplak politik gerçeklikler belirginlik kazanacak ve bu gerçekler zemininde Filistinlilerin yeni nesli yeni bir mücadeleye girişecek ilhamı kendilerinde bulacaklardır. Henüz başlamış olan 3. İntifada buna işaret etmektedir.

Ahed Tamimi, işgal altında doğmuş, Filistin Yönetimi’nin çürümüşlüğüne şahit olmuş bu yeni kuşağın devrimci girişkenliğinin ve cüretinin bir simgesidir. Onun direnişçiliği şimdi yeni intifadada yankılanmaktadır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi